Oğlum Deniz beni zaman zaman inançlarım konusunda fazla fanatik bulur. Ona inanç sahibi olmadığımı anlatırken zorlanırdım eskiden. Şimdi daha rahatız bu konuda. Onun beni çekinmeden sorgulayan özgür zihnine bayılıyorum.

Bir kaç ay evvel, bana İngilizcem konusunda yardım etmesini rica ettiğimde bu ricamı kabul etti. Mutfakta çay içip kek yiyorduk. Bunun üzerine ona bir dersimi İngilizce anlatmaya başladım ve o da aksanımda ya da dil bilgimde bir hata varsa beni düzeltmeye.

Ona yavaş yavaş maddelerin hızları arasındaki farkın kendilerini nasıl birbirlerine göre yavaş ya da hızlı hissetmelerine neden olduğunu, hızlar eşitlense nasıl aynılaşabileceğimizi, birbirimizde ayrışmanın nasıl yalnızca bir koşullanmaya bağlı olduğunu, eğer buna koşullanmasak hiçbirimizin bir şeyi diğer şeylerden ayrı göremeyeceğimizi, her şeyi tek bir kozmik bütünlük olarak göreceğimizi, ben denilen şeyin bir görme biçimi olduğunu ve bunun gibi şeyleri anlattım. Bir süredir İngilizcemi düzeltmeyi unutmuştu.

“Eee sonra?” diye sordu.

Gülümseyip, “Ben sana ne anlatıyorum biliyor musun?” diye sordum.

“Fizik,” dedi omuz silkeleyek, basit bir gerçeği ifade ediyormuş gibi.

“Hayır Taoizm ve Budhizm,” dedim.

Şaşkın halde baktı. Zaman zaman benim birazcık fanatik bir inanan olduğumu ve hakikati görmeyi reddettiğimi düşünüyordu.

“Ama bu çok mantıklı. Çok şeeey…”

“Bilimsel…?” diyerek aradığı kelimeyi tarif ettim.

“Evet,” dedi ve “Peki sonra?” diyerek anlatmaya devam etmemi istedi.

Ben de ona stresin nasıl yaratıldığını ve insanların stresi nasıl sorgulamadıklarını, bunun nasıl farkında olmadıklarını anlattım. 
Yarım saat sonra durdu ve düşünceli düşünceli kafasını salladı. Bir gerçeği anlamıştı.

“Doğru soruyu sormak gerekiyor,” dedi. “Yanlış soruyu sorarak anlayamayız.”

Başımı sallayıp onayladım ve “Evet, haklısın,” dedim.

“Peki nasıl doğru soruyu sorabilirim?” diye sordu.

“İşte bu doğru bir soru,” dedim Ona.