Geçtiğimiz sayılardaki röportajlarımızı okuyan bir okurumuzun bir mailinde yazdığı satırlardan alıntı yaparak başlamak istiyorum bu sayıdaki sohbetimize. Okurumuz demiş ki: “Cem Bey’in bazı yazılarını ve röportajlarınızı okudum… Biraz katı buldum….. Sanki aşk ve sevgi eksik gibi geldi. Program, metod, öğreti falan filan….hepsi tamam da, ne için bütün bunların hepsi?” Bu noktadan yola çıkarak sormak istiyorum: Senin aktardığın öğretilerde aşk ve sevgi nerde? Yoksa herşey kaskatı bir metodlar bütünü mü?
Asla kaskatı metotlar bütünü değil. Eğer her şey yalnızca yöntemden oluşsaydı ya da tam tersine her şey yalnızca sevmekten oluşsaydı hayat çok kolay olurdu; ama mesele bunların ikisini uygun kıvamda karıştırmayı becerebilmekte. Bu konuda Taocuların ateş ve su benzetmeleri vardır:Ateş şehvet ya da dünyevi anlamda hareket, belki de bu anlamda metot gibidir. Su ise duygular, sevgi ve şefkat anlamına gelir. Bütün mesele suyun ve ateşin uygun karışımındadır. Eğer biri fazla olursa çok ciddi bir dengesizlik yaratılır. Bunu ruhsal çalışmalarda çok sık görüyoruz. Bazı insanlar yalnızca sevgiden bazıları ise yalnızca teknikten bahsedip duruyorlar. Ne yazık ki mesele bu değil. Tüm evren sevgi üzerine dönerken nasıl her şeyi metoda indirgeyebiliriz ki? Hatırlarsan ben yolda olmak aşık olmaktır demiştim.Fakat bir kez daha şunu da eklemeliyim: İnsanlar bir takım kavramları çok ezbere kullanıyor ve üzerinde hiç düşünmüyorlar. Sevgi de bunlardan bir tanesi. Ruhsal yolculuğun ilk adımlarından bir tanesi dairevi ve kısır döngüye takılmış düşünceyi bırakıp lineer, bir çizgi üzerinde ilerleyen ve gelişimci düşünce modeline geçmeyi gerektirir. Bu düşünce tarzına geçiş yapıldığında o zaman bu kavramlar daha iyi yerine oturacaktır. Bu arada Ölümsüz Destanlarının 2. Kitabı Daimon, tümüyle sevgi meselesi üzerine bir kitap olacak.
Aslında ben de senin gibi düşünüyorum bu konuda. Sevgi kavramı çok ayağa düşürülüyor, bir nev’i kavramsal yalamaya uğruyor. Bu birçok kavram ve ifade için de geçerli. Mesela “içinizdeki sesi dinleyin” o kadar yalama oldu ki artık gerçek mesaj kimselere ulaşmıyor. Dinlemiyor bile insanlar böyle mesajları çünkü evrenin temeli olan sırları sticker haline getirip, dolarplarımıza yapıştırıyor veya komedi filmlerinde malzeme edip dalga geçiyoruz. Halbuki en ihtiyacımız olan halen o bilgiler.
Evet doğru söylüyorsun. İçimizdeki ses, yüreğinin götürdüğü yere git, sevgi, zaten orada değil miyiz ve bütün bu sloganları uzattıkça uzatabiliriz. Zaman zaman insanlar bana yazıp “bu işin kısa yolu nedir?” gibi sorular soruyorlar. Kısa bir yol yok ki. Keşke olsa. Bir insanın enerjisinin gelişimi ile çam ağacının gelişimi bire bir aynı süreyi alıyor: 7 sene. İster günde 15 saat çalış ister 2 saat, bu süreyi kısaltamıyorsun. Enerji kendini 7 senede olgunlaştırabiliyor. Yapacak bir şey yok. Kavramlar çok önemli. Kavramlar bizim gerçekliğimizi kurmamıza yardımcı oluyorlar, bu nedenle kavramlar üzerinde düşünmeli ve ardından kavramların arka planındaki boşluğa ulaşmayı başarabilmeliyiz. Ruhsal çalışmaların çok önemli önşartlarından bir tanesi de gevşeme ya da daha doğru bir şekilde ifade edersek çözünme. Bunun nedeni olguların temel itibariyle yaratıcı boşluktan oluşması. Çin felsefesinde bu durum Song kavramı ile ifade ediliyor. Song, yaratılan orijinal kaynağa doğru çözünmek ya da erimek anlamına geliyor. Örneğin, bedenimizi gevşetirken song olmaya çalışıyoruz. Ünlü bir T’ai Chi eğitmeni öğrencilerine sürekli olarak Song der dururdu. “Song olun, eğer birazcık bile song değilseniz o zaman hiç song değilsiniz,” derdi. Sonra bir gün bir rüya görmüş, rüyada kolları yokmuş. “İşte o zaman song’un ne olduğunu anladım,” demiş. Bedenimize song uygulamaya başladığımızda onu çözündürürüz. Dıştaki bir gevşeme yeterli değildir. Bir süre sonra en alttaki kaynağa, yani boşluğa ulaşırız ve orada enerji buluruz. Buna kong jing denir. Yani boşluğun enerjisi. Akıl almaz güçlüdür. Her şeyi yapabilirsin o enerjiyle. Elbette doğru yöntemi bilmek kaydıyla. Kavramlar için de geçerlidir bu durum. Meditasyona oturduğumuzda bir şeyler hayal etmeyiz, kafamızda güzel bir manzara filan da canlandırmayız. Kavramları izler ve ardından onları çözündürüp ardındaki boşluğa ulaşırız. O boşluk bize aynı zamanda kavramların gerçek doğasını anlatır. Oysa bakıyorum herkes meditasyon yapıyor. Ne yapıyorsunuz dediğimde bana neler hayal ettiklerini anlatıyorlar. Ama meditasyon tam kelime karşılığı olarak “Arada durmak” anlamına gelir. Yani yaşamla ölümün, geçmişle geleceğin, varlıkla yokluğun arasında olmak. Bir şey hayal ederek bu nasıl mümkün olabilir ki?
7 sene dedin de bir insan 7 senelik sürece başladığını nasıl anlar peki? Her spiritüel kitap okumaya başlayan bu süreçte midir?
Hasan, aslında ruhunda bir çağrı duyan herkes bence ruhsal gelişim yolunda ilerlemek için bir adaydır. Bu nedenle, insanların uyguladıkları teknikler hatalı bile olsa ben bu insanların tamamının, bu yaşamda ruhsal gelişim yoluna adım atmış ve burada ilerlemek üzere çalışan insanlar olduklarına inanıyorum. Bu insanlara büyük bir sevgi duyuyorum. Ama zaman zaman çok öfkelendiğim de oluyor. Bu öfke eşitin olan birisine duyduğun öfke değil de daha çok çocuğuna ya da sevgili öğrencine duyduğun öfke gibi bir şey; yani içinde şefkat olan bir öfke (biliyorum çoğu zaman dışarıdan öyle görünmüyor). Hatalı yollarda yürüyenleri gördüğümde üzülüyorum, onları hatalı yollara çekenleri gördüğümde kızıyorum. Uzattığımı biliyorum ama söylemek istediğim bir işi başarmaya aday olan insanı, uyguladığı yönteme bakarak değerlendirmemizin doğru olmayacağı. Yani günümüzde ruhsal yolda ilerlediğini söyleyen ve hatalı yolda ilerleyen bir insan elbette ki ruhsal gelişime adaydır. Yalnızca hatalı yöntemi kullanıyordur. Bizim görevimiz ise kalbimizdeki şefkat ile onlara doğru olan yolu göstermeye çalışmak. Elbette zaman zaman öfkelendiğimiz, üzüldüğümüz ya da kalabalıklardan uzaklaştığımız zamanlar olacak. Elbette zaman zaman yanlış anlaşıldığımız zamanlar olacak. Bunlarda bir sakınca yok. Bir şey yitirmekten korkmadan doğru olanı söyleyecek ve EN ÖNEMLİSİ, ÖZGÜR İRADEYE MÜDAHALE ETMEYECEĞİZ; çünkü ona tanrı bile müdahale etmiyor. Özgür iradesini kullanan insan ise hata yapabilir ve bu da onun deneyimini oluşturur. Şimdi 7 yıllık süreç soruna geri dönersem; hayır ruhsal yolda yürüdüğünü iddia eden herkes ne yazık ki bu süreci başlatmış olmuyor. Doğru yöntemi kullanmaya başladıktan sonra enerji tam 7 sene içinde gelişiyor. Hatırlarsan daha önceki yazılarımızda ruhsal gelişim yolunda ilerlemek için 4 temel şarttan bahsetmiş ve bunlardan ilkinin “Doğru yöntem ve doğru ustayı bulmak” olduğunu anlatmıştım.
Bir kişi kullandığı yöntemin hatalı olup olmadığını nasıl anlar peki?
Zamanında büyüklerimden bir tanesi, Fransızcadan dilimize girmiş bir kelimeyi hatalı söylediğimde, “Evladım bilmediğiniz kelimeleri kullanmayın; onun yerine bildiklerinizi kullanın,” demişti. Ben de ona, “Haklısınız, ama ben o kelimeyi hatalı bildiğimi bilmiyorum ki,” demiştim. O da bunun üzerine bana hak vermişti. Sanırım ruhsal yolda ilerlerken durum da bu. Samimi olmak gerekirse, kısa yolların tamamı hatalıdır. Ruhsal gelişimde kısa yol diye bir şey yoktur ilk olarak. Öyle bir günde kundalini uyandırmalar. karma temizlemeler, enerji bedeni uyandırmalar filan olmaz. Nereden biliyorsun diye sorarsan bunları yapabilen insanları tanıdığımı söyleyebilirim. Bunları yapabilen insanların neler yapabildiklerini biliyorum. Dahası bunları yapabilen insanların bunları yapabilmek için ne kadar büyük bir emek harcadıklarını da biliyorum. Şimdi eğer kendini bu insanlardan daha yetenekli sananlar varsa hemen bunu söyleyeyim, bu insanlar, sabahları sağlıklı yaşam için koşan insanların yanında olimpiyatlarda rekor kıran atletlere benziyorlar. Yani çok yetenekliler. Eğer bana onların yöntemleri yavaştı, artık zaman hızlandı, yok foton kuşağı geldi, efendim yeni afla beta gerçekliğinde artık bilinçaltından kuantum alanlarına iniyor, bilmem ne bedenimizi programlıyor bunun üzerine bir an önce bu ruhsal gelişim aşamalarını olduruveriyoruz diyen arkadaşlar varsa onlara diyecek bir şey bulamıyorum elbette. Özgür iradeye müdahale edemeyeceğimiz için her ne kadar buna tanık olmaya çok üzülsem de onların kendi hatalarını yapıp kendi deneyimlerini yaşamalarını izlemekten başka bir şey yapamıyorum. Samimi olmak gerekirse ruhsal gelişim adımlarının çok net göstergeleri vardır ve bunlar konusunda kandırmaca yapamazsınız. Örneğin, eğer yin ve yang, ya da dişi ve erkek enerjiyi bedeninizde birleştirdiğinizi iddia ediyorsanız, mecbursunuz bana maddeleri hareket ettirdiğinizi, elinizle en azından küçük bir saman yığınını yaktığınızı göstereceksiniz. Buna benzer bir sürü bedende ya da bedenin dışında yapılan testler vardır. Kundalini uyandığında göstergeleri, aydınlanmanın göstergeleri, kişisel karmanın bittiğinin göstergeleri vardır. Eğer okuyucularımız çok merak ederlerse bunları patanjali sutralardan, taocu kitaplara kadar günümüzde çevirisi yapılmış pek çok kadim kaynakta bulabilirler. Şimdi, doğru yöntem ve doğru usta ne yazık ki biraz da kaderdir.
Kader demişken, sence kader nedir? Sabit ve mutlak bir durum mudur? Yoksa değişken midir? İnsanın kendi hayatını belirlemedeki rolü nedir, kader bağlamından baktığımızda.
Hasan gerçekten de çok güzel bir soru teşekkür ederim ilk olarak. Aynı zamanda da uzun uzun yanıt verilmesi gereken bir soru. Bu nedenle belki biraz bölsek iyi olur. Kader konusunda ustalarımdan, oldukça güvenilir kaynaklardan öğrendiklerimi kendi deneyimlerimle de birleştirerek anlatmaya çalışayım. Öncelikli olarak kaderi temel 2 bölüme ayıralım ve bunlardan ilkine kişisel kader ya da karma ve ikincisine göksel kader diyelim. Kader ya da karma kavramlarına ek olarak aynı konu içinde bahsetmemiz gereken bir de görev kavramı var. Bu üçü bir araya geldiğinde KADER diyebileceğimiz bir şeyi oluşturuyorlar. Şimdi ilk olarak konuyu anlamak için bir benzetme kullanalım mı istersen? Yelken deneyimi olan insanlar belki bu benzetmeyi daha iyi anlayabilirler. Şöyle düşünelim. Yelken yaparken bir başlangıç, bir de varış noktamız var; bunların arasındaki yol ise bizim rotamız.Varış noktamız bizim göksel kaderimiz. Aynı zamanda da görevimiz de buna bağlı. Yelken ile başlangıç noktasından varış noktasına doğru hareket ederken rüzgarların yönünü ya da şiddetini ayarlayamayız. Yapabildiğimiz tek şey, yelkenlimizi bu rüzgarlarla uyumlu olacak bir şekilde belli bir rotada kullanmaya çalışmak. Eğer yeterince becerikliysek hedefe kısa bir rota kullanarak, yeterince becerikli değilsek daha uzun bir rotadan varabiliriz; ama her şekilde hedefe varırız. Yelkenliyi kullanmak bizim özgür irademize, atalarımızdan getirdiğimiz bir diğer kadere ya da karmaya ve geliştirdiğimiz becerilere bağlı ki bu beceriler, bu hayattaki doğru hareketlerimiz ve kalbimizi saflaştırmamız sonucunda kazanılıyor. Rüzgarları kişisel karma olarak adlandırabiliriz. Dolayısıyla görevimiz, karmanın rüzgarlarına karşı, özgür irademizi, doğru yöntemi ve kalbimizin bize kazandırdığı gücü kullanıp, yolumuzu uzatsak dahi varış noktamıza ulaşarak görevimizi yerine getirmek. Kaderi kabaca bir benzetme ile böyle tanımlayabiliriz.
Karma’dan kastettiğin nedir? Çokça kullanılan, ama anlamının tam da bilinerek kullanılmadığına inandığım bir tanım karma.
Karma iki ana başlıkta ele alınabilir Hasan. Bunlardan bir tanesi kişisel olanı bir tanesi ise göksel olanı. Göksel olan kader Taoizm’de Ming olarak adlandırılır. Karma ise bizim yaşamlar boyunca yaptığımız eylemlerin bir sonucu olarak gelişen etkiler ve tepkiler bütünlüğüdür. Bu etkiler ve tepkiler doğrudan doğruya bizim duygusal tepkilerimizi belirlerler. Senin anlayacağın duygusal tepkilerimiz ile karmamız arasında yakın bir ilişki bulunur. Aynı şekilde kişisel karmamız bedenimizde böbreklerimizin yakınında, (T-11 ile L-1 civarında) 3. bel bölgesi omurunun yakınlarında bulunan bir enerji merkezi ile ilişkilidir. Bu merkez “Yaşam Kapısı” olarak adlandırılır. Karnımızın altında bulunan Tan Tien bölgesinde yin ve yang enerji birleştirilip, tan tieni tutan bağlar koparılıp da tan tien serbest kaldığında ve bedende inci yaratıldığında “kişisel karma” bitmiş olur. Bundan sonra Ming’e, yani göksel kadere bağlıyızdır ve bu nokta itibariyle “görev” karmanın önüne geçer. Senin anlayacağın karma, yalnızca zihinsel olarak ele aldığımız, elle tutamadığımız gözle göremediğimiz, maddi varlığı olmayan bir şey değildir. Bedende izdüşümü vardır. Bedenin fizyolojik yapısını etkiler ve duygularımız üzerinde büyük bir güce sahiptir. Bu nedenle bedendeki yerinden, şeklinden bahsetmek mümkün olabilir. Elbette karma için yalnızca daha önceki borçlarımı ödüyorum diye söz etmek mümkün; ancak bu, konuyu biraz basitleştirmek olur. Yani geçmiş yaşamda birisini öldürdüm ardından o insan bu yaşamda benim çocuğum oldu gibi bir yaklaşım, karma konusunu açıklamak için yetersizdir. Elbette böyle bir şey doğru olabilir. Ancak etkileşimin olduğu her nokta karma yaratılmasına neden olacaktır; çünkü karma bir etki ve tepki kanunudur. Yani borç öderken bile yeni borçlar ya da alacaklar yaratabilirsin. Bu nedenle karmadan çıkmak için ilk olarak nötr yani tarafsız ya da zıtların birleştiği bir noktaya ulaşmak lazım. Bu nedenle Taoizm, Bön, Tibet Budizmi ya da Yoga disiplini bedenin öneminden bahseder durur; çünkü beden karma da dahil olmak üzere pek çok şeyi barındırır. Hatta görev kavramı bile beden ile belli bir ilişki içindedir. Taocuların her zaman söylediği gibi: Beden bizim tapınağımızdır. Orayı mükemmel hale getirmek lazım ki Tanrı gelip oraya yerleşsin.
Peki bir insanın görevini gerçekleştirebilmesi için illa ki herhangi bir -izm’le uğraşması mı gerekiyor. Bu kavramların hiçbirinden haberdar olmayan bir kişi, görevini başaramış mı oluyor? Keza Batılı yaşam tarzında yaşayanların da durumu vahim mi?
Hayır elbette böyle bir şey yok. Daha önceden de söylediğim gibi ruhsal gelişim batının ya da doğunun tekelinde değil. Aynı şekilde belli bir öğretiye ya da yola da ait değil. Yolların hepsi tanrıya çıkıyor. Yalnızca bazı yollar çok hızlı ve güvenilir. Elbette bu yollara biz değil ruhumuz karar veriyor. Örneğin ben kendi adıma Şamanizm’i de, Budizm’i de, Bön’ü de, Sufizm’i de çok beğenmeme karşın daha küçük bir çocukken bile Çin öğretilerine meraklıydım. Kalbime o yakın geliyordu. O yolu aklımla seçmedim. Bazıları ise belli bir yol izlemeden bile oraya ulaşabiliyorlar. Örneğin şu anda eğitim almayı hayal ettiğim Lung Men Pai yani Ejderha Kapısı Ekolünün ilk piri, Büyük Ata Chang, öğretmen ararken, bir nehrin kıyısında insanlara yardım etmeye karar veriyor. Öğretmene bir türlü ulaşamıyor çünkü insanların nehri geçmeye çalışırken sulara kapılıp ölmelerine üzülüyor. Orada 15 yıl filan kalıyor. Defalarca sulara kapılıp ölüyor ve yeniden hayata dönüyor. Sonunda insanlar için bir köprü inşe etmeyi başarıyor. En sonunda da bu ölme ve dirilme sayesinde en yüksek seviye olan 72. seviye bir ölümsüz oluyor. Daha sonra Cengiz Han ile birlikte Avrupa’ya kadar geliyor. Thumos’un devam kitabında Büyük Ata Chang ve Cengiz Han’dan biraz bahsetmeyi hayal ediyorum.
Nasıl yani? Adam ölüp ölüp diriliyor mu? Ben anlamadım o kısmı.
Evet. Hani günümüzde de insanlar ameliyat masalarında ölüp bir kaç dakika sonra hayata dönüyorlar ya onun gibi. Ama buna küçük ölümler deniyor. Büyük Ata Chang bu küçük ölümlerden sayısız kereler yaşıyor ve emin değilim şu an ama galiba 5 kere filan da büyük ölüm yaşıyor. Yani çok uzun süreli ölüp yeniden hayata dönüyor. Bu ölümlerde de evren ve ruhsal yol ile ilgili birçok şey öğreniyor. Bu sayede bugün Taoizmin en güçlü ekollerinden biri olan Lung Men Pai ekolünü kuruyor. Ekol o kadar güçlü ki, Cengiz Han her şeyi yasaklamasına rağmen onu yasaklayamıyor. Hatta onlara destek veriyor ve Büyük Ata Chang ile seyahat ediyor. Senin anlayacağın, Büyük Ata Chang belli bir ekole bağlı kalmadan ruhsal gelişim yolunu buluyor. Ama bizler onun gibi üstatların gösterdiği yolu kullanarak aynı gelişim aşamalarını kat etmeye çalışıyoruz. Elbette kendi yolumuzu bulmaya da çalışabiliriz. Kaderimizde varsa öyle de olabilir.
Çin’de madem bu kadar cevval adamlar var, neden peki bu haldeler sence? İnanılmaz derin bir kültür var, bir sürü de usta; ama dünyadaki yerlerine bakıyorsun ya da tarihlerine bambaşka bir gelişim. Çinliler ustalarını pek dinlemiyorlar sanırım.
Haklısın. Bizde Mevlanalar, Yunus Emreler, Hacı Bektaşlar var. Niçin bu haldeyiz sence? Avrupa’da Maister Eckehartlar, Martin Lutherler var niçin bu haldeler sence?
Ne demişler, “Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma.”; bizde, “hocanın dediğini çerçevelet as, yaptıklarına da helal olsun ne büyük zat deyip geç, kendi bildiğin boku ye” anlayışı hakim. Bu noktada hazır laf bizden açılmışken, sana Türkiye’yi sormak istiyorum. Malum ortalık toz duman, kılıçlar çekildi ve insanlar birbirine girmek üzere. Sen gidişatımızı nasıl görüyorsun? Türkiye’nin dünya üzerindeki yeri ne ve o yeri dolduruyor mu?
Biliyorsun Hasan ben politikaya bulaşmayı pek sevmiyorum. Orası benim alanım değil. Yalnızca kabaca bir iki gözlemden bahsedebilirim dilersen. Öncelikli olarak elbette Türkiye’nin bulunduğu durum kesinlikle iç açıcı değil. Yüzlerce yıl öncesinden başlayan bir hakimiyet kurgusu, son derece stratejik ve sabırlı bir şekilde günümüze kadar ulaştı. Bu çabalar dönem dönem daha başarılı oldu, Atatürk gibi bazı sıra dışı insanların döneminde ise geriledi; ama ne yazık ki asla durdurulamadı. Günümüzde geldiğimiz noktada ise, Türk insanı temel bir takım becerilerden o kadar yoksun bırakıldı, kendine güveni o kadar kırıldı ki, kendi sonuna doğru gittiğinin farkında bile olmadan çocuksu bir saflıkla olanı biteni izler oldu. Ne yazık ki arkadaş toplantılarında bunu ayrıntılı bir şekilde konuşsak da burada daha fazla konuşmak istemiyorum. Benim görevim, Buda’nın da söylediği gibi bulunduğum alanı aydınlatmaya çalışmak. Bu sayede bulunduğum alana katkıda bulunmak istiyorum. Bildiğin gibi karanlık yalnızca ışığın olmaması durumudur. Ben kendimde savaşımı çevremi aydınlatarak vermek istiyorum. İlk önce Dharma yayınlarını kurarak, ardından şimdi Klan yayınlarını kurarak, kitap yazarak, öğrencilerimi ruhsal gelişimin ileri aşamalarına çıkmaları için destekleyerek yapmaya çalışıyorum bunu. Eğer politika için isteğim olsaydı onunla yapmak isterdim. Ama böyle bir isteği hiç duymadım içimde. Biz Taocular her zaman dünya olaylarına bulaşmadan dışarda kalmayı ve insanlığa başka bir boyutta yardımcı olmayı kendine hedef seçen insanlar olmuşuzdur. Umarım ben de hem tüm insanlığa hem de kendi insanıma kendimce, minik de olsa böyle bir katkı sağlayabilirim.
Politikaya bulaşmayı pek sevmiyorsun, ama “Thumos”u yazıyor ve orda da dünyanın gidişatına dair birçok şey söylüyorsun ki özellikle nüfus ve dünyanın gidişatı hakkındaki sözlerin cidden dikkate çok değer. Geçtiğimiz günlerde bir bilimadamı çıktı ve senin kitapta söylediğine benzer ama daha ileri birşeyler söyledi. Dedi ki: 6 milyar insan bu gezegene çok fazla, sistematik olarak 1 milyara inmesi lazım. Tabii burada sistematik kısmıyla ne kastetti o tartışmalı ama, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da esas büyük sorunu bu gezegenin kaldırabileceğinden fazla insan barındırması…
Haklısın. Thumos’ta bazı şeyler söyledim bu konuda. Aslında eğer kitabı başka bir gözle okursan orada yapmaya çalıştığım şeyi anlayacaksın. İlk olarak ben dünyanın sorunları ile ilgili bir gözlemde bulunuyor ama doğru olan şudur o nedenle bunun yapılması gereklidir diye bir şey söylemiyorum. Çok daha önemlisi de, yine dikkat ettiysen hem iyi taraf olarak adlandırabileceğimiz Doktor, hem de kötü taraf olarak adlandırabileceğimiz Büyük Patron dünyanın sorunları konusunda aynı gözlemde bulunuyor ama çözüm için iki farklı öneri getiriyorlar. Temelde ikisi de demokrasilerin işlemezliğinden bahsediyor ama bir tanesi insanları öldürmekten bahsederken bir tanesi nüfusu kontrol altına almaktan bahsediyor. Bunların ötesinde bir bilgeliğe sahip olan Düşler Ustası da bu iki insanla aynı gözlemde bulunuyor dünya ile ilgili olarak. Ama o bir öneride bulunmuyor çözüm için farkındaysan. Unutma, “Ölümsüz Destanları” 3 kitaptan oluşan bir seri. Henüz ilk kitabı okudunuz.
Yani sonraki kitaplarda öneriler gelecek mi diye anlayalım bunu?
Kim bilir belki. Dikkat edersen, Thumos’ta aynı sorunu bir sorun olarak gören 3 insan, üç farklı yaklaşım biçimine sahip. Oysa üçü de sorunun kaynağı konusunda hemen hemen hemfikir. Hayatımızda her zaman mesele budur zaten. Çok iyi bildiğimiz bir örnek bile bunu söyler bize. Bir bardak yarısına kadar su ile doludur ve bir insan onu “yarısı dolu bardak,” diğeri ise “yarısı boş bardak” olarak görür. Mesele sorundan ziyade bizim onu nasıl gördüğümüz ile ilgilidir. Anlatabildim mi acaba? Sorun belki de sorunun kendisi değildir; bizim o sorunu nasıl gördüğümüzdür.
Benim aklıma hep şu takılıyor: Hastalıklara çare bulmakla aslında kendimize iyilik mi ediyoruz, kötülük mü? Şimdi bir yandan kanserden patır patır ölüyor insanlar. Çok üzülüyoruz, hele ki yakınlarımız öldüğü zaman. Ama bir yanda da dünyadaki nüfusun dengelenmesi gibi de bir durum var. Ölümler azalırsa bu sefer başka sorunlar baş gösteriyor. Bu bağlamda hastalıklar gerekli sanırım. Ama tabii sorun çok daha duygusal bir durum. Yani kimse kendi yakının ölmesini istemez, ama bir yandan da dünya nüfusu anormal büyüdü. Gerçi hoş bir yandan da 3. Dünya ülkelerinde veya ülkemizin doğusunda insanlar 8-9 çocuk birden yapıp ortalığa salarken, dünyanın dengesini sağlamak için benim anam babam niye ölsün diye de düşünmüyor değil insan.
Öncelikli olarak büyük olasılıkla hastalıkların olmadığı, acıların varolmadığı bir dünyada yaşamayı asla başaramayacağız. Karma boyutunda yaşadığımız sürece bunlar olmayacak. Durum böyle olunca da niçin 8-9 çocuk yapan insanlar yaşasın sorusuna yanıt geliştirmek kolaylaşıyor. İşin sırrı “şefkat”te ve empati kurabilmekte. Sen bu insanların çocuğu olabilirdin veya bu insanlar senin çocuğun olabilirdi. Temelde hepimiz bu kalbe ve bu bedene sahip olduğumuz için aynı acıları çekiyoruz. Üçüncü dünya ülkesinde acı çeken bir insan, benim acımı çekiyor. Bu da beni onunla kardeş yapıyor. Kendi acımı ve sevdiklerimin acısını nasıl ki dindirmeye çalışıyorsam onların da acısını dindirmek istiyorum. Çünkü ben ve onlar aynıyız. Çektiğimiz acı ve duygularımız bizi aynı şey yapıyor. Bizler birbirinden bağımsız ve kopuk varlıklar değiliz. Şu anda bunları yazarken bile kalbim büyük bir sevgi ve şefkatle doluyor o insanlara ve tüm insanlara karşı. Büyük bir güç ve bilgi büyük sorumlulukla birlikte gelir. Bilen ve anlayan bizlerin sorumluluğu bu nedenle çok fazla Hasan. Bütün bu insanlara yardımcı olmalı, onların acılarını dindirmeye çalışmalıyız. Anlatabiliyor muyum acaba? Ama bu ortalıkta sevgi çığırtkanlığı yaparak başarılamaz. Sevgi nerede? Aman da senin öğretinde sevgi yok gibi yüzeysel yaklaşımlarla çözülemez. Ben savaş sanatları eğitimi verdim bir zamanlar. Bu dersler sırasında sevgi böceği olan öğrencilerim ama hocam bu teknikler insanlara zarar verebilir. Savaş sanatlarının özü saldırmamak, sevmek değil midir derlerdi. Onlara şunu söylerdim. Güce sahip olmadan sevgiden bahsetmek, sizin pençeleri sökülmüş bir kedi olarak sevgiden bahsetmeniz ile aynı. Korkularınızı sevgi kılığına sokmayın. Pençelerinize sahip olun önce ardından sevgiden bahsedin. Peki ne olurdu biliyor musun? Biraz güçlenince çevrelerine en fazla zarar veren insanlar bir zamanlar sevgiden bahseden bu insanlar olurdu.
Peki ya hastalıklar?
Hastalıklar hiçbir zaman bitmeyecek Hasan. Geçmişte de vardı gelecekte de olacak. Karma boyutunda olduğumuz sürece her zaman olacak. Hastalıkların ortadan kalkması için yüksek bir seviyeye ulaşmak gerekiyor. O seviyeye kadar hepimiz hastalıkları tadabiliriz. Benim çok sevdiğim bir yoga öğretmeni arkadaşım vardı. Amerika’da ünlü bir yoga öğretmeniydi. Bilge adında bir hanım. Muhteşem bir yoga hocasıydı. Beyin tümöründen öldü. O nedenle çalışma yapılsa da yapılmasa da aynı olacak sonuç. Çünkü bu konudaki yaklaşım Nasreddin Hoca fıkrası gibi. Hani Nasreddin hoca karanlıkta anahtarını kaybeder de aydınlık bir yerde arar ya? İşte onun gibi. Bizler de yanıtı yanlış yerde arıyoruz. Hastalıklara bakışımız tümüyle hatalı. İlk olarak hastalık çoğu zaman bize bir kaç nedenle gelir. Bunlardan bir tanesi Bağışıklık sistemimizin zayıflaması. bir tanesi bilincimizdeki yanlışlar, bir tanesi doğanın yolundan uzaklaştığımızı söyleyen bir uyarı, son olarak da ruhlar dünyasından gelir. Eğer bu nedenlerin tümünü ortadan kaldıracak bir ruhsal olgunluğa ulayabilirsek o zaman hastalıklar olmayacaktır. O zaman bizler aydınlanmış varlıklar olacağız.