“Eşruhlar” deyince, direk Ramtha geliyor aklıma. Ramtha’nın kırmızı kaplı kitabı. Benim milli olduğum kitap diyorum ben ona. (İlk defa içimdeki Tanrı’yı hatırlatmıştı da…) O kitapta rastlamıştım ilk defa “eşruh” kavramına ve hemen de bir eşruhum olduğuna inanmıştım: O zamanlar ki aşkım Ayça’ydı ve son da olmayacaktı…

Kendimi tanıma yoluna girdiğimden beri, kaç kişiye eşruhum muamelesiyaptığımı, bana eşruhuymuşum muamelesi yapıldığını; kaç kişinin eşruhumu buldum diye hoplaya zıplaya gezdiğini ve daha sonra da ayrıldıklarında “Eee, hani bu benim eşruhumdu?” diye bön bön bakındıklarını gördüğümü hatırlamıyorum bile. Bunların arasında, gerçekten “eşruh” olanlar mutlaka vardır, ama esas sorun şurada: Eşruhlar konusu, romantizm ile algılanıyor ve aşık olduğunuz her kişiyi eşruhunuz olarak görmeye başlıyorsunuz. Hele ki, kitaplardan ve çevrenizden duyduğunuz bu kavram, belli bir süre sonra, “Ben de bulmalıyım, benim neyim eksik?” motivasyonu yaratıyor bilinçaltlarınızda… Halbuki aradığınız tek şey sevmek ve sevilmek…

Aslında eşruh kavramıyla özeş, ikiz ruh gibi kavramlar birbirlerine karıştırılıyor. Açıkçası, ben de çok net bilmiyorum aralarındaki ayrımı, ama şöyle bir örnekle açıklamaya çalışayım:

Bir arkadaşım, İkinci Dünya Savaşı’nda, Ausschwitz kampında fırınlarda yakılan bir Yahudi erkekti, geçmiş yaşamlarının birinde ve eşruhu da aynı kampta bir Nazi eriydi. O, bu “büyük deneyim”in iki boyutunu da yaşamak için, farklı iki beden ve kimlikte gelmeyi seçmişti dünyaya. Keza yine rüyaya benzer bir olayda ise çok çok uzaklardaki bir galakside bulunan ‘kendi’mle karşılıklı oturduğumu hissettim ve o anda dank etti “eşruh”un ne olduğu. Hayatım boyunca hep merak etmiştim, “kendime dokunmak”, yani sanki başka biriymişsin gibi dokunmak nasıl bir şey diye ve o anda yaşadığımı hissettim bunu. Onun gözlerinden, 21’inci yüzyılda, dünyada yaşayan kendime bakarken, kendi gözlerimden pembe kristal gezegeninde var olan BEN’i gördüğümüz ve birbirimize dokunduğumuz duygusunu yaşadım. İşin ilginci oradaki gezegende, burada tanıdığım birçok kişinin “eşruh”u vardı. Yani anlayacağınız üzere, “eşruh” öyle pek romantik bir olay değil. İşinizde sürekli didiştiğiniz ve nefret ettiğiniz patronunuz bile olabilir o kişi…

Haaa, eğer soru “Benim eşim kim olacak?”, yani “Yol arkadaşım kim olacak?” gibisinden bir şeyse, mesele değişiyor. Bir defa, mutlu ve her anından haz alabileceğiniz bir ilişki için, o kişi illa eşruhunuz olacak diye bir kaide yok ki, muhtemelen eşruhunuzla böyle bir ilişki cidden zorlar sizi. İkincisi, yaw “Ben zaten BEN’im” kardeşim, karşımdaki de benim aynımsa, ne zevki çıkar bu işin, farklılıkları deneyimlemek lazım. Ortak noktalar olduğu kadar, ortak olmayan noktalar da olmalı ki, karşılıklı etkileşim olsun. “Onun ruhunda kendimi görebilmek, benim ruhumda onu görebilmek”, cidden süper bir şey de, beni klonlamış gibi karşıma birini getirip koymanız, pek zevkli olmasa gerek. Ulan, zaten günün yirmi dört saatini kendimle geçiriyorum; ben ruhumu paylaşacak başka bir ruh ararken, gelip karşıma ben çıkıyorum. Yani seçerseniz siz bilirsiniz de, ben farklı bir ruhun gözlerinde kendimi görmeyi tercih ederim. Eh, anladığınız “eşruh” olayı, aşka ters iş.

Peki, “o kişi” kim, nasıl bulursunuz, nasıl anlarsınız vs.? Bir defa şunu çok iyi anlamanız gerekiyor ki, “o kişi”den sadece bir tane yok bu alemde. Sizin için “özel” olabilecek ve frekansınızın tutabileceği birden fazla insan olabilir çevrenizde ve hepsiyle de farklı mutluluklar yaşayabilirsiniz. Burada önemli olan, sizin kiminle olmayı seçtiğiniz. Ben hem tek eşliliği, hem çok eşliliği deneyimlemiş birisi olarak, diyorum ki geçmiş deneyimlerime dayanarak; tek eşlilik gibisi cidden yokmuş yahu. Ama şunu da ekleyeyim, eşinizle mutluyken, bir gün karşınıza sizi etkileyen başka biri de çıkabilir; bundan suçluluk duymayın bence. Bu çok doğal, orada önemli olan, sizin neyi seçtiğiniz. “Ben eşimle mutluyum kardeşim, zaten bugüne kadar fıstık gibi şeyler yaşadım ve daha da yaşayacağım; enerjimi bölemem, sen de hoş insansın, ama bir başka yaşama artık” diyebilirsiniz, ya da “Birader, valla karşıma çıkmışsa yaşamam lazımdır” deyip dalacaksın olaya, ama işte bunun da riskleri var, yersen… Ben her iki seçimi de denedim ve diyorum ki, enerjini başkasına yönlendirdiğin anda, hem oradan kopuyorsun, hem buradan… Ve ortada kalakalıyon öölece ve ne yapacağını da bilemiyon. O yüzden, artık “Evren Bir’se, gönlümdeki de Bir’dir” (sayısal olarak) felsefesini benimsiyorum. Tabii, insanın bir başka insana ilgi duymasının nedenleri sayfalar dolusu yazılabilecek bir konu ve ben girersem ona, bu yazı tövbe bitmez, ama kısaca şunu söyleyeyim: “Ruh, sıkıştığını hissederse, rahatlamak için farklı yollara sapar.”

“O kişi”yi bulmak ve kendinize çekmek istiyorsanız, önce siz bir “kişi” olun ki, bir başkası da sizi bulduğunda aynı mutluluğu yaşasın. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: “İdealindekini istiyorsan, önce ideal biri ol.” Sen aynaya baktığında kendinden nefret edeceksin, gün boyu suratın asık gezecek, bir şeylere bağımlı olacaksın, kendi eksiklik duygun yüzünden çevrendekileri kısıtlayacaksın, çeşitli şirretlikler yapıp çevrende terör estireceksin ve sonra diyeceksin ki, “Nerde benim ‘özeş’im?”. Valla hiç kusura bakma kardeşim, seni o halinle bir Tanrı sever, bir melekleri, bir de kendini seni düzeltmeye vakfedip tatmin olmaya çalışan spiritüel kadın kadrosu. (Gerçi bu son kısımla şansın çok fazla, gökte bile bu kadar melek yoktur sayısal açıdan.) Aynı şey kadınlar için de geçerli. Siz ne kadar “o kişi”siniz, sorun kendinize. En temel soru şudur yanıt verilmesi gereken, bu soruya kalbinizden gelerek “Evet!” yanıtını verdiğiniz anda, “o kişi”nin hayatınıza girme süreci başlamış demektir: “Siz, karşınızdakinin yerinde olsanız, kendinizle birlikte olmak ister miydiniz?”

Bunu, üst satırlarda bahsettiğim “eşruh” olmakla karıştırmayın lütfen. Mesela, ben kendime hep sordum: “Sen kız olsan, kendinle çıkar mıydın?” diye. İlk zamanlarda kafamda soru işaretleri çoktu açıkçası, ama son dönemde, “Kız olsam, değil kendimle çıkmak, direk nikahı basar, üç de çocuk yaparım; vatana, millete faydaları dokunur” modundayım. Kendimle olmaktan çok, ama çok mutluyum ve biliyorum ki, bu dünyadan ayrıldığımda, Hasan’ı çok özleyeceğim. Eh, insan bu duygular içinde olunca, yaşadığı aşk da “Onun dünyada varlığını sürdürebilmesi gereken enerjiyi sağlayan bağımlıklardan” tamamen arınmış ve “Zaten çok mutlu olan Ben’e sunulmuş olağanüstü bir armağan. Ay, yaşa onu ve her hücrenle çıkar tadını” moduna giriyor. Bu durumda bir bakıyorsunuz ki o, karşınızda duruyor. (O ânın hazzını anlatacak kelime yok cidden, sadece yaşayan bilir.)

Bu aralar, birçoğunda gözlediğim şu ki, gittikçe daha fazla kişi “o kişi” olma yolunda yürüyor ve o “özel” kişileri hayatlarına çekebilecek duruma geliyorlar. Bunu yaşayalım yahu artık, özgürce ve doya doya, her anımız “aşkla” dolu olsun. Biz bunu sonuna kadar hak ettik. Tüm gezegen “leyla leyla” dolaşsın ve hatta başka gezegenlerden de gelsinler birbirine aşık ‘leylalar’. Aşk, onca muhteşem enerjisinden, bilincinden tattığım bu evrenin en en en en “özel” ve en en en en “eşsüz” duygusu. Hele ki, zaten ‘mutlu’ ve ‘huzurlu’ysanız, resmen ‘enerji patlaması’ etkisi yaratıyor üzerinizde ve hissettiklerinizin karşılıkları yok kelimelerinizde. En güzeli de ne biliyor musunuz: Sınırı ve sonu yok bu duyguların, her bir adımda daha da genişliyor.

Burada bir hatırlatma yapmadan geçemeyeceğim; biz, insanlık alemi olarak, şu noktada cidden çaktık: Bir şey güzel giderken ve haz alarak yaşanırken, mutlaka birileri çıkıp bunun “geçici” bir süreç olduğunu, gerçeklerin er geç karşımıza çıkacağını söyleyerek; bu, ‘gerçeklerin karşısına çıkma’ realitesini yarattı. Bizler de binlerce yıldır süregelen bir kalıbın etkisiyle, “Güzel şeylerin uzun süremeyeceği ve bizlerin bu mutlulukları hak etmediğimiz” inancına kapıldık ve o realitenin gerçekleşmesine yardımcı olduk. Eninde sonunda da mutluluk uçup gitti.

Arkadaşlar, tüm ruhumla, bedenimle, varlığımla, her şeyimle, her hücremle sonuna kadar inanarak söylüyorum ki, bizler en, ama en iyisine sonuna kadar layık varlıklarız; daha da ötesi, en iyisinin ötelerinin ötelerini bile sonsuza kadar yaşayabilecek gücümüz var. O an çok mutluyuz değil mi, düşünce kalıbımız hemen girer devreye ve “Çıkart tadını çıkart, gördüğün göreceğin bu zaten” deyip, bizi mutsuzluğa çağırır. Bunu hep düşünüp durdum yıllar boyu, “Yaw, bizim özümüzde mutsuzluk var da, biz arada bir mutlu olup sonra geri normal halimize mi dönüyoruz?” diye. Değilmiş arkadaşlar, değilmiş. Mutluysanız, bilin ki, bundan daha mutlu anlarınız da olacak ve daha mutluları da ve bu sonsuza kadar böyle sürüp gidecek. Her zaman, ama her zaman, her şeyin en güzeline layığız biz arkadaşlar ve koşulsuz, sınırsız ve sonsuz bir sevgiyle seviliyoruz. Bunu zaten biliyorduk hep, ama hissetmek bambaşka. Hem, Tanrı seviyor biliyoruz da, kullarından hayır yok demeyin; emin olun, hiç beklemediğiniz bir anda gözlerinizi kaldıracaksınız ve onu göreceksiniz karşınızda.

Evrene sonuna kadar güveniyorum diyerek bitirmek istemiyorum yazımı, çünkü artık “Evren” ve “Güven” Ben’im!!

Birbirinizin gözlerinde birbirinizi görebilmeniz dileğiyle…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...