“İyi Denizciler, Çetin Denizlerden Çıkar.”

Bu yazının ilk birkaç paragrafında benden hiç hoşlanmayacaksınız. Ukalanın teki olduğumu, spiritualizm el kitabı gibi konuştuğumu düşüneceksiniz biliyorum. Yine de biraz sabır istiyorum sizden. İlerledikçe dürüst, açıldıkça içten bir yazı okuyacağınıza söz veriyor ve azcık dişinizi sıkmanızı istiyorum.

İnsanların en fazla sorguladıkları şeylerden biri yaşamın adaleti ve başımıza gelenlerin anlamıdır.

Neden daha şanslı bir ailenin değil de böyle bir ailenin bireyiyim?
Neden gözlerim iri ve ela değil de küçük, birbirine yakın ve mavi?
Neden bu kadar kısa boyluyum?
Neden güzel şarkı söyleyemiyorum?
Neden bütün ailem bilimle uğraşırken ben matematiğe yeteneksizim?
Neden daha iyi bir işim yok?
Neden kanser oldum?
Neden bütün aksilikler beni bulur neden?

Genellikle de işler kötü gidince aklımıza gelir neden, niçin diye sorgulamak yaşamı. ”İnsanlar iyi şeylere layıktır. Schweppes sizlere iyi şeyler sunar” türü reklam cıngılları ile dolu kafamız bir türlü almaz, neden bazen de kötü (dediğimiz) şeyler olduğunu…Yaşam bizim için bir dramlar silsilesidir. Birinden çıkar öbürüne batarız. Kendi yaşamımızın dramları olmasa, dünyanın dramları hayrete düşürür, ürkütür, isyan ettirir bizi. İsterizki hayat hep keyifle içilecek soğuklukta, yüzümüzü buruşturmayacak ama içimizi de baymayacak tatlılıkta, ve tercihan üzerine bir adet taze nane yaprağı konmuş bir bardak limonata kıvamında olsun.

Tanrı dünyayı en mükemmel tasarımı olan insan için yaratmıştır diye böbürlendirici bir varsayıma tutunmuşuzdur taa derinden. Ama NEDEN diye sormayız.. Yani dünyayı yaratmıştır da, noolmuştur? Bunca dramın yaşandığı bir yer, nasıl Tanrı’nın mükemmel tasarımı için yaratılmış bir mekandan, bir cehenneme dönüşmüştür. Ya bizler, nasıl böyle kusurlu, acınacak, sefil hale düşmüşüzdür taa tepelerden? Peki Tanrı o kadar güçlüdür de neden bir dur dememektedir bu olanlara? Yoksa herşey tepeden ve uzaktan bakınca iyi ve yolundamı görünmektedir? Daha beteri tanrı manrı yoktur da, biz kendimizi mi keklemekteyizdir, sevgi, ilahi düzen, kutsal adalet filan diye…

elifanakusMükemmel bir kas yapısı olan bir insan düşünün, sürekli o mükemmeliğin üstüne yatsa, hiç antrenman yapmasa, sürekli abur cubur yese ve içse, bir süre sonra o mükemmel kaslar neye dünüşür acaba… Birçoğumuzunki gibi bir yağ torbasına! Yağtorbalarını eritmek için ne verilir? Sıkı bir diyet ve fiziksel antrenman.

İşte tam da bu yüzden dünya, kutsallığını unutmuş, kendi yarattığı dramlara teslim olup hafızasını kaybetmiş insanın, zorlu antrenmanlarla denenmesi için dizayn edilmiştir. İnsanın karanlığın orta yerinde içindeki ışığı hatırlayıp, sadece onu izleyerek yolu bulmayı yeniden öğrenebilmesi için, tam da ihtiyaç duyulan mekandır dünya. Çünki zorlu denizlerdir aslında iyi denizcileri yaratan…

Kızıma hamile kaldığımda 31 yaşındaydım ve hayatım keyifli bir dengedeydi. Onu doğurmak konusunda aldığım karar ise ekonomik, sosyal, aşksal, işsel her türlü düzenimi alt üst ediyordu. Ama ben bu çeşmenin suyundan içecem dedim. Ve onu dünyaya getirdim. Bu seçimi yaparken bayılmıştım kendime.. Hem güçlü, hem yürekli, hem sevecen, hem yaşama saygılı, hem duyarlı, hem emektar, felan, felan.. Yani şahane biriydim ben! Ve kızıma çok iyi bir anne olacaktım. Hamileliğin uzun geceleri boyunca; ”Allahcım, beni bu çocuğa layık olabilecek kadar olgun, sabırlı, ona yaşamımla örnek olabilecek kadar iyi yürekli ve cesur, onu her durumda anlayıp gereken desteği verebilecek kadar duyarlı bir insan yap” türü bir alay kulağa hoş gelen şeyi tüm kalbimle istedim.

Elif Hanım, tatlı bir sonbahar günü dünyaya teşrif etti. Dalından düşmüş tazecik bir kayısıya benziyordu. Gözleri ışık saçıyor, gülüşü gönül çeliyordu.. İnsanlar yolda bizi durdurup bebek arabasında onu çıkartıyor ve dakikalarca bizimle beraber yürümek istiyorlardı. Çok harika bir gelişim çizgisi gösterdi. Taa ki 18 aylık olup hala ”Anne” ya da ”Ekmek” gibi herhangi bir sözcük kullanmadığı dikkatimizi çekene kadar. Doktor otizm teşhisini koymakta hiç zorlanmadı. Daha doğrusu şöyle bir baktı ve ”Hııımmm tipik tipik.. yani çok net bir otizm vakası” dedi.

NE DEDİĞİNİ BİLMİYORDU O DOKTOR!!!!!!!

Onun anjin, kulak iltihabı türü bir teşhisi koyarcasına rahat söylediği bu sözcüklerin benim için taşıdığı anlamı bilmiyordu…

BEN BUNA LAYIK DEĞİLDİM TAMAMMI!!!!!

Ben bu çocuğu dünyaya getirmek için birsürü şeyi göze almıştım bi kere… Ona hamile olduğum süre boyunca kendime çok dikkat etmiştim. Kendimi manen geliştirmeye, O’nun için mükemmel bir anne olmak adına öğrenmem gerekenleri öğrenmeye çalışmıştım. Hep dua etmiştim. Sağlıklı, akıllı, iyi kalpli, yaşadığı dünyaya yararlı bir insan olması için… Ben bir sanat eseri gibi işleyerek büyüteceğim ve dünyaya hediye edeceğim bir çocuk hayal etmiştim!! Ama elimde iletişim özürlü, belki yaşamı boyunca bana bağımlı olacak bir çocuk vardı. Bu bir aldatmacaydı, evrensel bir komploydu… Bu mümkün değildi. Olamazdı!

AMA OLMUŞTU.

Ben – imkansız nedir bilmeyen ben – ona hiç ulaşamayabilirdim..

Ben – herşeyi konuşarak çözme sevdalısı geveze ben – onunla hiç iletişim kuramayabilirdim..

Ben – dokunma budalası ben – kızım bana hiçbir zaman sevgiyle sarılmayabilir ve ben onu her öpmeye çalıştığımda beni itebilirdi..

Kitaplar yürek burkan ayrıntılar veriyorlardı otizm ile ilgili..

Başka anne babalar çocuklarından öğünerek bahsederken ben bir ömür köşeye çekilip ağlayabilirdim

Ben bütün bunları haketmek için ne kötülük yapmış olabilirdim?? Birden herşeyin büyüsü bozulmuştu. Ve ben kendimi çok değersiz,çok haksızlığa uğramış, çok kızgın ve umutsuz hissediyordum. İşin gerçeği ettiğim duaların ve yaptığım seçimlerin farkında değildim ben…

”Allahcım, beni bu çocuğa layık olabilecek kadar olgun, sabırlı, ona yaşamımla örnek olabilecek kadar iyi yürekli ve cesur, onu her durumda anlayıp gereken desteği verebilecek kadar duyarlı bir insan yap” buydu benim isteğim. Ama eksiklerim vardı. Hem de çok…

Ben kızıma iyi bir anne olabilmek için, BİR SABAH BÖYLE BİR İNSAN OLARAK UYANMAYI İSTEMİŞTİM. Bunları ”OLMAYI” bana birlikte yaşadığımız her gün öğretenin sevgili lokumiçam, yunuscuğum, baldan tatlı Elif’im olacağını bilmiyordum..Ben onu anlamayı, ona onun istediği gibi dokunmayı, onu hırpalamadan yönlendirmeyi, onu sevgiyle büyütmeyi öğrenirken, dualarımda çağırdığım güzel nitelikleri azcık ucundan da olsa kazanacağımı, ve benim ona doğru attığım her adımla birlikte Elif’imin de topraktan başveren bir filiz gibi yavaş yavaş yüzünü iç dünyasından dışarıya döndüreceğini hiç düşünmemiştim. Ben o seçimleri yaparken, çocukların ailelerini eğitmek için çok ilginç giysiler seçerek dünyaya gelebildiklerini hesaba katmamıştım.

Benzer bir meydan okumayı babam kanser olduğunda da yaşamıştım. İşimin en yoğun olduğu dönemde sürekli çalışılan gündüzler ve ardından hiç uyunmadan hasta bakılan geceler. Bazen kendime acımaktan, hasta ciğerleri nedeniyle giderek nefes alamayan babama acımayı unuturdum. Sevgi hakkında aldığım ilk zorlu dersti. O zamanki aklım ve cesaretimle ne kadar olabiliyorsa o kadar anlamlandırıp, o kadarını öğrenerek çıkmıştım.
Ve şimdi o zamandan eksik kalan dersleri kızım aracılığıyla sunuyor bana evren. Bazen hatırlayabiliyorum bunu, bazen yapmam gerekeni farkedip yapabiliyorum. Bazen de yerçekimi gökçekimine galip geliyor. Gömülüveriyorum karanlık sulara. Kızım şahane bir varlık. Evimin içini ışıkla dolduruyor. Ve ona baktıkça sevgiden kalbimin yarılacağını zannediyorum. Kendine özgü yetenekleriyle beni şaşkınlığa sürüklüyor kimi zaman. Ama hala yaşıtlarının kendilerini ifade ediş seviyesi ile onun durumunu karşılaştırdığımda umutsuzluğa kapıldığım, atmamız gereken adımları düşünüp korktuğum, hiç bitmeyecek bir yolda yürüyor gibi hissettiğim günler oluyor. Okuldaki öğretmenler, gittiğimiz yerlerdeki insanlar, onu anlamadıkları zaman çıkan problemler, verilen tepkilerden dolayı telaşa ve bazen kızgınlığa kapılıyorum. Hatta bazen de nefret ediyorum insanlara bu durumu açıklamak zorunda kalmaktan. Hala kendime ve kızıma acıyabiliyorum.

Sonra birlikte yürüdüğümüz yola bakıyorum. Ve o zaman kızımın özel durumunun benim ve onu seven, ona yardımcı olmaya çalışan birçok kişinin büyümesinde çok önemli bir tetikleyici olduğunu anlayabiliyorum. Bu yolu onunla sonuna kadar yürümek için kibirim, bencilliğim, kolaycılığım, aceleciliğim, küskünlüğüm, korkaklığım, tembelliğim gibi içimde varolan gücün ortaya çıkmasını engelleyen birikintileri nasıl da hızla eritmem gerektiğini görebiliyorum. Sevgiyle eğiten bir öğretmenim var benim. Ben onunla birlikte kendimi ve tüm evreni olduğu gibi sevmeyi ve yaşama emek vermeyi öğreniyorum.

Tıpkı kendilerine sunulmuş dramlarının azgın denizlerinde cesurca yolu arayan ve kalbinin ışığından başka bir feneri olmayan milyarlarca insan gibi… Teşekkürler deniz!