“Bilenle bilmeyen bir olur mu?”Hazreti Muhammed (SAV)

Başlangıçta, yaratılış kördü. Bilgi yoktu. Varolan tek şey,engin bir cehalet okyanusuydu.

Bu engin cehalet okyanusunda bir hareket başladı .

Bu hareketten duyguların farkındalığı doğdu.

Bu duygulardan, bireysellik yaratıldı.

Kendini yaratan bu hareket beş duyuyu ve zihni oluşturdu.

Bu altı özellik, nesnelerle iletişime girdi.

Bu etkileşim duyuların temelini oluşturdu.

Bu duyular ise birey olma açlığını doğurdu.

Bu açlık, nesnelere bağımlılığı yarattı.

Bağımlılık, benliği oluşturdu.

Benliğin sürekliliği, Ben’in durmadan yeniden doğmasına yol açtı.

Yeniden doğup duran Ben, acıya, yaşlanmaya, hastalığa ve ölüme neden oldu.

—Budizmin yaratılış düşüncesi

Bütün evren, netliklerin değil belirsizliklerin yaşandığı bir alandır. Yaşamın özündeki değişim, net ve belirgin bir durumun varolmasını olanaksız hale getirir. Katı madde dahi sürekli olarak değişim içindedir. Değişmeyen tek şey değişimdir.

 

İnsanın ilk yanılgısı, değişmeyen ve sabit durumları aramasıdır. Sabit bir ekonomik gelir, sürekli ve değişmeyen bir aşk, sürekli sağlıklı olmak, yaşlanmamak, ölmemek, acı çekmemek, mutlu olmak ve elbette bütün bunların temelinde sahip olmak ister. Sahip olmak isteyen “Ben”dir. Bu sayede geri kalan her şeyden ayrı bir şey olarak “var sanabilir” kendini.

Şimdide yaşamak ister örneğin; çünkü varolan tek şey sürekli bir şimdidir. Fakat şimdiki zamanda asla kalamadığını fark eder; çünkü şimdi dediği anda “şimdi” çoktan “geçmiş” olmuştur bile. Şimdiki zaman bile içinde kalınabilecek sabit bir şey değildir.

Düşüncelerine sahip olmak ister insan. Eğer düşüncelerinin denetimi kendi elinde değilse delireceğine inanır. Oysa düşüncelerimiz dahi sabit değildir. Bugünden yarına değişim gösterebileceği gibi, dış koşullar tarafından etkilenebilir. Eğer düşüncelerimiz değişmeseydi, bugün hâlâ 20 yıl önceki görüşlerimize sahip olurduk. Hâlâ, dünyanın sabit durduğuna, tüm gezegenlerin onun çevresinde döndüğüne inanırdık; ya da o an inandığımız şey her ne ise ona inanmayı sürdürürdük. Bugünden geçmişe baktığımızda, geçmişin bilgisinin hatalı olduğunu söyleriz. Bugün biliriz ki insan başka bir türden evrimleşmiştir, dünya bir küredir ve güneşin etrafında dönmektedir, mitolojik tanrılar doğa güçlerini tanımlamak için kullanılmıştır, maddenin en küçük yapı taşı atom değildir ve halk kendini yönetebilir. Bugünkü bilgilerimize göre eski düşüncelerimizin hatalı olduğunu söyler ve konuyu kapatırız orada. Yarınki görüşlerimize göre bugünkü görüşlerimizin büyük olasılıkla hatalı olacağı gerçeğini kabul edemeyiz. Evrim kuramının hatalı kabul edileceği, Büyük Patlama’nın bizim düşündüğümüz gibi olmadığı, güneşin aslında bir alev topu olmadığı, dünyanın merkezindeki mağma tabakasının soğumayacağı ve halkın kendini yönetemeyeceği yönündeki yarının gerçeğini bugünden kabul edemeyiz.

Ve elbette yarının düşüncesi de kendinden sonraki düşünceye göre hatalı ve eksik olacaktır. Düşüncelerimiz asla tam ve eksiksiz bir tanıma dönüşmeyecektir.

Duygularımızın bile değişmez olmadığından emin olamayız. Yine de bulduğumuz aşkı sonsuz sanmayı, elde ettiğimiz huzurun ya da çektiğimiz acının hiç bitmeyeceğini, zevk aldığımız şeylerin değişmeyeceğini kabul ederiz. Bilgelerin hiç öfkelenmemesini, herkesin bizi sevmesini ve kabul görmeyi ister, bilmediğimiz bir gelecekte, sürekli değişen bir evrende, değişmeyeceğine emin olduğumuz duygular için karşımızdaki kadına ya da erkeğe bağlılık yemini eder ve bunun bir kanıtı olarak, kalbimize karşılık gelen parmağımıza bir yüzük takarız. Oysa içinde yaşanan değişken koşullar, sürekli değişen zamanda duygularımızı da değişime zorlar. İleride göreceğimiz gibi bir iç organımızdaki küçücük bir değişim bile duygularımızın negatif ve pozitif uçlar arasında salınmasına neden olur.

Değişen evren ve değişip duran hayatın içinde, kendimizin de sürekli değiştiğimiz ve “Ben” diyebileceğimiz sabit ve değişmez bir şeyin varolmadığı anlayışı, karanlıktan çıkmamıza yardımcı olacak ilk ışık pırıltısıdır. Buna karşın, sürekli değişip duran ve tanımlanamayacak bir benden bahsetmek bize korku verir. Bu nedenle de kendimizi tanımlama uğraşına girişiriz. Sahip olduklarımızla tanımlamaya çalışırız kendimizi ve elbette alışkanlıklarımızla. “Ben…” ile başlayıp, “…şöyleyimdir” ya da “…böyle yaparım” diye biten cümlelerle kim olduğumuzu ve ne olduğumuzu tanımlamaya çalışırız. Bütün bu tanımlamalarla boşluğa kaleler inşa etmeye çalışır ve bu kaleler elbette değişimin rüzgarlarıyla yıkılmaya başladığında, “Ben” dediğimiz ve temelde varolmayan şeyin yok olacağı korkusu ile tanımlarımızı sağlamlaştırmaya çalışırız. Bu da bizi daha korkak, daha gergin ve en önemlisi de daha az esnek bir varlığa dönüştürür. Sürekli değişen ve hareket halinde olan bir varoluşun içinde, esnemeyen ve değişmemeye çalışan bir varlığın hissedebileceği tek şey vardır: Acı ve ıstırap.

Eğer bir Ben var ise o zaman sahip olabilmesi ve tanımlanabilmesi gerekir. Bunu bildiğimiz için, sahip olmayı ve tanımlamayı “olmanın” önüne koyarız. Önemli olan olmak değil sahip olmak ve tanımlamaktır bizim için. Cehaletimiz bizi sahip olmaya ve tanımlamaya yönlendirirken, bilginin ışığı, olmaya yönlendirir. Cehalet “farkında olmanın” öneminden bahsederken, bilgi ve aydınlanma “farkında olmamanın” öneminden bahseder.

Farkındalık olarak adlandırdığımız durumu sabit ve değişmeyen bir durum olarak algılar ve onu sabit ve değişmeyen bir durum yaratmak için kullanmaya çabalarız. Farkında olmak, çoğu zaman sahip olduğumu sandıklarımın farkında olmaktan başka bir şey değildir. Cehaletimizin içinde sahip olmak tanımını yalnızca maddi varlıklarla özdeştirir, aslında “Ben” dediğimiz şey dahil olmak üzere, duygularımıza, düşüncelerimize ve zamana sahip olmaya çalıştığımız gerçeğini göz ardı ederiz. Farkındalığımız asla farkında olmadığımız alana yönlenmez. Yönlenemez de zaten; çünkü farkında olmadığımız alan da tıpkı her şey gibi değişir durur.

Farkındalık, bir anlamda gözlemek demektir. Fakat gözleyen bir Ben olduğu sürece, gözlemlenen daima “gözlemleyen Ben”in dayanak noktasına göre biçim alır. Tıpkı ışığı dalga olarak gözlemlemek niyetinde olan bir fizikçinin onu dalga, parçacık olarak gözlemlemeye niyetlenen bir gözlemcinin ise parçacık olarak görmesi gibi. Fakat gözlemci, gözlemleme niyetinde olmadığında geriye ne dalga ne de parçacık kalır.

Geriye kalan tek şey kocaman bir boşluktur!

İşte içinde ışığın parlayacağı boşluk burasıdır!