“Hayal gücü, bilgiden daha önemlidir.”  Einstein

Zamanın sonsuzluğunu, evrenin sırlarının sınırsızlığını ve bütün bunların karşısında da insan yaşamının sınırlılığını düşündüğünüz oldu mu hiç? Mutlaka düşünmüşsünüzdür. Eskiden ben de sık sık böyle şeyler düşünür ve umutsuzluğa kapılırdım. Düşünsenize geçmişteki nice büyük düşünür, bilimci ve bilgiye susamış insanı şu an bildiklerimizi bilebilmek için neler vermezdi. Ve bizler, gelecekteki insanlar tarafından bilinecek birçok şeyi bilmiyoruz. Bu durumda geriye yapılabilecek bir tek şey kalıyor: Elimizdeki bir avuç gerçeğin arasındaki sınırsız boşluğu varsayımlarla ve hayallerde doldurmak! Bu, bazılarımızın din ile, bazılarımızın bilim ile, bazılarımızın da bilinemezcilik gibi birtakım felsefelerele, … Ama hepimizin de şöyle ya da böyle bir şeylerle doldurmaya çalıştığımız bir boşluk.

Lemi Hoca ile aramızdaki oldukça garip bir dostluk vardır. Bazen birkaç ayda bazen de birkaç haftada bir buluşur ve gecenin geç saatlerine dek boşluk doldurmaca oynarız. Bu boşlukların uygun şeylerle doldurulması bizim için çoğu zaman o kadar da önemli değildir. Böyle gecelerden bir tanesinde Lemi Hoca ile dinlerin kökenlerinden konuşurken, pek fazla sağlam ayakları üzerinde durmayan bir konuya yani çok önceleri varolduğu söylenen Atlantis uygarlığı konusuna daldık. Acaba böyle bir uygarlık var mıydı yok muydu diye konuşurken kendimizi birden bire efsanevi Atlantis’in yok oluşu söylencelerini tartışır bulduk. Söylentilere göre Atlantis, Atlantik okyanusunda hatta bazı antik dönem yazarlarına göre Ege denizinde bile olabileceği söylenen kocaman bir kara parçasıymış. Bu kara parçasında günümüzdeki uygarlıktan bile çok daha ileri bir uygarlık varmış. Ancak bilgilerini yanlış bir şekilde kullanan Atlantis uygarlığı sonunda doğanın dengesini bozup kendi yok oluşlarına neden olmuşlar. Dev dalgalar koca kıtayı yutmuş ve fay hatlarının hızlanan hareketleri yeryüzünün yapısında büyük değişikliklere yol açmış. Örneğin; bir zamanlar Atlantisli bilimcilerin deniz kıyısındaki villalarında dinlendikleri Himalayalar günümüzde dünyanın çatısı oluvermiş. Yok yok merak etmeyin şimdi Atlantis uygarlığının (tabii böyle bir uygarlık var olmuşsa) sular altında kalmasını Nuh tufanına, bilim adamlarının Himalayalarda deniz canlılarının fosillerini bulmuş olmalarını da bu söylencenin doğruluğuna bağlayacak falan değilim. Benim ulaşmaya çalıştığım nokta D.N.A.’lar!

Evet, o gece Lemi Hoca ile bütün bu söylenceler üzerinde durup, “Eğer böyleyse acaba şu nasıl olmuştur?” gibi sorularla boşluk doldurmaca oyunumuza renk kattık. Bazılarına(!) göre, Atlantis’in yok olacağını anlayan birtakım bilim adamları kendilerini uyutup daha sonra hesapladıkları bir zamanda uyanarak, Mısır ve Çin gibi büyük uygarlıkların kurulması ve insan ırkının yeniden dünyanın efendisi olmasını sağlamıştır. İşin ilginç yanı her iki kültürde de böyle bir söylenceye denk düşen tamamlayıcı ögeler bulunmaktadır. Bazı bilim adamları ise geleceğe bir tür “mektup” göndermişler. Bu sayede dinlerin kurulmasına yol açmışlar. Birtakım bilimsel ve tarihi bilgiler o çağın insanları tarafından olduğu şekliyle anlaşılamadığı için de bu bilgiler dinlerin içinde birer söylence olarak yer almışlar.

Tartışma bu noktaya vardığında, “Hocam bu varsayım bana biraz zayıf geldi”, dedim.
Lemi Hoca her zamanki rahat tavırlarıyla omuz silkip, “Tabii öyle olmalı. Zaten bunlar birer söylenti”, dedi. “Ama söylentilerin içlerinde birtakım gerçekleri sakladıklarını da unutmamak gerekir.”
“Hayır, hayır” diye atıldım. “Benim söylentilerle bir alıp veremediğim yok. Yalnızca, eğer ben böyle yüksek bir uygarlıkta yaşayan başarılı bir bilimci olsaydım ve daha sonraki kuşaklara bilgi aktarmak gibi bir zorunluluğum ya da isteğim olsaydı, bunu başarmak için daha güvenli bir yol denerdim.”
Lemi Hoca entelektüel bir açlıkla yüzüme bakıp, “Ne gibi bir yol yani?” diye sordu.
“Biraz düşünelim bakalım…” Birkaç saniye düşündükten sonra aklıma ilginç bir fikir geldi. “Evet buldum. Eğer ben olsaydım, bu bilgileri taşlara kazımak ya da kendimi uyutmak yerine insanların genetik hücrelerine işlerdim. Taştan anıtlar yok olabilir, içinde uyudum zaman kapsülü bozulabilir ama D.N.A.’lara kolay kolay bir şey olmaz. Uygun zaman geldiğinde ve uygun şartlar da oluştuğunda insanlar bu tür bilgileri bir tür esin olarak alırlar. Zaten her zaman böyle olmamış mıdır? Peygamberler yalnız başlarına meditasyon yaparken tanrıyı bulmuşlardır, bilimciler buluşlarının çoğunu uyku ile uyanıklık arası bir ruh durumunda keşfetmişlerdir. Tabii genetik hücrelere işlenmiş diğer bilgiler nedeniyle ve o anki şartların etkisiyle bu bilgiler zaman zaman biraz daha sembolik dışa vurumlara bürünmüş olabilirler. Ama sonunda mesaj yerine ulaşmış olur.”
Lemi Hoca tatmin olmuş bir şekilde gülümseyip, “İyi bir düşünce”, dedi.

Gerçekten hiç de fena bir düşünce değil, ne dersiniz? Bu varsayımım doğru olsaydı ne kadar ilginç olurdu öyle değil mi? Şüphesiz ilginç olurdu. Ama hiçbir işe yaramazdı! Neden mi? Çok basit. Eğer bu bilgiler daha önceden varolan yüksek bir uygarlık tarafından genetik hücrelerimize işlenmişse, o zaman da bu yüksek uygarlığın o bilgileri nereden edindikleri sorusuyla karşı karşıya kalırız. Demek ki bütün bu bilgiler başka bir kaynaktan alınmış olmalı. Ama gene de D.N.A.’lardaki bilgileri yabana atmamak lazım. Gerçekten de onlarda depolanmış bir şeyler var. Belki de temel bilgiler başka bir temel yapıtaşına depolanmıştır ama şurası kesin ki o bilgiler burada, her birimizin içinde; onlara zaten sahibiz. Ben bu varsayımımın gerçek olduğunu bana gösterecek pek çok kanıtla karşı karşıya geldim. Belki siz de böyle kanıtlarla karşılaşmış ya da bu kanıtlarla karşılaşıp onları gözardı etmiş olabilirsiniz. Çağlar boyunca bazı insanlar tanrıdan mesaj aldıklarını söylediklerinde, bu mesaj belki de o temel yapıtaşından gelmiş olabilir. Günümüzde tabii ki tanrıdan mesaj alıyorum diyene pek hoş gözle bakmıyorlar. Onun için ben biraz daha akıllıca davranıp, “D.N.A.larımdan mesaj alıyorum”, demeyi tercih ediyorum.

Bu tür şeyler belki de hiçbir zaman net olarak anlayamayacağımız şeyler olabilirler; belki de değildirler. Jung, “eşlemlilik” ve “ortak bilinçaltı” kuramlarını ortaya attığında böyle soyut bir olguyu sistematikleştirmişti. Kuantum fizik bize dinlerin (en azından bazı dinlerin) söylediğine benzer şeyler söylüyor. Yalnızca kullandıkları terminoloji farklı. Hatta ilginç bir teorik fizikçi olan Michio Kaku, “Hyperspace” adlı kitabında bu düşünceyi biraz daha ileri götürerek şunları söylemekten çekinmiyor: “Bu erken dönem mistiklerinin çalışmalarını incelediğimizde aynı zamanda onların araştırmalarında eksik olan parçanın ne olduğunu da çok açık bir şekilde görüyoruz. İddialarının iki önemli kavramdan yoksun olduğunu anlıyoruz: Fiziksel ve matematiksel bir ilke!”

Asıl sorunumuz entelektüel incelemelerimizde genellikle, ya bir tarafı ya da öbür tarafı tutma zorunluluğunu hissetmemiz. Oysa inancıma göre gerçek denilen şey (Lemi Hoca’nın terimleriyle “o neyse”) her şeyde ve her yerde var. Ayrımlar, bizim gibi henüz gerçeği anlayamamış insanlar için geçerli. Hıristiyanlar, Müslümanların, Müslümanlar Musevilerin, Museviler kendi dışındaki herkesin boğazına sarılıp duruyorlar. Acaba İsa, Musa Muhammed ve Buda bir araya gelselerdi birbirlerinin boğazına yapışırlar mıydı? Hiç sanmıyorum!

 

Aslında yanlış anlayışımızın bir nedeni de bakış açımızdan kaynaklanıyor. Yaradılış efsaneleriyle uğraşırken Taocu bir usta olan Mantak Chia’nın bir kitabıyla karşılaşıncaya dek şu ünlü sözün altından bir türlü kalkamamıştım: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı.” Ne demek oluyor şimdi bu? Yani tanrının eli, yüzü, ayağı, sakalı filan mı var? (Gerçi Rönesans ressamlarına göre öyle ama, ne yapalım bu da onların sorunu.) Dişi mi erkek mi? Tabii ki böyle bir şey olamaz. Çünkü eğer insan suretindeyse o zaman, her şey olma özelliğini kaybeder. Dişi ya da erkek kimliğindeyse o zaman, bir diğeri olamadığı için her şeye kudretinin yetmesi özelliği ortadan kalkar.

Evet işte aklımda bunun gibi sorular dolaşıp duruyordu. Aslında bu sorular tanrının insan suretinde olup olmadığına yönelik sorular değil, yalnızca, neden böyle bir kelam edilmiş olduğuna yönelik sorulardı. Sonunda aradığım yanıtı buldum. Mantak Chia Taocu yaradılış efsanesini anlatırken şunları söylüyordu: “Yüksek Ben, Kozmik Partiküller ya da Ch’i enerjisi doğanın ikinci gücüdür. Kozmik dalga/partiküller (Işık parçacıkları) enerjiden maddeye dönüşerek yıldızları ve gezegenleri oluşturan Orijinal Ch’i’nin(2) parçasıdır. Dünya ile ay arasındaki benzersiz manyetik etki bu partiküllerin tıpkı bir toz gibi atmosfere dağılmasına neden olmuştur. Taocu inanışa göre insanın bedeni tıpkı Kutsal Kitap’ta anlatıldığı gibi bu topraktan oluşmuştur.(3)

(2) Bunu Wu Chi ya da Tanrı olarak da adlandırabiliriz.
(3) Mantak Chia, Maneewan Chia, Awaken Healing Light of the Tao, Healing Tao Books, 1993, s.20

… Evreni ve dünyayı biçimleyen Ch’i ile insanı biçimleyen Ch’i temelde aynı Ch’i’dir. Bu eski Çinli düşünürler tarafından şöyle anlatılmıştır: “Wu Chi (Yüce Boşluk) Ch’i’den oluşur. Ch’i, varlıkları meydana getirmek için yoğunlaşır. Varlıklar çözündüklerinde Wu Chi’ye geri dönerler. Eğer Ch’i yoğunlaşırsa görünür hale gelir ve fiziksel madde oluşur. Bu nedenle Ch’i hem yoğunlaşmada hem de çözünmede vardır. Her doğum bir yoğunlaşmadır ve her ölüm bir çözünmedir. Doğum bir kazanç, ölüm ise bir kayıp değildir.” –Zhang Tsai (M.S. 1020–1077)

İnsanoğlu yerin ve göğün Ch’i’sinin sonucunda var olur. Yerin ve göğün Ch’i’sinin birliği insanoğlu olarak adlandırılır. –Basit Sorular, 25. Bölüm.

Çin Tıbbının Temeli adlı eserinde Giovanni Maciocia bu olguyu şöyle açıklamaktadır: Çinlilere göre insan Ch’i’sinin yoğundan hafife, hızlıdan yavaşa pek çok farklı “türü” vardır. Bununla birlikte bütün farklı Ch’i türleri gerçekte yalnızca bir tek Mutlak Ch’i’nin farklı görünüşleridirler.

Eski Ahit’in Yaradılış Kitabı’nda “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” der. Aynı şekilde Çin düşüncesi de, insanoğlunun evrenin mikrokozmosu olduğunu söyler.

İşte bu yukarıdaki yazıyı okuduğumda her şey bir anda yerli yerine oturuverdi. Tanrı bizi gerçekten de kendi suretinde yarattı. Zaten bunun tersi düşünülemez bile. Dahası yalnızca biz değil, her şey tanrının suretinde. Ama bunu görmek için bakmayı bilmek gerek. Zihnimizde peşin yargılar, taraf tutmalar gibi şartlanmalar olduğu sürece gerçeği kavrayamayız. Çünkü gerçek yalnızca bütün olarak görüldüğünde gerçek olur. Eğer onu parçalara bölmeye kalkarsak o zaman kendi içinde çatışmaya girmiş gibi görünür. Olaya bütüncül bir açıdan yaklaştığımızda ise her şey yerli yerine oturuverir. Dolayısıyla bütüncül bir bakış açısına sahipsek Taocuların Ch’i’si, Tibetlilerin Lung’u, Kızılderililerin Neyatoneyah’ı, Buşmanların Num’ı, Mısırlıların Ka’sı, Hinduların Prana’sı, Musevilerin Ruh’u, Müslümanların Barraka’sı, Reich’ın Orgon’u, Parçacık Fiziğinde ışığın hem parçacık hem de dalga olma özelliği ve maddenin boşluktan oluşmuş olması aynı şeyler oluyor. Ama eğer tek yanlışsak o zaman, ruh kavramı ilkel bir inanış ya da teorik fizikteki paralel evrenler kuramı kafirlik oluveriyor.

Bir süre önce birkaç arkadaşımla sohbet ederken, Müslümanlık ve Mısır Uygarlığı gibi konulara meraklı olan arkadaşım şöyle bir soru sordu: “Tanrı’nın yapamayacağı bir şey var mı?”
Bazılarımız bu soruyu düşündü, bazılarımız ise hemen “tabii ki yok” deyiverdi.
Bunun üzerine soruyu soran arkadaşım, “Peki tanrı kendinin aynını yaratabilir mi, yani iki olabilir mi?” diye sorunca ortalıkta bir gümbürtü kopuverdi. Siz ne dersiniz “Tanrı kendinin aynını yaratabilir mi?”
İşin komik yanı bu soruya evet desek de hata yapmış olacağız hayır desek de. Hayır dersek ortaya tanrının sınırlı bir varlık olduğu gerçeği çıkacak, evet desek o zaman da tanrının bir olmadığı. Tam bir Zen koanı! Bu koanın yanıtını vermeye hiç niyetim yok! Ama eğer bir yanıt vermem gerekseydi herhalde iyi bir kahkaha patlatırdım.

Geçenlerde Gary Zukav’ın “The Dancing Wu Li Masters” adlı, kuantum fizik ile ilgili kitabını okuyordum. Kitapta ilginç bazı düşünceler vardı. Size bu düşüncelerden ilginç birkaç örnek vermek istiyorum. Gary Zukav, bir atomaltı parçacığının boşluktaki bir bölgeden ibaret olduğunu söylüyordu. Bu atomaltı parçacıklar zaman zaman kendi başlarına karar vermişler gibi garip bir hareket yapıveriyorlar. Ama işin en ilginç yanı bir diğer parçacığın da, aralarında inanılmaz bir mesafe olmasına karşın iki parçacığın rasgele hareketi eş–zamanlı olarak tekrarlaması. Bu, teorik fizikçilere atomaltı parçacıklar arasından ışık hızından çok daha hızlı bir iletişimin olduğunu düşündürüyor. Buradan yola çıkarak bazı biyologların bir tek bitki hücresinin tüm bitkiyi yaratma gücüne sahip olduğuna inandıklarını anlatıyor. Aynı zamanda teorik fiziğin felsefi varış noktalarından bir tanesine göre evrendeki her şey, bizler de dahil olmak üzere, bağımsız birer varlıkmışız gibi görünmemize karşın, her yana yayılan organik bir örgünün parçalarıyız. Bu parçalar öylesine iç içe geçmişler ki biri diğerinden asla ayrılamıyor ve gerçekte parça diyebileceğimiz hirbir şey bulamıyoruz. Bu açıdan baktığımızda atomaltı dünyasını inceleyen bir fizikçi “doğayı inceleyen doğa” oluveriyor. İşte olaya böyle yaklaştığımızda da o zaman Taocu ustanın şu şiiri birdenbire anlam kazanıveriyor:

Yabani kuşlar ağaç dallarında
Şarkılarını şakırken
Sesleri, pirlerin mesajlarını taşır.
Dağlardaki çiçekler tomurcuklandığında
Tüm anlamları kokularıyla birlikte gelir.
Chang Chung–yuan

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.