Son zamanlarda dikkatinizi iyice çekmiştir, gerek kitaplarla, gerek filmlerle olsun bir “Hz. İsa” rüzgarı esiyor dünya üzerinde. Bu rüzgarın, hristiyanlık propagandası ve misyonerlik görevi olduğunu düşünenlere katılmakla birlikte, bu yapıtları izler veya okurken olayın daha derinine bakmaya çalışıp “neden Hz. Muhammed” hakkında böyle bir esinti olmadığını sordum kendi kendime hep. Derinine bakma derken kastettiğim şey, belki de Hz. Muhammed’le ilgili böyle bir esintinin olmamasının nedenini de barındırıyordu içinde. Bu noktada biraz daha sesli düşünüp, hissettiklerimi sizinle paylaşmak istiyorum ve sonrasında da “peki Türkiye’de yaşayan bir insan neler yapabilir insanlık alemi için?” sorusunu tartışmak istiyorum izninizle.

Bir kere şurası kesin, kitle iletişim araçları üzerinde kesin bir hristiyan hakimiyeti var ve haliyle de gidip Hz. İsa ile ilgili ürünler üretmelerinden doğal bir şey yok. Aynı olanaklar başka din mensuplarının elinde olsa, onlar da doğal olarak kendi inançlarını ürünleştireceklerdi. Fakat olayın özüne hislerimle baktığımda daha farklı bir şeyler hissettiğimi belirtmem lazım. Bakın, mevcut üç büyük din bir ev gibi ve her biri evin bir bölümünü oluşturuyor (Tabii ki diğer tüm dinlerle birlikte, ama ben işi karmaşıklaştırmak istemiyorum, zaten ayrıca din alimi de değilim. Sadece kendi gözlemlerimi aktarmaya çalışıyorum ve ayrıca bu ev örneği zamanında bana çok saygı duyduğum birisi tarafından verilmişti ve ben de gözlemlerimle içselleştirmiştim.) Hz. Musa insanlığa “doğru davranışları” öğütleyen bir din getiriyor ve “10 Emir” gibi insanlığın davranışlarını düzenlemeye çalışan kanunlarla evin temelini atılıyor. Daha sonra gelen Hz. İsa ise “birbirinizi sevin” diyerek bir kademe ileri götürüyor ve evin duvarlarını çıkıyor. En son gelen Hz. Muhammed’in mesajı ise esasında tüm mesajları da içeren “evrensellik”, bu da evin çatısı.

Ben henüz dünyanın, Hz. Muhammed’in boyutuna gelmediğini düşünüyorum açıkçası. Daha birbirimizi sevmeyi öğrenemedik çünkü ve sürekli olarak kitle iletişim araçlarıyla “birbirinizi sevin” tarzı mesajları almamızın nedeninin burada yattığını düşünüyorum. Tabii sadece Hz. İsa’nın hayatı filmleriyle almıyoruz bunu, bir sürü kanaldan geliyor. Henüz sevgiyi öğrenemedik ki sıra evrensel düşünceye gelsin diye düşünüyorum. Ha şu da var tabii; dinlerin böyle olduğu söylemek demek “senin dinin, benim dinimden üstün vs.” demek anlamına gelmiyor. “Hehehee Hz. Muhammed evin çatısı, zaten bizim dinimiz en iyisi” diye kimselerin şampiyon olmuş takım taraftarı havalarında gezme gibi durumu da yok bence, çünkü gerçek din nüfus kağıdında yazan değil, gönülde kayıtlı olandır. Dünyanın çeşitli köşelerinde nice insanlar vardır ki İslamiyet’in adını duymamıştır ama en benim diyen müslümandan daha müslümandır. Ayrıca eğer Talas Irmağı Savaşı farklı gelişseydi şimdi bizim Sultanahmet Camii’nin yerinde Sultanahmet Kilisesi’nin olabileceğini de unutmamak lazım. Dinler, öyle resmi makamlarca belirlenen kimlikler değildir, din demek “yol” demektir ve dindar insan da “yol”da yürüyen kişidir. O yüzden kimsenin kendini diğer dinlerin mensuplarından üstün görme gibi bir hali olmamalı, zaten bu olduğu için yüzyıllardır din uğruna insanlar katledildi. Bu nedenle sözlerim kesinlikle yanlış anlaşılmasın.

Ben Müslüman bir ailenin çocuğu ve cami imamı olan bir dedenin torunu olarak sürekli dinsel yaşamın içinde olarak büyüdüm. Şunu kesinlikle belirtmeliyim ki ben dinimi seviyorum, ayrıca öyle spiritüel bilgilerin içindeyim diye de hiçbir uzaklaşma vs. yaşamadım. Bilakis spiritüel bilgiler, beni, dinime yaklaştırdı. Çünkü her iki taraftan aldığım bilgilerin esasında birbiriyle hiç çelişmediğini, bilakis birbirini tamamladığını gördüm. Daha da ötesi diğer dinleri de okudukça ve öğrendikçe parçalar yerine oturmaya başladı ve “din” benim içimde daha sağlam bir noktaya yerleşti. Fakat şu son zamanlarda yaşanan Hz. İsa rüzgarı, bana farklı şeyleri sorgulatmaya başladı; daha sonra da kendime sürekli sormaya başladım “dünyada yüzlerce başka ülke varken neden Türkiye’deyim?” diye. Bunları sorgularken bir yandan da eriştiğim kendimce sonuçlar bana “neler yapılabilir?”i sorduttu ve sonra da ardından “hadi başlayalım o zaman” geldi…

Sorguladığım ilk konu “neden Hz. Muhammed’i daha derin tanımadığım”dı. Daha doğrusu Hz. İsa’nın hayatıyla ilgili bir sürü ayrıntı sürekli kitle iletişim araçlarından akarken, neden peygamberimle ilgili bu kadar az enformasyonum vardı. Şimdi diyeceksiniz ki “olur mu, bir sürü kaynak var aç oku”. Arkadaşlar, şunu kabul etmemiz lazım ki artık 21. yüzyıldayız ve 21. yüzyıl insanına erişebilmenizin yolu eski zamanlara göre daha meşakkatli. Hadi diyelim ben gözü kararttım ve Hz. Muhammed’in hayatıyla ilgili kitapları araştırıp buldum (O da çoğunlukla sadece dinsel kitap satan kitapevlerinde. Diğer büyük kitapçılarda sanırım sadece Yaşar Nuri’ninki var) Peki mesela Rock’n Coke Festivali’nde gördüğüm onbinlerce Türk gencine nasıl erişecek bu bilgiler? Kimse bu örneğe burun kıvırmasın. Oradaki jenerasyon Türkiye’nin gelecek kuşaklarının örneği ve aralarından çoğu da ileride ülke yönetimini etkileyecek kişiler olacak. Ha işin tabii şu tarafı da var; dini siyasete karıştıranlar sayesinde artık birçok kişi maalesef dinden uzaklaştı ve İslamiyet deyince tüyleri diken diken oluyor. Direk akıllara türban olayları, kara sakallı-çarşaflı tipler vs. geliyor. Ee 11 Eylül olayı sonrasında tüm dünyada da kötüye giden bir Müslüman imajı da mevcut. Ayrıca açıkçası da Ortadoğu’daki müslüman camiadan da öyle Batı dünyasına örnek olacak bir atak vs. beklemek biraz fantezi oluyor. Peki bu noktada İslamiyet’in evrensel mesajlarının aktarılmasındaki bayraktar kim olacak? Kim zamanı gelince ve dünya, artık Hz. Muhammed’in “evrensellik” mesajını almaya hazır hale gelince, bu enformasyonu insanlığa aktaracak? İşte bu noktada Türkiye’nin rolü ortaya çıkıyor zannımca.

“Üç tarafı denizlerle çevrili, Asya ile Avrupa’nın birleştiği bu cennet vatan…” kalıbı artık söylene söylene dillere pelesenk olmuş bir kalıp olarak görünse bile, esasında gerçekten çok önemli noktaları vurgulamaktadır. Gerçekten de Dünya üzerinde böyle bir noktada duran başka bir ülke daha yok. Üç kıtanın tüm enerjilerinin ortasında ve hepsinin özelliklerini de kendinde harmanlamış; insanlık tarihini etkileyen hemen hemen her kültür ve dinin buluştuğu bir nokta burası. Ayrıca da bir bakımıyla da dünyamızın ufaltılmış bir modeli. Çünkü dünyada varolan hemen her türlü din, kültür, insan tipi, gelenek vs.’den irili ufaklı olmak üzere, bu topraklar üzerinde mevcut. Ee coğrafyaya ve iklime bakıyorsun, yine neredeyse hemen her türlü çeşit var. Ama tüm bunların ötesinde, tıpkı çok değerli bir gezegende yaşayan insanoğlunun kendisinin ve gezegeninin kıymetini bilmediği gibi, bir ülke dolusu adam var ki bu topraklarda, ne kendi değerini biliyor; ne de ülkesinin değerini. İnsanlık kendini nasıl evrende yalnız ve biraz da aşağılık kompleksi içindeki bir ruh hali içinde algılıyorsa, koca ülkenin insanı da kendini dünyadan ayrı (Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur) ve değersiz hissediyor (futbol maçları tezahüratlarına bakmamız yeterli). Ve tıpkı son yıllarda insanlığın kendini keşfetmeye başlaması ve evrendeki yeri ve değeri hususunda farklı vizyonlar geliştirmeye başlaması gibi, Türkiye’de de “bizim diğerlerinden eksiğimiz yok” görüşü gittikçe yeşeriyor (Eh buna gene sportif müsabakalar örnek verilebilir). Türkiye’nin, Dünya’nın ufaltılmış bir modeline benzediğini söylemek yanlış olmaz sanırım (tabii ki farklar olacaktır, ben genelden bahsediyorum).

Şimdi dünyanın böyle bir noktasında yaşayan bir insan acaba “tesadüfen” mü buradadır? Tabii şimdi bu noktada insanın aklına haberlerde gördüğü yurdum insanı örnekleri de gelecektir; içip içip havaya ateş açıp, balkondaki bebeleri vuran tipler vb… İnsanın içinden “şimdi onlar da mı özel?” özel sorusu gelir haliyle. “İnsan olan herkes özeldir” noktasını baki olmakla birlikte ben bu ülkede yaşayan herkesin “özel” bir mozaiğin parçası olarak görevlerini yerine getirdiklerini düşünüyorum. Evet, belki birçoğu nerede yaşadıklarını ve ne yaptıklarının farkında olmadan ayrılacaklar bu dünyadan, ama herkesin bir arada yarattığı enerji mozaiği öyle bir tablo seriyor ki bakmasını bilen kişilere… Burada sakın “elitist” olduğum düşünülmesin. Herkesin farklı bir rolü vardır bu dünyada ve bir kısmı sahada oyuncu iken bir kısmı da dışarıdan oyunu izleyip yönlendiren teknik adamlar gibidir. İşte tıpkı bir teknik adamın sahadaki takımı izlemesi gibi, kimileri de ülke mozaiğini izleyerek hem kendini geliştirebilir; daha sonra da hem ülkeyi, hem de dünyayı etkileyebilecek çıkarımlarda bulunup, insanlığa sunabilir. (Koskoca ülke bir laboratuar gibi yahu. Resmen tekamül etme cenneti. Hiç öyle plan, program vs. yapmak falan mümkün değil, kendinizi akışa bırakıyorsunuz ve öyle yaşıyorsunuz her ne kadar biraz da mecburiyetten olsa da…)

Ayrıca bu ülke, insanlık aleminin en büyük liderlerinden ikisinin buluştuğu nokta. Bir yanda beynin sol lobunu oluşturan ve maddi hayat olarak nitelendirebileceğimiz yaşam için büyük bir önder olan Mustafa Kemal Atatürk (ki manevi yanı çok güçlü bir liderdir), diğer yanda beynin sağ lobunu oluşturan ve manevi hayat olarak nitelendirilen yaşam için Hz. Muhammed (ki o da maddi hayatta da büyük bir liderdir). İkisinin öğretilerini ve yöntemlerini, derin bir inceleme ve akıl mantık süzgecinden geçirmeyle hayatına uygulayan bir insan, bütün bir insan olmaz mı? Ve ayrıca sadece onlar da değil tabii. Bu topraklardaki sayısız alim ve bilginin bilgi ve öğretilerini de ekleyin buna. Nasıl bir tablo çıkıyor ortaya görebiliyor musunuz? Bence muazzam. Hele ki tüm bu tablo, kişiye her türlü bilgiyi gani gani sunuyor ve kişi tüm bu bilgileri akıl ve ruh süzgecinden geçirip, kendi yolunu oluşturma fırsatını yaratıyorsa. Bu ülkenin enerji gerçekten insana bu olanakları bol bol sağlıyor.

Bu noktada durup tekrar Hz. Muhammed’e dönmek istiyorum. Bu konudaki bence en büyük sıkıntı, daha doğrusu bir yandan da tutarlı olan bir tutum nedeniyle, Hz. Muhammed hakkındaki bilgilerin çok sıkı tutulması. Buradaki tutarlı yaklaşım şu ki, İslamiyet’te peygamber Allah’ın Resulü’dur ve Allah’la kul arasına kimsenin giremeyeceği belirtilir. Eh insanlığın “özel” kişileri neredeyse putlaştırma eğilimini çeşitli başka dinlerdeki örneklerden görüyoruz. İslamiyet’te, bunun yaşanmaması için Hz. Muhammed’in yüzünü betimleyen resim bile yoktur. Yasaktır. Buna herhangi bir itirazım yok, bilakis gizem çekiciliği de arttırıyor. Amma velakin, yahu ben insan olarak Hz. Muhammed’i tanımak istediğim vakit karşıma çıkan metin o kadar standart ki. Yani daha özeline ve ayrıntılarına dair bilgilere ulaşmak için herhalde ancak ilahiyat fakültelerinde okuyup, konuyu derinlemesine incelemek gerekiyor. Ben, dünyada yaşayan ve günlük hayatta binbir türlü durumla karşılaşan bir insan olarak, dünyada yaşamış ve binbir türlü sorunla karşılaşmış bir insan olarak Hz. Muhammed’in bu sorunlar karşısındaki tepkilerini ve çözümlerini merak ediyorum. Onun korkularını ve o korkularla nasıl başa çıktığını öğrenmek istiyorum. Hatalarında kendisine nasıl davrandığını ve kendiyle yüzleşmelerindeki tutumundan feyz almak istiyorum. (Mesela onun her sabah Hz. Ayşe ile 5 km koştuğunu, uzun saçlı ve kişisel bakımına önem veren biri olduğunu öğrendiğimde içim sıcacık olmuştu. Kendimi daha da yakın hissetmiştim ona) E mevcut hadis kitapları vs. var diyeceksiniz, ama kaç 21. yüzyıl gencine bunları okutabilir ve okutsanız bile anlamasını beklersiniz ki? Bir kere bunlara erişmek için ya camilerin yakınlarındaki kitapevlerine gitmek lazım, ya da internette çoğunlukla farklı amaçlarla kurulmuş sitelere -ki oralarda çoğunlukla propaganda amaçlı kullanıldıkları için bunlar adamı rahatsız ederler. Zaten o kitapların dilleri de günümüz gençliğine hitap etmez (Sonra bir de gençlik suçlanır. Kimse kendini yenilemeyi düşünmez de paso yenileri suçlar). Dünya çapında bir şeyler üretmeye kalktığınızda mutlaka karşınıza El-Ehzer Üniversitesi onayı gerekliliği çıkar vs. (Çok şükür muhteşem “Çağrı” filmi var da, en azından döne döne izleyebileceğimiz bir eser var elimizde. Ama zaten alternatif filmlerin yapılması da zor, çünkü “Çağrı”, peygamberin hayat hikayesinin özetini o kadar güzel anlatmış ki. Bu alanda yeni bir şeyler yapmak için farklı boyutlara girmek lazım, ama ona da izin çok zor yanılmıyorsam). Yani anlayacağınız bizim Kabalcı, Dost, Remzi vs. gibi büyük kitabevlerinde “Hz. Muhammed”in yaşamını ayrıntılarıyla, belki de romanlaştırarak anlatan bir eseri görmek pek mümkün değil. (Ha belki de var ve ben bilmiyorum. Ama o kitapevlerinden çıkmayan biri olarak, gözüme hiç ilişmediğini belirtmem gerek) Ayrıca İslamiyet’in kendini dünyaya ifade problemlerine bir nebze olsun çözüm getirebilecek ve özünü anlatabilecek uluslararası eserler de –dinsel kitaplar hariç, mesela Da Vinci Şifresi gibi- yok gibi, çünkü yazabilecek potansiyel de yok!

İşte bu son cümleme kendim itiraz ediyorum öncelikle. Bilakis bunu yazabilecek potansiyel var. Hem de Batı ile Ortadoğu arasında yer alan ve Ortadoğu’dan doğan bu evrensel dinin öğretisini, Batı’nın söylemiyle aktarabilecek ve hatta esasında Mevlana, Yunus Emre gibi topraklarında yetişmiş evrensel kişiliklerle, bunu başarmış bir potansiyel. Hem de tasavvuf gibi dinin evrensel enerjiyle yorumlanıp, insanlığın kişisel ve kitlesel gelişimine büyük katkıları olmuş bir akıma sahip bir ülke. Sadece manevi yaşamdaki alimleriyle değil, Mustafa Kemal Atatürk gibi bir eşsiz öndere ve onun öğretilerine sahip de bir ülke. Öyle bir ülke ki üç tarafı denizlerle çevrili, kıtaların ve kültürlerin buluşma noktası… İşte artık o potansiyel enerjinin, kinetik yani hareket enerjisine dönme vakti geldi arkadaşlar!…

Şimdi bu noktada herkes bir gaza gelir ve “haydi yallah” deyip fırlar ayağa, sonra da birbirine bakar “eee peki nasıl olacak bu?”. Sonra da birisi oradan “devlet tanıtıma destek vermeli”, diğeri “Kültür Bakanlığı ne güne duruyor?”, bir diğeri de “eğitim şart” der ve hepsi “evet çözüm bu, yüce devletimiz halleder nasılsa” diyerek yerlerine çöküp, sorunu çözmüş olmanın mutluluğu içinde hayatlarına devam ederler. 🙂 Devlet, insanlardan ayrı bir kavram değil ki böyle mucizeler gerçekleştirsin. Bakan adı verilen kişiler, takım elbiseler içindeki Türk vatandaşlarıdır ve sonuçta da senin benim gibi insanlardır. Ayrıca kolektif bilinç enerjisi “nasılsa birileri halleder” mesajının enerjisini yaydığı için “harekete geçme vakti” enerjisi bu kişilere de ulaşmaz ve daha da beteri enerji potansiyel olarak durduğu için amcamın yapacağı varsa bile çok zorlanır ve hatta engellerden yapamaz hale gelir.

Herkes ama herkes elinden ne geliyorsa yapmalıdır bence. Mesela bir Mercan Dede, elektronik müzikle sufi tınılarını birleştirip yarattığı eserlerle genç kesime ulaşabilmektedir. Ee şimdi birileri de çıkıp tasavvufu modern söylemle anlatan yazılar veya kitaplar yazsa, mesela sürükleyici bir roman ama özünde bu bilgiler mevcut olsa, daha geniş kitlelere ulaşılamaz mı? Ya da hadi geçin romanı falan, şöyle rahat okunan ve dinin özünü anlatan yazılar yazılsa fena olmaz mı? Bunu yapabilecek kişilerin olduğunu biliyor ve görüyoruz. Konuyu sadece din ve tasavvufla da sınırlamayalım. Bu topraklarda yaşamanın, kişilere getirdiği o kadar deneyim ve birikim var ki ve bunları diğerlerine aktarabilecek yetenek de bir sürü de kişi de… (Sadece yazı anlamında değil, müzik, resim vb. aracılığı ile de) Bunu yapabileceğine inanan herkes oturup deneyimlerini kendi yöntemiyle aktarsa, hele de elimizin altında internet gibi süper bir iletişim aracı varken de biz de bunları dünyayla paylaşsak nasıl olur. Tamam öyle hemen anında her üretilenin iletilme şansı olmayacaktır belki, ama bunu yapmak için harekete geçmek bile kolektif bilinci etkileyecek ve potansiyelin akışkanlık kazanmasını sağlayacaktır. Daha da fazla insan yerinden kalkıp, işe giriştiğinde ise gittikçe akışkanlık artacak ve bir süre sonra Türkiye, kimsenin inanamayacağı gelişmelerin yaşanacağı bir ülke olacaktır (Bu noktada bir noktayı vurgulamam lazım. Bayraktarlık demek birincilik kürsüsünde olmak demek değildir ya da “en büyük Türkiye, başka büyük yok” da değildir. Bayraktarlar arkasından gelen askerlere yol gösteren askerlerdir ve ordunun parçalarıdır. Önemli olan Türkiye’nin en büyük ülke olması değil, Dünya’nın bir bütünleşmesi ve Türkiye’nin bu bütünleşmede bayraktar görevini üstlenmesidir. Çünkü barış “bir numara olmak” da değil, “bir olmak” da yatar).

Bu misyon büyük bir duvarın inşaatı gibidir ve herkes elindeki taşı koyarsa duvar oluşur. Biz, derKİ olarak bu misyonda kendimize düşen payı yerine getirmek ve elimizdeki taşı duvardaki yerine koyabilmek amacıyla faaliyete başladık ve çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bu bağlamda Ekim ayından itibaren derKİ’yi, öncelikle İngilizce olmak üzere farklı yabancı dillerden yayın yapan global bir dergi haline dönüştürmeyi ve böylece Türkiye topraklarının enerjisinin hamuruyla yoğrulmuş bilgilerden oluşan yazılarımızı insanlık alemiyle paylaşmayı amaçlıyoruz. Bizimkisi koca duvar içine küçük bir tuğla yerleştirme çabası belki de, ama tekrar vurgulamak lazım ki herkes elindeki tuğlayı yerleştirirse eğer oluşacak o duvar…
Şu ana kadar yerleşmiş tuğlaların yanına kendimizinkini de ekliyor ve sizlerin tuğlalarını da görmek istiyoruz….

Yazımı sadece ve sadece Türkiye’de doğmuş olmanın ve bu kadar renkli ve eğlenceli topraklarda yaşamanın verdiği keyifle söylemek istediğim, büyük Atatürk’ün vecizesiyle tamamlamak istiyorum:
“Ne Mutlu Türküm Diyene…”

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...