Geçtiğimiz hafta, hiç de sorumluluk payına sahip olmadığı bir sebeple, neredeyse yaşamının tamamını kendisini ait hissettiği topraklardan uzakta yaşayan Ertuğrul Osman’ın öyküsüne şahit olduk. Sürgünde yaşayan son Osmanlı Hanedanı Ertuğrul Osman, neredeyse asırlık yaşam öyküsünün ulaştığı noktaya şaşkınlıklar içinde bakıyormuş. Bunu ben söylemiyorum. Medyadan -kendisiyle aynı şaşkınlığı paylaşmadan- izleyerek öğreniyorum. Amacım güncelliğini yitirmiş haberleri aylık bir dergide yinelemek değil. Bu nedenle işin haber kısmını geçip bana düşündürdüklerini yazmakla yetineceğim.

 

Alışılmış dünya düzeninde, adına sınır denilen sanal ayraçlar içinde yaşıyor insanoğlu. Birileri diğerlerine “onlar” deyip duruyor. Türkler Yunanlılara, İsrailliler Filistinlilere, Kürtler Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan diğer vatandaşlara “onlar” derlerken, belki de karşı tarafın da kendilerine “onlar” dediklerini unutuveriyorlar. Her yerde bir “onlar” kavramı var gibi. Bazı “onlar” düşman, bazıları dost ve bazıları da “olsa da olur olmasa da olur” tadında ulusların gözünde. Avrupa Devletleri kendi aralarında bu ayrımı çözmüş gibi görünse de, özellikle AB’nin üç güçlü devleti kendi toprakları içinde yaşadıkları ırkçılık sorunlarını çözmekte oldukça zorlanıyorlar.

Ayrılık bilinci içinde yaşayan insanoğlu, kendi sınırları içine istediğini kabul edip, istediğini dışlamakta özgür davranıyor. Binlerce yıldan bu yana öğrenilmiş olan “yeterince yok” bilinci, “kaynakların az olduğuna” geliştirilmiş sabit inanç, hep bir kavganın tetikleyicisi olarak yoluna devam ediyor. Belki de “ediyordu” demek daha doğru olur. Gelişen insan bilinci son yıllarda pek çok şeyi ciddi ve derinlemesine sorgulamaya başladı. Her geçen gün biraz daha fazla insan “neden filanca yerde yaşayan akrabalarımı ziyarete gitmek için mal varlığımı ispatlamak ve adına vize denen izni almak zorunda bırakılıyorum” sorusunu soruyor. Başkaları “neden komşu ülkemde bu kadar zenginlik varken, benim ülkem açlık sınırında yaşayan milyonların sorununa çözüm bile arayamıyor” diyor ve tabii benzeri sayısız soru uçuşuyor insan zihninde. Bireylerin içinde başlayan bu sorular giderek yüksek sesle soruldukça, aynı görüşü paylaşan insanların aslında hiç de azınlıkta olmadığı, beşeriyetin büyük bir bölümünün sınırlardan ve sınıflardan rahatsız olduğu anlaşılıyor. “Devrim bir dip dalgası gibidir, kendiliğinden gelişir” demişti ya adı malum kişi, sanırım şimdi tüm insanlığı değiştirecek bir devrim var sırada. Onun dediği gibi sınıfları yok eden değil, “yok bilincini” ortadan kaldıracak bir devrim. En büyük birliği özlerken, daha da büyük bir ayrımı ortaya koyanları da utandıracak bir devrim.

Bana göre, bizlerden binlerce yıl önce ortaya çıkan “ayrılık bilinci” giderek önemini yitiriyor. Yerini daha güçlendirici ve cesaretlendirici olan “BİRLİK bilinci” dolduruyor. Bu yüzden ben büyük bir umutla beklemekte olduğum bu devrime “BİRLİK Devrimi” demek istiyorum. (Der misiniz ki bir gün bu kavram literatüre girer de ben de çok ünlü oluveririm J) Kansız, silahsız, korkusuz bir devrim. Sevgiden kaynaklanan, koşulsuz sevginin devrimi. Sınıf farklarını görüp bundan çıkar sağlayacakların değil, diğerinin yetersiz kaldığı noktaları görüp tamamlamaya çalışacakların devrimi…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk gününün koşullarında yapması gereken ne idiyse onu yaptı. Zaten çökmüş olan 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nu devam ettirmeye çalışmak, bugün içinde yaşadığımız topraklara ve üzerinde bulunan insanlara ihanet etmekten başka bir anlam taşıyamazdı. Amacım yaptıklarını eleştirmek değil. Hem zaten ben böylesi büyük ve başarılı bir önderin yaptıklarını eleştirecek kadar büyümedim henüz. Bu, eskinin yıkılıp yeninin yapılandırılması, yeni bir süreç başlattı. Ben her sürece “açılan çember” demeyi uygun görüyorum kendimce. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu yeni bir çemberin açılışını başlattı bana göre. Elbette bu ulusumuzu ilgilendiren en büyük çemberken, içinde toplulukları, aileleri ve bireyleri ilgilendiren sayısız çember de, bu büyük ana çemberin içinde yer alıyorlar.  Osmanlı Hanedanı’na ait üyeler başka ülkelere gitmek zorunda kaldılar örneğin. Bazı Türk dostlar ise artık kendilerine ait olamayan topraklarda, kültürlerde yaşamaya, bilmedikleri dilleri konuşmaya –belki de kendi rızalarıyla, ancak çoğunlukta başka seçenek bulamamalarından- zorunlu oldular. Yıllar sonra kapılar zorla da olsa açılana dek yaşayacakları istemedikleri yönetimlere mahkum oldular.

Geçtiğimiz Haziran ayı açılmış ve tamamlanmamış tüm çemberlerin kapatılabilmesi için gerekli enerjiler oluştu ve çevreye yayılmaya başladı. “Yağmur yağınca herkes birlikte ıslanır” derler ya… öyle bir şey bu işte. Bireysel, ailesel, toplumsal, her nasıl olursa olsun, açılan tüm çemberler birer birer kapanacak artık. Öyle OL’sun… (Tamamlanmamış ne kadar ilişkiniz varsa, her biriyle karşılaşıp yüzleşmeye hazır olun. Aile içi kavgalar, eş ya da sevgiliyle yarıda bırakılmış sorunlar, arkadaş arası gereksiz dargınlıklar… yaşamınızda yarım bıraktığınız ne kadar ilişki varsa, her biriyle bir gün bir yerde karşılaşıp, sorunları çözünceye dek bir arada kalmaya hazırlayın kendinizi.)

Nedir bu çember işi, neden kapanmalı diyenleriniz var elbette. Efendim, bu bir başlangıç ve son meselesi. Bir şey başlamışsa, sonsuzluğa dek sürmesini bekleyemeyiz. Öyle ya da böyle bir son olacaktır. Her türlü enerji spiral biçiminde hareket ediyorsa eğer, bir sonraki daha yüksek halkaya ulaşabilmek ancak bir önceki halkanın tamamlanmasıyla olanak kazanıyor.

Ertuğrul Osman ““Neden bu ilgi? Ben zaten kendimi hiçbir zaman Türklüğümü kaybetmiş görmedim ki! Sürgüne gittik diye bir şey değişmedi. Ben Türk’tüm, Türk doğdum ve Türk olarak öleceğim” demiş (Sabah Gazetesi, Aslı Aydıntaşbaş Röportajı, 22/07/2004).

Elbette nasıl doğduysa öyle ölecek. Ancak, yaşamının çok uzun yılları boyunca “seyahat belgesi” ile ziyaret edebildiği ve kendi ulusuna ait olan toprakları, yine kendi ülkesine ait pasaport ile ziyaret edebilmesi, ona başkaca özgürlükler kazandırıyor. Şu andan başlayarak isterse yaşamının geri kalan kısmını Türkiye Cumhuriyeti topraklarında geçirebilir, doğduğu yerde ölüp, orada atalarının yanına gömülebilir. Dilerse her gün, başka ülkelere giriş çıkış yapabilir. Önceden en fazla üç ay içinde kalabildiği topraklar, artık kendi evi gibi olduğundan içinde ne yapmak istiyorsa onu yapma özgürlüğü elde etti. Kendisine hayırlı OL’sun diyorum.

Bu durum sadece Ertuğrul Osman’ın çemberini kapatmak gibi duruyorsa da, daha geniş açıdan bakıldığında, tüm Türk Ulusu’nu da yakından ilgilendirdiğini görebiliriz. Hepimizin bildiği bir gerçek var ki, aslında Osmanlı Hanedanları’ndan neredeyse hiç biri gerçekte Türk değildi. Hemen hepsinin anneleri başka ülkelerden (çoğunlukla kendi rızaları dışında) getirilip Türkleştirilmiş hatta Müslümanlaştırılmışlardı. Bizler bir yandan Türk olmakla öğünürken öte yandan Türk olmayanlar tarafından yönetilmeyi seçmiştik bir anlamda.

Şimdi bakıyoruz, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve TC kimliğine sahip herkes Türk’tür demekten başka bir şey gelmiyor elimizden. Evrende hiçbir şey rastlantısal değildir. Hele hele dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğunu kurmuş ve 600 yıl sürmüş bir ulusun yöneticileri aslında dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş “dünya vatandaşları” olsun ve buna rastlantı diyelim.

Yok yok… bu işte bir iş var. Bugün Avrupa Birliği ya da Birleşmiş Milletler dediğimiz toplulukların önceki modelini yaratmak için açılan evrensel çemberde yerimiz büyük oldu bence. Üstelik baksanıza Avrupa, Afrika ve Asya arasında bir BİRLİK olgusundan söz ediyoruz. Belki de, en büyük çemberi kapatmanın ilk adımları Ertuğrul Osman’a vatandaşlığını iade etmekle atılmıştır. “Ayrılık bilinci” halkasının tamamlanıp, bir üst halkada yer bulacağına inandığım “BİRLİK bilinci” çemberi.

İster misiniz iade edilen bir pasaport dünya vatandaşlığı kavramının temel taşını oluştursun…..

Zeynep Alan Sevil Güven