Dışarıdaki sıcaklık herhalde 35 derece vardı. İleride, asfaltın üzerinde yükselen ısı titreşimlerini görmek pek iç açıcı değildi. Terlemiş insanların garip kokuları, sinirli şoförler, sıkış tıkış bir trafik ve dolmuşun içinde paket olmuş insanlar… Yanımda bir arkadaşımın varlığı nedeniyle yalnız olduğumda yaptığım gibi gözlerimi kapatıp meditasyon yapmaya ya da çantamdaki kitaplardan bir tanesini okumaya da dalamıyordum. Ancak uzun süredir meditasyon yapmamın kazandırdığı bir yetenek olsa gerek; bir yandan arkadaşımı, bir yandan trafiği, bir yandan da dolmuşun içindeki insanların konuşmalarını dinleyip izleyebiliyorum. Nedense toplu taşıma araçlarında ya da fatura ödemek için girilen kuyruklarda, insanlar genellikle politik konularda yüksek tonda konuşmayı pek severler. Ayaküstü bir çırpıda vatan kurtarırlar. Teröristlerden bir iki tanesinin Taksim Meydanı’nda sallandırılması, devlet mekanizmalarındaki rüşvet söylentileri, belediye hizmetlerinin yetersizliği, Bosna’ya asker gönderilmesi, alınan ekonomik önlemlerin hataları gibi sıkıcı şeyler yani… Anlaşılan tüm insanların yetenekli oldukları ve becerebildikleri tek konu politika. O nedenle artık ülkemizin gidişatından hiç endişelenmiyorum. Yapılması gerekenleri bilen bunca insanın yaşadığı bir ülkede, elbette birileri çıkacak, bizi ve ülkeyi bu talihsiz gidişatından kurtaracaktır.
Siz de korkmayın! Uygulamada değilse bile en azından kuramsal olarak, dolmuşlarda, taksilerde, kuyruklarda vatan kurtulmuş durumda!..
İşte ben de tam o an tarihi bir olaya tanık oluyordum; yani bir ülkenin kurtuluşuna! Ama nedense bu büyük ve anlamlı olay, biraz sonra yaşamak zorunda kalacağım olayın karşısında duyduğum endişeyi atlatmama yardımcı olmuyordu. Acımasız sona yaklaştığımın farkına vardığımda tüylerim diken diken oldu. Kahretsin, ilk hamlemin hatalı olduğunu çok geç anlamıştım. Zen’de yapılması gereken hatalardan bir tanesini yapmış, çevremdeki olayların akışına kapılıp farkındalığımı yitirmiştim. Seni sefil Dharma kaçığı!.. Oh olsun sana! İşte hatanı böyle ağır ödersin… Ama gene de kaçınılmaz olan sonu zarafetle kabullenmeyi bilmek gerektiğini düşündüm. Kim bilir bu olaydan ne büyük dersler alacaktım. Zen de bu değil miydi zaten? Yaşamın her anını bir öğretmen olarak kullanmak… Acaba biraz abartıyor muydum? Canı cehenneme. O an yaşayacağım şey için nedişeleniyor muydum, endişelenmiyor muydum? Evet, endişeleniyordum. O zaman işte sana aşman gereken bir sorun dedim. Çevrenin farkına var. İkinci düşünmeyi bi yana bırak! Eğer huzuru ararsan huzursuzluk kaçınılmazdır. Rahatlık ararsan rahatsızlık kaçınılmazdır. Peki o zaman rahatlığı ya da huzuru aramamalı mıyım? Hayır, ne aramalısın ne de aramamalısın. Herhangi bir yanı seçmeyi ya da seçmemeyi bir yana bırakmalısın. Yalnızca izle! Solunumunu izle. Olayları izle. Çevrendeki hareketi izle. Haydi bakalım başlayalım:
“Şoför bey, müsait bir yerde indirir misiniz lütfen?”
Kahretsin, keşke şu ölümcül Zen günahını işlememiş olsaydım. Keşke en başından kendimi olayların akışına kaptırmayıp çevremin bilincinde olsaydım da kapının yakınında bir yere otursaydım. Şimdi bu kadar sıkışık bir yerde arka koltuğun köşesinden kapıya nasıl ulaşacağım?
Sonunda dolmuş durdu! Düşünmeyip yalnızca hareket etmeye karar vererek kendimi kalabalığın arasına bıraktım. Gözlerim insanların arasında bazı boşluklar gördü. Bedenim bu boşluklara süzüldü. Tıpkı suyun yüksek tepelerden aşağılara doğru zorlanmasızca akması gibi ben de kapıya doğru zahmetsizce aktım. Zihnim büyük bir aynaydı ve tüm görüntüler bu aynaya yansıyordu. Ama bunlardan hiçbir tanesini kavrayamıyordu. Görüntüler zahmetsizce geliyor ve kendiliklerinden gidiyorlardı. Yaşadığım küçük Satori’nin esrimesiyle kapıya ulaştım ve ayaklarım pat diye, sıcaktan nerdeyse erimiş olan asfalta değdi. Arkadan Turgut’un kalabalığın arasından kahramanca boğuşarak bana doğru ilerlediğini gördüm. Sonunda o da dolmuştan inince kocaman sırıtıp; “Bir gün birisi Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen diye bir kitap yazmalı” dedim.
Arkadaşım neşeli bir kahkaha patlatıp, “Sana dostça bir tavsiyede bulunayım: Herkesin yanında böyle şeylerden bahsetme” dedi.
Dinler, özellikle dinlerin mistik ekolleri her zaman yaşamın sıradanlığı içinde aydınlanmanın önemini vurgulayan öykülerle doludur. Ama nedense insanlar din olgusuna daldıklarında hep muhteşem, ilahi ve adeta bu dünyaya ait olmayan birtakım mucizevi şeyler bekledikleri için yaşamın gerçek mucizesini gözden kaçırırlar. Bir mağaranın içinde tefekküre dalmışken birden bire gökten inen altın rengi ışıklarla yıkanmak dinidir. Ama Jean Michael Jarre’ın Revolution adlı parçasını dinlerken müziğin bir yerinde şaşırıp birden bir “Harikaydı be!” diye bir çığlık attığınızda Kozmik Bilinçle yüz yüze gelivermek yeterince kaliteli değildir. Aşman gereken daha çok uzun bir yol vardır. Nedense benim mistik deneyimlerim hep böyle sıradan olaylarla yaşanmıştır. Elimdeki çakmağı bakır bir tabağın içine attığımda çıkan ses, ölümü düşünüp bir yandan da Beethoven’ı dinlerken dudaklarımdan dökülüveren bir şiir, gecenin bir yarısında aradığım şeyi kitaplarda bulamayıp umutsuzluğa kapıldığım sıradan anlarda karşılaştım gerçekle. Bence bir üstat aramak için Tibet’e gitmeye, Aşramlarda çile çekmeye, Makrobiyotik beslenmeye, bir Zen Ustasının sopasını yemeye hiç gerek yok. Yaşamın her anı zaten birer üstatla dolu. İş ki biz onları görebilelim.
Bir gün Mustafa ile birlikte Kadıköy’e gittiğimizde orada balık temizleyen adamları bir saat boyunca seyretmekten alıkoyamamıştım kendimi. Mustafa bu kadar sıradan bir olaya böylesine hayran olmama şaşırmış olmalı ki beni son derece büyük bir endişeyle seyretti durdu. Oysa izlemekte olduğum şey hem son derece ilginç hem de düşündürücüydü. Balıkçı, müşterisinin istediği balığı önündeki tezgaha alıyor ve elindeki jilet keskinliğindeki bıçakla kendi sanat eserini yaratmaya başlıyordu. Önce inanılmaz bir zarafetle balığın kafasını kesiyordu. Ardından kuyruğuna yakın yerinden balığın üçte ikilik kısmını ayırıyordu. Büyük parçayı son derece uyumlu ve akıcı hareketlerle dilimledikten sonra küçük parçayı ortadan ikiye bölüyordu. O gün orada balıkçıları seyrederken, bu adamların balıkları bu kadar zarif bir şekilde dilimleyebilmek için kaç bin balık doğramaları gerektiğini düşündüm. Daha sonra aynı şeyi, kendini yaptığı işe bütünüyle veren pek çok insanda gördüm. Bir mimarın çizimi, bir marangozun tahtayı yontması, bir torna ustasının torna tezgahında çalışması, tıpkı dostum Mehmet’in operasyon sırasında attığı dikişler, Memo’nun dağa tırmanışı, Selim’in Karatesi, Lemi hocanın eski konakları restora edişi, hepsi de birer sanat eseriydi. İşte kendini bir dine ya da felsefeye adayan insanın da yapması gereken şey buydu sanırım.
Marangozun eseri dolaplar, raflar, mimarın eseri evler, ressamın eseri resim, müzisyenin eseri müziktir. Bir düşünürün eseri ise yaşamdır. Bu nedenle ben Zen ustalarına, Sufilere, Hıristiyan ermişlere din adamı olarak değil yaşama sanatının ustaları olarak bakıyorum. Bir sanatçı sanatındaki ustalığa elindeki malzemeyi işleyerek varıyorsa eğer, yaşama sanatına girmiş insanın da sanatçı ünvanını haketmesi için yaşamı aynı titizlikle işlemesi gerekir. Onun malzemesi ilahi ışıklar, mağarada tefekkür, bir ustanın ya da gururun sözleri değil, yaşamdır! Yaşamı bulup onu işlemeye başladığında Yol’u da bulmuş demektir. İşte o zaman onun için dolmuşa binmek ve dolmuştan inmek bir sanat oluverir.