Firavunun canı sıkılıp her eğlenmek istediğinde soytarısını Musa taklidi yapması için yanına çağırırmış. Günler, aylar bu taklitle geçmiş ama sonunda Firavun artık bu taklide gülmediğini fark etmiş ve soytarıyı yanına çağırarak nedenini sormuş. Soytarının cevabı net olmuş: “Ben artık Musa oldum”
Bu hikaye büyük bir peygambere benzemenin erdemini taklide vurgu yaparak anlatıyor. Hz. Muhammed’in de buna benzer mesajı vardır.`Benim yolumdan gelecek olan insanlar ben ne tattım tadacak, ben ne oldum olacak.` Buradan net bir şekilde anladığım kendisini taklit etmelerini bizzat ona inanlara öğütlemesidir. Günümüzde de yaptığı ibadetleri ve davranışları sünnettir ya da değildir, bu söz ona aittir ya da değildir diye `bilge` kişiler bizlere yol göstermeye hala devam etmektedirler.
Hz. Muhammed, taklidinin de taklitlerinden sakınılması için hadislerin sağlamasını Kur-an`ın içerdiği ayetlere bakarak teyit alınmasını söylemiştir. Ama bunun gerçek anlamı hala anlaşılamamıştır.
Aslında onun işaret ettiği nokta, insanın özünün canlı Kur`an olduğunun anlaşılması ve bununla bütünleşilmesidir. Bizi tasdik eden en yüce makam yine biziz. Kendimize bu inançla ve güvenle sarılmak bu açıdan çok önemli. Her birimizin özü aynıdır ve Buda’nın da dediği gibi `dünyada 1.000.000 tane insan aydınlansa hepsininki de birbirinden farklı olacaktır.`
Bunun anlaşılması kur`an-ı 6666 ayetle sınırlamaktan kurtarır ve ayet dediğimiz işaret ve izleri kendimizde ve karşımızda bulmamızı sağlar. Tüm ayetler ve alametler `bidatlardan` (sonradan ekleme yapılan kişisel hurafelerden) da böylelikle kurtulacaktır.
Taklit neden bu kadar önemli? Bu bizi ulaşmamız gereken noktaya getiriyor mu yoksa kendi kişiliğimizden taviz mi veriyoruz? O zaman anlaşılması gereken nokta Musa, İsa, Muhammed, Buda olmak mı yoksa onun da ötesi var mı?
Başkalarının deneyimlerinden yola çıkarak öğrenebilme becerisiyle hayatı keşfeden insanoğlu, sıra kendinin gelişimi için `kendini deneyimlemeye` geldiğinde bunu sürekli erteler ve kendi kapasitesini görmezden gelerek kendi gelişimini sabote eder. Bu bir anlamda sıradanlaşmaktır. Aslında bunu sıradanlaşmadan yapabilmesi mümkündür. Soytarı`ben Musa oldum`diyerek yaptığı taklit sayesinde onunla bütünleştiğini ima ediyor. Aksi olsaydı yani başkasının hayatını tekrar etme durumuna girseydi ki çoğunluğumuzun yaptığı gibi, o zaman milyonlarca soytarıdan biri olmaya devam edecekti ve sıradan biri olacaktı. O zaman taklidin gerçek anlamının yaşamımıza akmasına izin verirsek bu bütünleşme gerçekleşebiliyor mu?
Bizler aslında farkına varsak da varamasak da özümüzü taklitle ilişkilendirmiş durumdayız. Kimi taklit ettiğimiz kendi rol modelimizi de yaratır. Rol modelimiz kim? Musa, İsa, Buda, Muhammed, anne, baba ya da öğretmenimiz. Kim?
Diyelim ki, taklidimiz sıradan olmadan hatta tam tersine bizi büyüterek onunla bütünleştirdi ve artık bize ait oldu. Diğer bir deyişle onu deneyim yoluyla da kavradık. Bundan sonra farkındalık dediğimiz noktaya geliriz. Artık yaşamımız aynı şeyi tekrar etmenin ötesinden süzülür ve kalıplarından kurtulmaya başlar. Aynılık,ayrılığın illüzyonundan kopmuştur, böylelikle insan kendi sırrını yaşamaya başlar. Diğer bir bakış açısıyla Tanrı`nın kendinden kendine tecelli etmesiyle evrenle aynı sırrı paylaşarak aynı şarkıyı söyleriz. Ve tabii bunun doğal sonucunda da doğanın renklerine bürünürüz ve `eşitlik yasası` gereği aynı markayı giyeriz, aynı şiirsel yaklaşımı duyumsarız.
Hiç ayrı olmadık ki gayri olalım
Hep sır olduk ki ayna olalım
Hep iki dedik ki bir, bir toplanalım
Ama birleşmeyi unuttuk ki dağılıp
Bütünleşebilelim.
Her canlı ki ister insan, ister hayvan, ister bitki olsun ya da bir doğada yaşanan bir olay olsun gerçekte kendimizi seyrederiz. Doğanın markalarını, güneşten, aydan, yıldızdan yağmurdan, kardan, selden, rüzgardan, fırtınadan, denizden, depremden, volkanik patlamadan ve hayvanlar aleminden etkilenerek giyiyoruz. Bu markaların evrene etkilerinin aynısı bizde de mevcut değil mi? Güneş açmıyor muyuz, mevsimlere bürünmüyor muyuz ya da rüzgar gibi oradan oraya savrulmuyor muyuz?
Fakat bizler farkına varsak da varmasak da varoluşumuza inat her zaman kendimizi ve karşımızdakileri olumlu ya da olumsuz evrenin eşyaları ile (tasavvufta eşya `şeyler` anlamında kullanılır) kıyaslıyoruz. Bir anlamda evrendeki tüm eşyaları markalaştırarak kendimize ve birbirimize yakıştırıyoruz ki ben bunu yapmayı seviyorum.
Birini tarif etmek istediğimizde dağ gibi heybetli, kaya gibi sağlam, deniz gözlü, güneş yüzlü, kelebekler kadar özgür, ya da akrep gibi sokan, yılandilli vs gibi benzetmeler yaparız.
Kıyaslama, karşılaştırma, beğenme, beğenmeme, tüm bunlar bir diğerimizle empati kurmamız ya da kuramamamız sonucu geliştirdiğimiz davranışlarımızdır. Peki bizler gerçekten deneyimlerimizin farkında mıyız ya da daha farklı bir bakış açısıyla bakacak olursak neyi deneyimlediğimizin farkında mıyız? Bu gerçekten önemli midir?
Ormancı ağaç kesmek için ormana girdiğinde ağaçlarla bütünleşmezse kesilme ve budanma zamanını kavrayamaz. Yaşlı ağaçların beni kesebilirsin komutunu duyamaz ve genç ağaçların kesilme sırasında gözyaşlarını hissedemez. Ve bu ağaçlardan bize hiç bir fayda sağlanamaz. Masa, sandalye yapmaya kalksanız üstüne oturmanızla kırılırlar. Sorun ormancıdadır. Bütünleşememiştir. Sorun ormancıdadır. Duymayı işitmeye çevirememiştir. Sorun ormancıdadır. Ağaçla bir olamamıştır. Sorun ormancıdadır. Ağacı taklit edememiştir.
Peki bütünleşmenin ya da birleşmenin sırrı nedir?
Evrende ne varsa bir benzerinin bende de, sende de olduğunu biliyorum. “Ne varsa şu alemde bir benzeri Adem’de” yani insanda. Bu bizi yokluk sırrına götürür. Adem isminin anlamı birden çoktur ve bunlardan biri de `yokluktur.`Başka bir bakış açısıyla Hz.Muhammed`in fakirliği ile övündüğü de bir yokluktur diyebiliriz. Ama bu yokluk içeride kendi özümüzün olmadığı bir yokluk değildir. Sadece bize ait olduğunu zannetiğimiz duygu kişiliğimizden ve aslını inkar eden ego-benliğimizden özgürleşmemizdir.
Şimdi taklidi Adem isminin derin anlamıyla yorumladığımızda ortaya kendi sırrındaki gerçek yokluğun zenginlik olduğunu fark eden ve evrenin markalarıyla kendi deneyimini bütünleştiren insan çıkar. Ancak kısa bir açıklama yaparak bir şeyi açıklığa kavuşturalım. Bugün, Adem isminin yokluk kavramını taklitle ilişkilendirebiliriz ama yarın bambaşka bir konu ve bakış açısıyla örneğin taklit edilemeyecek kadar eşşiz ve benzesiz bir `eril enerji` olarak kayıtlamadan ya da tek bir konu altında sabitlemeden bakış açımızı genişleterek bütünleştirebiliriz.
Evrenin markalarının en sevdiklerimden biri de doğadaki hayvanların, insanlarla benzer özellikler göstermesidir. Ne zaman hayvanlar alemiyle ilgili bir konu geçse, acaba bize hangi mesajı vermek için bu gezegendedirler diye kendime sorarım. Belgesel izlemek bu anlamda çok ilgimi çeker. Ben hepsiyle bütünleşebilecek kadar bakış açımı genişletebilir miyim? Biraz farklı hayvanların özelliklerine bakmak istiyorum. Acaba ben, baykuş, inci istridyesi ve semender olabilir miyim? Nedir bu hayvanların en belirgin özellikleri ve bunlar bende de var mı?
Hadi giyelim evrenin dolabından marka elbiselerimizi.
Baykuşun beyni hiç de meşgul değildir. Gözleri ve kulakları çok işlevseldir hatta olağan üstüdür. Gözlerini sabitleyemez. Bakış açısını değiştirmek isterse kafasını oynatır ve nesnelere farklı bakış açılarından bakar. Avlarının çıkardığı sesleri hesaplayarak onların tam olarak nerede bulunduklarını çözer ve tamamen karanlıkta avlanan türler için net sonuçlara ulaşır.
Benim gözlerim ve kulaklarım içsel farkındalığım devrede olduğu zaman yani beynim dışarıdaki illüzyonlarla meşgul olmadığı zaman tıpkı baykuş gibi işlevsel. Görme yeteneğim tamamen değişiyor ve kulaklarım hiç duymadığı kadar iyi duyuyor. Evrenin görme ve duyma sıfatlarını giyiniyorum. Farkındalığımı yakalamak için ben de avlanıyorum ve bu sayede iç sesimin güvenilirliğini hesaplaya, hesaplaya sonunda karanlığın olduğu yerden ışığa uzanarak net sonuçlara ulaşıyorum.
İnci İstridyesinin kabuğunun iç kısmı manto adı verilen ve incinin özünü gizleyen bir organla kaplıdır. Sedef olarak da bilinen bu organ muhteşem bir maddedir. Güçlü ama aynı zamada esnek ve parlaktır. İnci istridyesi doğanın mücevhercisidir. Bir incinin oluşabilmesi 15-20 yıl alır. Bu yüzden bir ton istridyeden ancak üç inci çıkar.
Tıpkı inci istridyesinin kendi özünü yine kendisinde gizlediği gibi benim özüm de harika bir elbise olan bilincimde saklıdır. Duyular ötesini algılamamızı sağlayan muhteşem bir madde olan beynim idrak olarak güçlü ve esnektir.
Zihin seviyesinden kendimi idrak etme seviyesine geçtiğinde göz kamaştırıcı şekilde parlaktır. Kalbim en kıymetli mücevherleri burada saklar. İnsanın tamamlanması içinde belli bir süre geçmesi gerekmektedir. Ve bu süre sadece bir `andan` ibarettir ama kendini 3 boyutlu evrende `zaman` olarak gösterir.
Semenderler şifacı olmaktan öte dönüştürücüdürler ve nasıl tekrar kaybedilen organlara sahibi olacaklarını bilirler. Tıpkı insanoğlunun da semenderliğini ortaya çıkararak kendi şifacılığını ve dönüştürücülüğünü hatırladığı takdirde yapabilecekleri gibi.
Tüm bunları kendimle bütünleştirdiğim zaman kayıt altına alıp sahiplenemeyeceğim bir `ben` çıkıyor. Bugün baykuşlardan anladığım özümü yarın inci istridyesinden öbür gün de semender de anlayacağım ve evrenin markalarını onların üzerinden giyip her zaman en son modayı takip edeceğim. Sonsuz bakış açısıyla bunu tüm varoluşla birlikte yapacağım. Bugün bir markadan fark ederek giydiğimi yarın diğerlerini de fark ederek evrende var olan mucizevi görünüşlerinin anlamını kavrayacağım. An`da fark ettiğim rol modelimin aslında `kendim olmak` olduğunu keşfetmiş olacağım ve bu benim gerçekten özgürleşmemi sağlayacak.
Mağazamız sonsuz katlı ve marka değeri çok yüksek ama herkesin alabileceği eşit seviyede fiyatları var. İçerisi rengarenk ve ışıl ışıl. Her dilden, dinden, ırktan ve tüm evrenden tanıdık simalar var. Sadece bizler tarafından fark edilip giyilmeyi bekliyorlar. Mağazamız tek bir prensible hizmet ediyor. Size özel bir kıyafet giymek istediğinizde terzisi `siz` olacaksınız.