Hep, “işte bu son nokta” dediğimde daha ötesi çıkıyor karşıma; ve şimdi bir kez daha…
Ne demişti üstat, “En iyi bildiğim, hiç bir şey bilmediğimdir” Socrates.
O büyük ustayla olamasa da bir başka “Bilge” ile tanıştı Seven; hem de kanlı canlı, güzel mi güzel,
duru mu duru. Ve bildiklerini onunla paylaşırken başka farkındalıklara adım atmaya başladı…
Bilgiler “Bilge” sayesinde bütünlenmeye, karışık puzzle parçalarından bir tabloya dönüşmeye,
anlamlanmaya başladı. Ben anlattım bulduklarımı ve bildiklerimi o dinledi, gülümsedi ışıl ışıl karşımda…
Fark ettim ki gelen cevaplar var sorularıma ve paylaşmak istedim bir kez daha…
Neydi o sorular?
“Duygu” nedir demiştim daha önce ve uzun bir süre de kavgalıydım o minik ama güçlü enerjilerle.
Şimdiki adımımsa “bir Duyguya ket vurmak nelere yol açabilir?” oldu.
Sahi neler yapabilir bir duygunun önüne barikat kurmak? Hiç düşündünüz mü?
İçinizdeki ufaklığa vakit ayırdınız mı? Siz nasıl bir patron ya da patroniçesiniz kendinize karşı?
Sistem nasıl çalışıyor bedenlerimizde… Öyle sandığımız gibi bir “makine” mi vücudumuz?
Mesela ağlamak isteyip de bunu durdurduğumuzda bedenimiz soğuk alır, nezle olur desem bu cümlenin
içeriği merakınızı çeker mi?
Şimdi bu yolculuğumun başına dönüp, “Bilge” mi de yanıma alıp, ona anlattığım gibi anlatacağım
tüm sevenlere… Paylaşacağım her daim olduğu gibi, bilmek, öğrenmek isteyen, merak edenlerle…
Hep birlikte tanıklık edeceğiz, bir duygunun doğum, var ve deşarj oluş savaşına…
Durdurulmaya kalkıldığında nelere yol açabileceğine…
Hangi organımızın nasıl tepki verebileceğine…
Duygularla tanışmadan önce, bir parantez açıp, her şeyin başına koymaya çalıştığım gibi,
bu kez de satırlarımın girişine “pozitif”e yönlendirici bir makas koyarak başlamak istiyorum yolculuğa.
Ama onun da başına şu önemli notu koyarak: Pozitif düşünme harika bir fikirdir… Fakat genelde anlamı etrafı tamamen negatif düşünceyle çevrili… Çok az bir pozitif düşünceye sahip olmaktır. Bu yüzden, pozitif düşünmek gerçekte pozitif düşünmek demek değildir. Sadece sahip olduğumuz negatif düşünceyi gizlemektir. (“Ne biliyoruz ki?” filminden)
Pozitif düşünmekten kasıt tabii ki bu değil: DENGE!
Lütfen bu iki cümle arasındaki büyük farklılığa dikkat eder misiniz?
“Hayat, benim olmasını istediğim gibi olmalıdır.” ve “Hayat, benim istediğim gibi olabilir.”
Birinci tür cümleyi kuran kişi, olumlu çabayı kendine dayatırken, ikinci cümle tarzı, olumlu çabayı ılımlı bir yaklaşımla teşvik ediyor. Gerçek şu ki; yaşamlarımızdaki “olmalı”lara dikkat etmeliyiz. Çok daha mutlu,
çok daha huzurlu ve kendi hayatında aktif rol oynayan biri olmak; öz güven duygusuna ve değerlilik hissine kavuşmak istiyorsak, yakamızı “olmalı”lardan kurtarmalıyız.
Ne demişti OSHO: Tanımı itibariyle mükemmel “ideal formunu almış” demektir. Bu durumda sürekli büyüdüğünden, geliştiğinden dolayı, hiçbir canlı, hiçbir zaman mükemmel olamaz. Mükemmeliyetçilik yorucu ve üzücü bir boşa çabadan başka bir şey değildir.
Yukarıdaki olumluluk yasası bilinçli kısmımız için geçerli olsa da alt bilinç bunu anlama yetisine sahip değil
ve “DUY/gu” da o kısmımızın üretimi olduğu için var olduğu an itibariyle sadece amacına ulaşmaya çalışır.
Duygular; beş duyu organımızdan gelen herhangi bir datanın beynimizde o an işlem görürken,
daha önce kaydedilmiş benzerleriyle kıyaslanıp her birine atanan kimyasal karşılıkla çalışır (peptitler).
Bir kısmı içgüdüsel olsa da çoğunluğu sonradan şekillendirilmiştir.
Kaydedilmiş hemen her bilginin bir duygusu, her duygunun da kimyasal bir karşılığı vardır. Ki antidepresan,
uyku ilacı, sakinleştirici, uyuşturucu gibi psikoaktif maddeler (psikolojik bir durumu aktive eden) bu kuralları kullanarak çalışır. Yani pozitif duyguları yaratan kimyasalları (dopamin, serotonin, endorfin vs…) dışardan alarak bedenimizi kandırırız. Duyguların amacı, beynin ve bedenin yaşamasını sağlamaktır. Ve var olan her duygu kendi adına yaşamak ve yaşanmak ister, akmak, boşalmak ister.
Bunun en çarpıcı ve akılda kalıcı örneğiyse şehvet duygusu; ortaya çıktığında deşarj edemediyseniz doğrudan ağrı olarak organlarınızdan dışarı bedeniniz bağırmaya başlar, size sesini duyurmaya çalışır. Beni durdurma, beni yaşa… Keza öfke ve irkilme… Bir ayıyla burun buruna geldiğimizde doğacak olası şok duygusu tüm bedeni o anda kilitleyip “belki de bir ağaca dönüştürüp” ayının fark etmemesini sağlamayı ve hayatımızı kurtarmayı başarabilir.
Hiçbir duygu beden için kötü bir amaca hizmet etmez!
Birincil amaçları organizmayı hayatta tutmak, ikincil olarak da onu çoğaltmaktır, yani üretmek.
Bir duygu salt bilgidir ve kendi kendini sorgulayamaz, yani ben “iyi ya da kötü bir duygu muyum” diyemez.
Tıpkı bilgisayarın ön belleğinin kendi kendine “ben şu an ‘sakıncalı’ bir programı çalıştırıyorum;
a aa sahibim ‘çok ayıp’ şeyler yazıyor, bilgisayara format atıyorum en ‘sevdiğim’ resimler silinecek”
falan diyemeyeceği gibi… Bunu yapan bilinçtir. Yani “bildiğini” bilen, farkında olan kısım.
İyiyi kötüyü, güzeli çirkini; kişisel öğreti, inanç, değer ve düşüncelerimiz belirler.
Ve eğer o öğreti ortaya çıkan duyguyla ters düşüyorsa önüne barikat kurmaya çalışırız.
İşte bedenin en büyük savaşı böyle başlar. Küçük ve büyük çaplı tüm hastalıkların da kökeninde yatan bu çatışmadır çoğunlukla.
Peki bu nasıl olabiliyor? Bir duygu nasıl oluyor da bir organı etkileyebiliyor?
Duygular kimyasal bilgilerdir demiştik (peptit) ama bir kez doğduklarında bedenin o duyguyla ilintili bölgelerine yayılmaya başlıyorlar ve bu yayılım çeşitli türlerde enerji ortaya çıkarıyor, başta ısı olmak üzere.
Bir düşünün bakalım “kanı kaynamak”, “kanı ısınmak”, “elektriği tutmak” gibi deyimler dilimize nereden yerleşmiş?
Aslında herhangi bir duygu ortada yokken de beden enerji üretir, ortalama vücut sıcaklığımız 36,5 derece değil midir? Peki nedir ısı? Isı=enerji. Yani kişisel biyolojik enerjimiz “Bioenerji”. Ki insan bedeni bir ampulü yakacak kadar elektrik de üretir. Saçınıza tararken ya da bir araba kapısını kaparken hissedebilirsiniz zaman zaman… Olur ya bazen biriyle “elektriğiniz tutmaz”; girdiğiniz “gergin bir ortam”ı hissedebilirsiniz.
Diyelim ki beyninizdeki aşk haritası karşı cinsten biriyle örtüştü, hoşlanma duygusu belirdi ve
kanınıza bu duyguyla ilgili kimyasal bilgi (peptitler) karıştı, bedende bir çok bölge o an harekete geçecektir.
Kan dolaşımı hızlanır, heyecan duygusu eşliğinde… Ya da bir durum karşısında öfkelendiniz, beyin tehdit algıladı ve “savaş” komutu verdi. Oluşan duygu hemen adrenalin salgılanmasına yol açarak kasları farklı bir konuma sokacaktır. Öfke duygusu da kan dolaşımını hızlandırdığından ısı yaratacaktır ve tabii ki gerilim…
Eğer akıtılamazsa da stres…
Duygularla ilgili öğrendiklerimin, daha doğrusu puzzle parçalarını birleştirebilmemin, içindeki animasyonlar
ve eşsiz anlatımı sayesinde en büyük yardımcısı olan filmden destek almak istiyorum şimdi: Ne biliyoruz ki? Hem bu muhteşem belgesel bilimkurguyu halen izleme fırsatı bulamamış olanlarımız için de hayata, bedenimize ve duygularımızın çalışma prensiplerine dair anlattığı güzellikleri okuma fırsatı olur diye düşündüm.
Beyin nöron denilen küçük sinir hücrelerinden oluşur.
Bu nöronlar, diğer nöronlarla bir sinir ağı kurmak için küçük dallara sahiptir.
Nöronların birbirine bağlandıkları her bölge bir düşünce ya da anı geliştirir.
Beyin bütün kavramlarını birleşmeli hafızayla oluşturur.
Örnek olarak, fikirler, düşünceler ve hisler oluşturulur ve birbirine bağlanır… bu sinir ağında… ve hepsinin birbiriyle olası ilişkisi vardır.
Aşkın kavramı ya da hissi, örnek olarak… Bu geniş sinir ağında depolanır.
Fakat aşk kavramını… Farklı fikirlerle oluştururuz.
– Bazılarının aşkı hayal kırıklığı ile bağlantılıdır. Aşkı düşündükleri zaman, acıyı tecrübe ederler, kederi, kızgınlığı, hatta öfkeyi. Öfke bir acıya bağlı olabilir, bir insana bağlı olabilir, bu insan da aşka bağlıdır. Duygularımızı kontrol ederken ya da duygularımıza tepki verirken sürücü koltuğunda kim oturuyor? Fizyolojik olarak biliyoruz ki, beraber ateşlenen sinir ağları beraber bağlanmışlardır. Bir şeyi sürekli uygularsanız, o sinir ağları uzun bir ilişkiye sahip olur.
Günlük sinirlenirseniz, günlük hüsrana uğrarsanız… Günlük acı çekerseniz, hayatınızdaki kurban edilmişliğe bir sebep bulursanız… O sinir ağını günlük olarak yeniden bağlarsınız ve yeniden bütünleştirirsiniz… ve o sinir ağı artık uzun süreli bir ilişkiye sahiptir… “kimlik” denen diğer bütün sinir ağlarıyla.
Ayrıca biliyoruz ki, beraber ateşlenmeyen sinir ağları artık beraber bağlanmıyor.
Uzun süreli ilişkilerini kaybediyorlar… Çünkü vücutta kimyasal bir tepki üreten…
Düşünce işlemini her kestiğimizde… Birbirine bağlı o sinir ağları aralarındaki uzun süreli ilişkiyi bitiriyorlar. Akışı durdurmaya ve gözlemlemeye başladığımızda uyarıcıdan, tepkiden…
Ve o otomatik tepkimeden değil… Fakat etkileri gözlemlemekten…
Artık biz vücut-akıl bilinçli duygusal kişi olmayız… Çevresine otomatikmiş gibi tepki veren.
Bu duygular iyidir ya da duygular kötüdür manasına mı geliyor?
Hayır, duygular tasarlanmış çünkü uzun süreli hafızayı kimyasal olarak takviye ediyorlar.
Bu yüzden onlara sahibiz. Bütün duygular holografik olarak yerleştirilmiş kimyasallardır.
Evrendeki en karmaşık eczane buradadır.
Beynin hipotalamus denen bir bölgesi vardır… Hipotalamus küçük bir fabrika gibidir…
Tecrübe ettiğimiz belirli duygulara uyan belirli kimyasalları birleştiren bir yer.
Bu özel kimyasallara “peptitler” deniyor. Onlar küçük-zincirli aminoasit dizileri.
Vücut temel olarak 20 farklı aminoasit yapacak bir karbon birimine sahiptir… Fiziksel yapısını formüle etmek için. Vücut protein üreten bir makinedir. Hipotalamusta, peptitler denilen
küçük-zincirli proteinleri alırız… Ve onları belirli nöropeptitlerle ya da nörohormonlarla birleştiririz…
Günlük yaşamda tecrübe ettiğimiz duygusal durumlara uyanlarla. Böylece kızgınlık için kimyasallar vardır, üzüntü için kimyasallar vardır… Kurban edilmişlik için, şehvet için.
Tecrübe ettiğimiz her duygusal duruma uyan bir kimyasal vardır. Ve o duyguyu vücudumuzda veya beynimizde tecrübe ettiğimiz an… Hipotalamus anında o peptiti birleştirecek… Ve sonra kan dolaşımına katılması için onu hipofize gönderecek.
Kan dolaşımına girdiği anda… Vücudun farklı merkezlerine ya da farklı bölgelerine gitme yolunu bulacak. Şimdi, vücuttaki her hücre -dışında bu alıcılara sahiptir. Bir hücre binlerce alıcıya sahip olabilir, yüzeyine çivilenmiş, dış dünyaya açılmanın çeşidi olarak.
Bir peptit bir hücreye yanaştığı zaman… Gerçekten bir anahtarın bir kilide girmesi gibidir…
Alıcı yüzeyine oturan ve ona bağlanan… alıcıyı hareket ettiren, kapı zilinin çalması gibi… Hücreye bir sinyal gönderir.
Her hücre kesinlikle canlıdır… Ve her hücre bir bilince sahiptir…
Özellikle bilinci şöyle tanımlarsak… Bir gözlemcinin bakış açısı. Her zaman hücrenin bakış açısı olacaktır. Aslında, hücre bilincin vücuttaki en küçük birimidir.
Bağımlılık için benim tanımım çok basit: durduramadığınız her şey.
Vücudumuzun hücrelerinin biyokimyasal tutkularını yerine getirecek durumları getiriyoruz…
Kimyasal ihtiyaçlarımıza uyan durumları yaratarak… Bağımlı her zaman daha fazlasına ihtiyaç duyacaktır… Kimyasal olarak onların istediklerini en yüksek seviyede yapabilmek için.
Benim tanımım gerçekten şu anlama geliyor – eğer duygusal durumunuzu kontrol edemiyorsanız… Ona bağımlısınız demektir.
Eğer öyleyse birisi gerçekten özel bir insana aşık olduğunu nasıl söyleyebilir örneğin?
Onlar sadece bağımlı oldukları duyguları… Önceden tahminle aşık olurlar.
Çünkü aynı insanla gelecek hafta kavga edilebilir… Değişen inançlar duyguları da değiştirir.
Vay canına, bu duygusal görünümümüzün manzarasını… Kişisel ihtiyaçlara ve kimliklere göre değiştirdiğimizi göstermez mi?
Biz duygularız ve duygular da biziz. Yine duyguları ayıramıyorum. Şöyle düşündüğünüz zaman,
sindiriminiz her açıdan, açılıp kapanan her büzgen… Beslenme için gelen her hücre grubu
ve sonra boşaltılan… Bir şeyi iyileştirir ya da tamir eder– Bunların hepsi duygu moleküllerinin etkisi altındadır. Demek istediğim, hepsi bir vızıltı.
Duygular kötü mü diye sorarsanız.
Duygular kötü değil. Onlar hayat.
Deneyimimizin zenginliğini renklendirirler.
Bağımlılığımız, sorun burada. Çoğu insanın farkına varamadığı…
Duygulara bağımlı olduklarını anladıkları zaman.
Eroin hücrelerdeki aynı alıcı mekanizmasını kullanır, duygusal kimyasallarımızın kullandığı. Kolayca görürüz ki, eğer eroine bağımlı olabiliyorsak… Herhangi bir sinirsel peptite de bağımlı olabiliriz… Herhangi bir duyguya da.
Zihnimiz kelimesi kelimesine vücudumuzu yaratır.
Her şey hücrede başlar. Hücre protein üreten makinedir… Fakat sinyalini beyinden alır.
Alıcılar duyarlılıklarına göre değişirler. Eğer verilen alıcı, bir ilaç ya da iç salgı ile… Uzun süre ve yüksek şiddette bombardıman edilmişse… Gerçekten küçülecektir. Onlardan daha az olacaktır. Veya hassasiyeti alınmış, düzenlenmiş bir şekilde birleştirilecektir. Bu yüzden, aynı miktarda ilaç veya iç salgı… Çok daha küçük bir etki ortaya çıkaracaktır.
Eğer hücreyi aynı davranışla ve aynı kimyayla gün be gün tekrar tekrar bombardıman ediyorsak… O hücre sonunda bölünmeye karar verdiğinde… Kardeş hücresini ya da ikiz hücresini ürettiğinde… O hücre o özel duygusal nöropeptitler için daha fazlı alıcı bölgesine…
Ve vitaminler, mineraller, besinler, sıvı değişimi için de daha az alıcı bölgesine sahip olacaktır… Artıkların veya toksinlerin atılması için bile.
Sonra gene şu soru çıkar: ne yediğimiz gerçekten önemli mi?
Beslenme gerçekten bir etkiye sahip mi… Eğer hücrenin alıcı bölgeleri yoksa…
20 yıl duygusal olarak kötüye kullanılmışsa… Sağlığı için gerekli ruhsal besinleri içeri alamamışsa?
Gelmiş geçmiş hiç kimse… Sana yeterli, akıllıca bilgi veremedi senin güzel kendin hakkında– senin nasıl mükemmel çalıştığın hakkında.
Neden bağımlılıkların var?
Çünkü daha iyi bir şeyin yok.
Daha iyi bir şeyi hayal etmedin, çünkü kimse sana daha iyisini nasıl hayal edeceğini öğretmedi.
Ben senin kötü olduğunu düşünüyor muyum?
Senin kötü olduğunu düşünmüyorum.
Senin iyi olduğunu düşünüyor muyum?
Senin iyi olduğunu da düşünmüyorum.
Bence sen Tanrısın. (Kendi hayatının, seçimlerinin Tanrısı.)
Genelde, psikiyatri alanı insanların davranış özgürlüğüne pek izin vermez…
Bir sürü berbat sorun tanımlayarak– hepsi değil, tabii ki fakat psikolojik sorun diye tanımlanan bir sürü berbat sorun… Gerçekten insanların berbat seçimler yapmalarıyla eş değerdir.
Farklı seçimler yapmaları için yol gösterilmeye ihtiyaçları var.
Dünyada hayatı yaşayan ortalama bir insan için… Hayatını sıkıcı ve istek uyandırmayan bulmasının nedeni… Onu harekete geçirecek bilgiyi almak için hiçbir girişimde bulunmamasındandır.
Çevreleri tarafından o kadar hipnotize olmuşlar ki… basın-yayından, televizyondan…
İdeallerini yaratan ve yaşayan insanlardan…
Herkes gerçekte kimsenin olamayacağı fiziksel görünüşe sahip olmaya çabalıyor…
Güzellik ve cesaret tanımları… hepsi birer illüzyon çoğu insan teslim olup ‘mediokrasi’de yaşamlarını sürdürüyor.
O hayatı yaşayabilirler ve ruhu–istekleri hiçbir zaman gerçekte su yüzüne çıkmaz ve başka biri olmak isterler. Fakat su yüzüne çıkarsa ve kendilerine daha fazlası var mı diye sorarlarsa–
Veya, neden buradayım?
Hayatın amacı ne?
Nereye gidiyorum?
Ölünce ne olacak?
Bu soruları sormaya başlarlar.
İdrakleri ile ilgilenmeye, etkileşime girmeye… Başlarlar, belki de sinir bozukluğu yaşarlar… Gerçekte, oluşan; eski kavramlarının… Hayatlarına ve dünyaya bakmalarını sağlayan kavramlarının çökmeye başlamasıdır.
Beynimizde yepyeni bir bölgedeyiz… Yepyeni bir bölgede olduğumuz için de, beyni yeniden bağlıyoruz… Aslında yeni bir kavrama yeniden bağlıyoruz. Sonuçta bizi tamamen değiştirecektir.
Eğer zihnimi değiştirirsem, seçimleri mi değiştirir miyim?
Seçimlerim değişirse, hayatım değişir mi?
Niye değişemiyorum? Neye bağımlıyım?
Ne kaybederim eğer kimyasal olarak…
Bir insana, yere, nesneye, zamana ya da olaya bağlıysam…
Kaybetmek istemiyorum, çünkü belki de onlardan kimyasal olarak geri çekilmeyi tecrübe etmem gerekiyordur?
İşte size insan dramı.
(“Ne Biliyoruz ki?” filminden)
Şimdi konumuza geri dönelim.
Her duygu kendi enerjisiyle doğar ve onu akıtması gereken organa ulaştırmaya çalışır.
Bir duygusal tıkanıklığa ilk tepki veren organlarımız başta kaslarımız.
Stres nasıl doğar, yani “gerilim”? Genellikle, öfke, korku, endişe gibi “olumsuz” diye bilinen duygularla birlikte kas gerilimi artarken, mutluluk, neşe gibi “olumlu” olarak nitelediğimiz duygularla birlikte kas gerilimi boşalır.
Bir şekilde gerilimi boşaltmak yerine kişi, bütün kaslarını öfkesini bastırmak üzere düğümlenmiş bir haldeyken, bu duyguyu unutmak için elinden geleni yapar. Ama beden asla unutmaz! Unutamaz!
Tai Chi- Yoga- Pilates ve hatta Rei-ki bile bu koşullarda geçici çözüm olmaktan öteye geçemez.
(Tabii ki bu tekniklerde ustalaşmış kişiler duyguların köküne inip onları dönüştürmeyi başarabilir,
geçici olarak faydalanabilecek kişilerden kastım bu tekniklerin folklorik kısmıyla ilgilenenler.)
Oluşan kas gerilimi bu tekniklerden biriyle yok edilebilir ama duygusal akış kesilmediği sürece stres tekrar oluşacaktır.
Çünkü en temel fizik yasalarından biri der ki; “enerji yok edilemez!” ama dönüştürülebilir…
Gelen duygusal mesajlar kaslarda düğümlenip kilitlenirse de deşarj olamadıkları sürece üst üste birikirler.
Ki bel ve boyun ağrılarının baş sebeplerindendir bu gerçek.
Güzelliğimizin ve bedensel formumuzun korunmasında ilk ve en önemli etken duygusal durumumuzdur.
Ne yersek yiyelim, hangi sporu yaparsak yapalım, kozmetiğe ne kadar para yatırırsak yatıralım,
Duygusal gerilim boşaltılamadığı sürece “rahatsızlık” oluşacaktır. Bir duygunun mesajı, siz onun farkında olduğunuzda ve kendiliğinden çıkıp gitmesine izin verdiğinizde iletilmiş olur. Kronikleşmiş gerilimin uzun süre varlığını sürdürmesi, boşaltılmaması hem yıkıcı fiziksel hastalıklara hem de duygusal patlamalara yol açabilir.
Ki yeme ihtiyacı çocukluk itibariyle sevgi duygusu ile ilişkilendirildiğinden (bizi ilk doyuran, bizi en çok seven kişi olan annemizdir.) sevgi ve şefkat duygularına olan açlığı da yiyerek tatmin etmeye çalışabiliriz.
Ne gariptir ki bu koşullarda duygular için sorun yoktur onlar var olmaya ve amaçlarına hizmet etmeye devam ederler. Ve doğmalarını tetikleyecek koşulları da çekerler. “Niye bu hep benim başıma geliyor” diye kendi kendimize serzenişte bulunduğumuz olmuştur…
İşte farkındalık bu sebeple çok önemlidir. Doğan duyguyu yakalayıp dönüştürebilme gücü…
Bunu başaramazsak duygusal gerilim, önce kaslarımıza yansır sonra, stres, ağrı, acı, hastalık olarak güçlenir boşaltılana dek…
Mühendislikte, stres, bir nesneye dışardan uygulanan güçtür; nesnenin kırılıp kırılmayacağı uygulanan gücün miktarına ve nesnenin direnme kuvvetine bağlıdır. İnsan bedeni ise, kas ya da hücre gerilimi devrede olduğunda veya mevcut fiziksel bir güç ya da nesne (yüksek ses ya da göz alıcı ışık) bedene temas ettiğinde mekanik stres üretilir. Ama olaylar stres üretmez; ne kendi içlerinde ne de kendilerinden dolayı.
Belirli olaylarla bağlantılı olarak ortaya çıkan stresin sebebi, bizim o olaya verdiğimiz tepkidir, olayın kendisi değil. O tepkiyi belirleyen de olaya dair ya da olayla ilişkili olan kendi inançlarımızdır.
Peki bu inançları nerden ediniriz?
“İnanmak düşünmekten vazgeçmektir!”
Bir kere inandık mı artık sorgulama ihtiyacı duymayız ama ya o inancımız bize zarar veriyorsa ya da bir başka inancımızla çelişiyorsa…
Mesela “erkekler ağlamaz” ya da “ağlamak zayıflık göstergesidir” gibi inançlarımız varsa ve bedenimiz hüzün, keder, acı gibi duygular yaşamak istiyorken biz bu inancımızla onu engelliyorsak…
Ne mi olur? Soğuk alırız… evet evet yanlış okumadınız beden o enerjiyi atmanın yolunu bulur…
Bütün bunları okuduğum, beni yepyeni bir bilince atlatan kitaptan aynen aktarıyorum.
Her şeyden önce, soğuk algınlığının virüslerle ya da bulaşıcı mikroplarla çok az ilgisi vardır.
Aslına bakacak olursanız kimse kimseden soğuk algınlığı kapmaz; eğer ki kişi zihinsel ve duygusal olarak buna hazır olmasın. Buna hazır olmak, nezleli kişiyle benzeri bir duygusal durumda olmayı ya da nezleli biriyle temas etmenin hastalığı kapmaya neden olacağına inanmayı da kapsar. Cereyanda kalmanın, ayakları üşütmenin, soğuk havalarda ince giyinmenin ya da yağmurda ıslanmanın soğuk algınlığına yol açacağına inanmanız da hastalanmanıza sebep olabilir.
(Alt bilinç iç sesimizin komutlarını sorgulamaz, sadece, bedeni verilen komuta uydurmayı hedefler.
Ona “ben hastayım” mesajını yollarsanız, bedeni o komuta uydurmaya çalışacaktır.
Hatırlayalım, duygular alt bilinçte doğuyor ve her hücremiz üzerinde doğrudan güç ve etkiye sahipler.)
Oysa bütün bunların yol açacağı tek şey rahatımızı bozmaktır. Şunu da söylemeye cüret edeceğim ki, soğuk alınlığı çoğu kez basit bir tepkiyi bastırmanın sonucudur; AĞLAMAK!
Aralarındaki benzerliği bir düşünün: Burun akması ya da tıkanması, sinüslerin dolması, gözlerin yaşarması, yutkunmakta zorlanma, göğüste öksürme/ hıçkırma. Ağlamak çoğu kez çaresizlik ve hayal kırıklığı hissedildiğinde verilen doğal bir tepkidir. Bu doğal tepki, “erkekler ağlamaz” gibi ya da “ağlamak zayıflık belirtisidir ve ben zayıf olmayı reddediyorum” gibi düşünceler yüzünden bastırıldığında, soğuk algınlığının ağlamanın yerini alması için gereken ideal ortam hazırlanmış olur.
Demek ki, şöyle iyice, hıçkıra hıçkıra ağlayarak soğuk algınlığının belirtilerini ortadan kaldırılabilir ama çaresizlik duygusunun ve hayal kırıklığının ardında yatan düşünceleri tespit edip değiştirmek daha hızlı bir çözüm olacaktır. Bunu hakkıyla yerine getirdiğinizde hastalık belirtilerinin bir kaç dakika içinde kaybolup gittiğini görebilirsiniz.
Benim ailemde yıllardır hiç kimse soğuk algınlığına yakalanmıyor. Çünkü hepimiz, herhangi bir durumda daima atılacak daha olumlu bir adim olduğuna yürekten inanıyoruz. Bununla birlikte, bastırdığımız hayal kırıklıklarının ve bu hastalıkla ilgili inançlarımızın sonucu olarak ortaya çıkmanın ötesinde, soğuk algınlığının gayet pratik bir amaca hizmet ediyor olabileceğini de gözden kaçırmamanızda fayda var: Bir süreliğine bile olsa, insana işinden ya da bir ilişkisinden uzaklaşabilme fırsatını tanıyor olabilir.
Ağlama isteğinin bastırılmasıyla ilişkilendirilebilecek diğer rahatsızlıklar, sık sık hapşırmak, geniz akıntıları (geriye doğru ağlama) sinüslerde kronik tıkanıklık ve sebepsiz yere bir anda başlayan burun kanamalarıdır.
Meğer bedenlerimiz ne kadar da tepkili değil mi inançlarımıza?
Bu yüzden çok önemli değil mi bu söz, her defasında söylüyorum üzerine basa basa:
Düşünüyorum, öyleyse, varım! Ah Descartes… Yani nasıl düşünüyorsak öyle ve o kadar varız.
Biz insanlar düşünme sürecine başlayamadan önce maalesef, o sıfır kilometre kayıt cihazı olarak çalışan beyinlerimiz, başta anne ve babalarımız olmak üzere, çevremiz tarafından birçok yanlış inançla doldurulur.
Yeri gelmişken toplumumuza has ve daha çocukken beyinlerimizi felç eden iki öğretiden bahsetmek istiyorum.
Türk aile yapısında erkek çocuk nedense daha önemlidir. Oğlu olan övünür.
Kendimden biliyorum, ki birçok baba da bunu yapmıştır eminim; erkek bebeğin çıplak fotoğrafı çekilip sülaleye dağıtılır…
Ve o çocukcağızın beyni ilk olarak şu şapşal cümleyle tanıştırılır.
“Göster amcalara p..ini!”
E ne yapsın, öğrendiği ilk şey bu olan o minik erkekçik de hayatı boyunca kah fiziksel kah psikolojik olarak her fırsatta önüne gelene göstermeye çalışır… Özellikle de “amcalara” yani kendi hemcinslerine.
Maalesef kıyasa ve skora dayalıdır artık tensel hayatı ve hayati görüşleri.
Peki ya karşı cephede durum nasıl?
Kız çocukların çıplak fotoğrafları çekilemez efendim, sümme haşa ne mümkün…
O minik yavrucağın beynine sokulan ilk inanç sa “Ört kızım AYIP!” olur.
Ve bu ilk öğreti yüzünden o kadıncığın tensel hayatı daha başından felce uğratılmış olunur.
Artık kaç yaşına gelirse gelsin en doğal hakkı onun için ayıptır!
İsteyemez, kendi içinde bile bunu sorgulamaktan kaçınır…
İlerde yatak odasına her girdiğinde annesinin sesi de yanındadır “ayıp kızım ayıp”.
O sesi susturmayı başarabilirse kadınlığa adım atmış ve öz güvenini kazanmıştır artık.
Bu safhayı aşamamış kadınlarda yaşı ne olursa olsun bir seksi görünme çabasına rastlanabilir,
içerden yansıtamadıkları öz güveni dış görünüşleriyle vermeye çalışırlar.
Farkı anlamaksa akıllı erkekler için kolaydır, öz güveni gelişkin bir kadın çarşafa da bürünse istediği erkeğin ilgisini çekebilir. Seksapel giyimle doğru orantılı değildir.
Gariptir ki, bu iki doğar doğmaz kutuplaştırılmış beynin büyüyünce sağlıklı ilişki kurması ve mutlu bir evlilik yürütmesi beklenir, ne büyük muamma… Ki bu inanç sistemi iki cinsin yetişmesinde de farklılığa yol açar.
Erkek en doğal hakkı olarak gördüğü ve toplumca ne yaparsa yapsın onay gören tenselliğini direkt olarak yaşar. Genç kızlarsa bunu yapabilmek adına stratejist olurlar. Anne ve babalara türlü türlü yalanlar (beyaz) söylenir ama bu bir alışkanlığa dönüştüğünden toplumumuzda kadın ve erkek beyni; yine bilgisayarlardan örnekle PC ve MAC kadar farklı çalışan iki işletim sistemine sahip olmuştur bir kere… Biri direkt almaya,
diğeriyse dolambaçlı yollar ve ifade şekillerine alışıktır artık.
Tensel duygularla ilgili en büyük çelişkimizin müsebbibi de yine toplumsal bir ön yargıdır.
“Erkeğin elinin KİRİ!”
Alt beyin bunu şöyle algılar: Cinsellik=KİR!
Bu sapkın inancın Türk erkeğinin beynini ikiye ayırmış olması da ayrı bir üzüntü sebebi.
Alt beyinlerde cinsellik=kir olunca bu defa aynı beyin kadınları ikiye ayırır, seks yapılacak kadın ve evlenilecek kadın. Ve evlenilecek ya da evlenilen kadını kirletmek istemeyeceğinden iktidarsızlık sorunu yaşaması kaçınılmazdır. Bunun adına bilinçsiz inanç çatışması denebilir.
Ya da evdeki eşin bu düşünsel dokunulmazlığı o erkeği seksüel ihtiyacını dışarıdaki “kirletilebilecek” kadınlarla tatmin etmeye yöneltir, ki çoğunlukla olan da budur. Aslında erkeğin amacı aldatmak değil tatmin olabilmektir. İçinde doğan şehvet duygusunu kendine öğretilen şekilde deşarj etme uğraşındadır ama yanlış yoldan giderek…
O unutulmaz Türk Filmlerimizi bir düşünün, her ne hikmetse evlenilecek kadın hamamda bir güzel yıkandırılır, keselenir, aklanır, paklanır. NEDEN???
Nedir amaç? Eğer daha önceki ilişkilerden banyo yapılarak arınılabiliniyorsa, aynı mantıkla; erkeklerin hamamda yatıp kalkması gerekmez mi uzun bir süre?
Bir diğer toplumsal inançsa: Bekaret!
Yine benim için özel bir kişilik olan Travenian takma isimli zeki yazar; Şibumi adlı o muhteşem romanında
bu kavram için bir karakterine şu cümleyi kurdurmuş; “Bekaret, arap erkeğinin kıyaslanma korkusundan doğmuş bir kavramdır.”
Bence haklı, tensel mevzularda zır cahil erkeğimizin en büyük korkusu kıyas değil midir?
Neden kıskançtır, neden maçodur? Neden eksiktir öz güveni Türk erkeğinin?
Neden küfürlerimizin içerikleri hep bu konudadır?
Çünkü daha baştan yarış atı olması beynine kodlanmıştır; “Göster amcalara…” ve “erkekliğinle övün…”
Olmayan şeyle övünülür mü?
Maalesef Türk erkeğinin büyük çoğunluğu cinselliğin; yalnızca satın alınabileceğini ve sadece orgazm denen birkaç saniyelik olaydan ibaret olduğunu sanır. Vermeye odaklı değildir, almaya heveslidir, nedir o veciz söz.
“Kadın dediğin İstanbul gibi olacak, fethi zor, fatihi tek.”
Yok ya…
Ya erkek…
Yap yap, sonra sen yapamazsın de.
Soruyorum yanımda, skoruyla övünen hemcinslerime; ya eşiniz kaç kere..? Foss..!
Bu kardeşlerime TAO isimli yazımla haşır neşir olmalarının hem kendilerini hem de eşlerini çok mutlu edeceğini söylüyorum.
Bekaret konusunda hassas olan bayan arkadaşlarımın inancına saygı duymakla birlikte onlara şu soruyu yöneltiyorum. Tamam, evlenene kadar bakire kalınabilir ama bu o insanın, o güne kadar kimseyi sevmediği
ve sevişmediği anlamına gelmez.
Diyelim ki evlenmeden önce eşiniz olacak kişiyi karşınıza alıp şöyle bir itirafta bulundunuz..
“Tatlım ben bakireyim ama daha önce birkaç kez erkek arkadaşım oldu ve onunla seviştik.”
Ne olacaktır klasik Türk Erkeğimizin tepkisi? Yine kıyas korkusu hissedeceğinden, öfkelenecektir,
eğer bekaret kaygısı varsa sanki bakirelik bozulmuş gibi tepki verecektir, ki bozulmuştur da aslında…
Yani gün gibi ortadadır ki bekaret kadınlarımızın bacak arasında incecik bir zar olmaktan öte,
öncelikle erkekçiklerimizin beyninde “bozulmuş” bir kavramdan ibarettir.
Daha baştan felç edilen kadın beyni maalesef neredeyse sadece ve en çok bizim toplumumuzda görülen bir hastalığı da doğurur “inancı” yüzünden: Vajinismus!
Yani düz kaslardan oluşan Vagina’nın hiçbir şekil ve koşulda girişe izin vermemesi.
Peki buna sebep olan nedir? Evet artık eminim sizler de biliyorsunuz ki, bir düşünce…
ÖRT KIZIM AYIP!!!
Söylediğim gibi vagina düz kas olduğundan doğrudan alt beyinden komut alır ve bilincin ona müdahale edebilmesi bu sebeple zordur. Tıpkı yine düz kaslardan oluşan midemizin verdiği tepki gibi.
Mesela bir sevdiğimizin başını okşarken elimize çok hoş gelen saçı nedense çorbanın içinde tiksinti duygusunu tetikleyebilir ve ne yaparsanız yapın mideniz o çorbayı almaz! Kapatır kendini.
Peki saç aynı saçsa, değişen ne? Düşünce, yani inanç!
Bir başka komik örnek, kuzum dediğiniz kişi sevinir ama aynı kişiye koyunum derseniz kızar.
Oysa biri diğerinin büyümüş olgunlaşmış halidir. Kuzu temizlik saflık gibi görünse de aslında toyluk ve çocukluk da barındırmaz mı? Bakış açımız ve inançlarımızın ne kadar önemli olduğunu umarım anlatabiliyorumdur…
Ve şimdi yine inanç konusunda aynı kitaptan bir bölüm:
Hiç birimiz, üzerine anne babamızın kendi görüşlerini diledikleri gibi kazıdıkları boş bir yazı tahtası değiliz! Çaresiz değiliz. Ne yaşayacağımızı kendimiz seçeriz. Biraz daha büyüdükçe bu kez yakınlarımızı, oyun arkadaşlarımızı, otorite konumundaki yetişkinleri gözlemleyip dinlemeye başlarız ve kararlar almayı sürdürürüz. Aynı ailede büyüyen çocukların farklı kişiliklere sahip olmaları, kararların bireysel olarak alındığına dair basit bir gerçeğe işaret etmez mi?
Yaşantımızın durumu inançlarımızı bütünüyle ortaya koyar.
Kendi zihninden geçenlere dürüstçe bakmayanların, duydukları korkunun üstesinden gelerek yaşamlarında herhangi bir ilerleme kaydetmeleri mümkün değildir. Bundan kaçınmanın bir yolu yoktur: Şayet yoksulluk içinde yaşıyorsak bizi paradan mahrum bırakan görüşlere yapışmışızdır;
şayet hastalıklardan kurtulamıyorsak bizi sağlıklı olmaktan mahrum bırakan görüşlerimiz var demektir; kimseyle geçinemiyorsak, insanlarla geçinmemizi engelleyen görüşlere tutunuyoruz demektir. Hayatımızdaki her şey zihnimizdekileri yansıtır.
Mesela genellikle şuna inanılır: “Para zamandır!” Bu inançta bir sorun yok gibi dursa da altında yatan ve zamanla ilgili olan bir diğer fikir bu önermeyi tehlikeli bir hale dönüştürür. “Zaman sınırlıdır.” Böyle bir inancı olan kişi alt bilincinde kendine şunu söylüyor olacaktır:
Para zamansa, zaman da sınırlıysa o halde “para sınırlıdır.” Ne kadar çalışırsam çalışayım, ne kadar hak edersem edeyim, hiçbir zaman yeterince para kazanamayacağım.
Diyelim ki kişinin şöyle üç inancı var:
“Daima layık olduğunu alırsın.”
“Ben iyi bir insanım.”
“Para kötüdür.”
Alt bilince bu cümle şöyle yansır “Ben iyi şeylere layığım, o halde paraya layık değilim.”
Peki böylesine köklü bir inanç nasıl değiştirilir ve etkisi neler olabilir?
Mevcut durumumuza bahane aramak istediğimizde geçmişi suçlamak, maziye dalıp bir yığın anı ayıklarken yıllar harcamak kolay bir yol gibi görünebilir. Ama bu, ağır ilerleyen, sıkıntılı, lüzumsuz ve çoğu kez de bizleri hiçbir sonuca götüremeyen bir yöntem.
Bu işin, koca bir duvarı yıkmak için teker teker her tuğlanın arasındaki harcı kazımaktan bir farkı yoktur. Oysa duvar yıkmak isteyen birinin çok daha basit, çok daha hızlı sonuç veren bir yolu seçip temeli kökünden kazıması gerekir. Yaşama dair çok temel bir görüşümüz değiştiğinde bununla ilgili bütün olaylar da değişir. Olayların anısı kalır, ancak yorumlanışı, dolayısıyla da üzerimizdeki bütün etkileri tümüyle farklılaşır. Unutmak ve alışmak böyle mümkün olabiliyor.
Yani sakıncalı durum inançların birbiriyle çelişmesi!
Diyelim ki iki inancınız var: “Benim annem alçağın tekidir” aynı samanda da “Annem hakkında böyle düşünmemem gerek.” Şayet bu ikinci inanç ağır basıyorsa, ilk anda birinci görüşünüzü yok farz etmenize yol açabilir ve siz de annenizle bir türlü geçinememenizin sebebini katiyen bilmediğinize kendinizi bir güzel ikna edersiniz.
Burada mesele şudur: Bir takım görüşlerimizi yok farz etmek istememiz o görüşlere sahip olduğumuzu bilmediğimiz anlamına gelmez. Dahası, çepeçevre bu inanç çatışmasının etkileriyle çevrilmiş durumdayızdır.
“Düşüncelerimiz tohumlardır, duygularımızsa gübresi.”
“Kendimizi kısıtlamamızın tek sebebi kısıtlandığımızı düşünmemizdir.”
İnanç değişikliği ve farkındalık için, önce beynin çalışma prensiplerine göz atmak isteyenler bir önceki sayımızda yayınlanmış olan N.L.P. yazımda özetlemeye çalıştım, hocam Doçent Doktor Turgay Biçer’in deyimiyle “zihinsel teknoloji”yi.
Tam da burada dikkat çekmek istediğim bir diğer konu ise, kendi kendimize söylediklerimiz.
İçsel konuşmalarımız! Ki o iç sesi denetleyerek ve dönüştürerek uyku probleminize son verebilirsiniz.
Küçücük bir ipucu; o iç sesin ne söylediğine değil nasıl söylediğine odaklanın ve onu yavaşlatıp daha müşfik bir sese dönüştürün. Bakalım içinizde nasıl bir duygu oluşacak…
Yine Zihinsel Teknoloji’nin bakış açısından bir örnek:
Şu iki cümle arasında ne fark görüyorsunuz?
“Ben aptalın tekiyim” ve “Ben bazen aptalca davranabiliyorum.”
Kendinize söylediklerinize dikkat edin!
Şöyle düşünmek sizce nasıl? “Cebimdeki kredi kartları gibi beyin bankamda da aptallık kredim var
ve ara sıra o krediden kullanmak özgürlüğüm ve hakkım.”
Kelimeler önemli ve güçlüdür.
Çünkü alt beynimiz sadece uygular, sorgulamaz.
Eğer ona “hasta” derseniz bedeni o konuma getirecektir. Ama hissettiğinizi “rahatsızlık” olarak nitelerseniz bu kelimeden çekip çıkaracağı komut “rahat” olacaktır ve bedeni buna kodlayacaktır.
Alt beyin olumsuz ekleri görmezden gelir.
Nasıl mı? Hemen pratik bir uygulama yapalım.
Aşağıya yazdığım cümleyi uygulamaya çalışın bakalım.
Yirmi saniye boyunca mavi rengi düşünmeyin.
Yirmi saniye boyunca mavi rengi düşünmeyin.
Yirmi saniye boyunca mavi rengi düşünmeyin.
Şaşırtıcı değil mi? Mavi’yi aklınızdan uzak tutabiliyor musunuz?
Tabii ki başka şeyler düşünülebilir ama yukarıdaki cümleden alt beyin şöyle bir yönerge çıkarır.
Neyi düşünmemeliyim; “maviyi”! Peki amacımız neydi?
Alt beyini doğru yönlendirmek için bu tür bir cümle yerine neyi istiyorsak onu doğrudan komut olarak vermeliyiz.
Yirmi saniye boyunca kırmızı rengi düşün.
Eğitim sistemimiz ve öğretmenlerimiz bu tür bilgilerle yeni tanıştıklarından ve başöğretmenlerimiz olan ebeveynlerimizin de bu konulardan bihaber olmasından dolayı daha küçücükken bu çatışmayla da tanışırız.
Şunu yapma, bunu etme cümleleri alt beynimizi neyi yapmamamız gerektiğiyle meşgul eder ve onu maalesef yaparız. Ki alt bilincimiz bu tür olumsuz kalıplarla doldurulur.
Kulakları çınlasın, Sevgili Reiki Hocam Gülüm Omay’ın kişisel deneyimini alsa unutmayacağım.
Kendisi bir dönem mütemadiyen kaybolduğunu ve bunun sebebini sonradan bulduğunu anlatmıştı.
Araştırırken bir cümle belirmiş aklında “elimi tut kaybolursun”. Evet anneciği istemeden koşullamıştı daha küçücükken hocamı.
Dün gece yine kendisiyle internet üzerinden de olsa sohbet etme fırsatım oldu ve yakalamışken danışmadan durmadım tabii. Başımda çıkan sivilcelerden bahsettim. Ne dese beğenirsiniz. Bunlar küçük öfke birikimlerinin dış yansımaları olabilir bir bak içeri dedi. Huzurlarınızda bir kez daha teşekkür ediyorum bu güzel ve benim için çok ama çok özel büyüğüme, Seni Seviyorum Gülüm Ablam.
Şimdi yine kitaba dönüp birkaç hastalığın duygusal alt yapısını hepinizle paylaşmak istiyorum.
Özellikle kalp hastalıkları ve kanserle ilgili bölümü Alişya sen dikkatli oku, umarım yanılıyorumdur ama sanırım, çok geç olmadan en sevdiklerini uyarma zamanın geliyor.
KALP
Kalp bir kastır, bu yüzden de kronik ve akut gerginlikten etkilenir.
Kalp rahatsızlığı olan kişiler merhamet duygularına ket vurmaya çalışan, reddedilme korkularını bastırmaya çabalayan insanlardır. Merhametli olmaktan kaçınmalarının sebebi bunun zayıflık belirtisi olarak yorumlanmasından korkmalarıdır; özellikle de dünya’nın acımasız bir yer olduğuna inanan ve bir yerlere gelebilmek için katı (merhametsiz) olmak gerektiğini düşünen insanlarda görülür bu eğilim.
Kalp hastaları arasında muhtemelen çok yaygın olan eğilim, reddedilme korkusunu bastırmaktır.
Bu insanlar kişisel başarıları aracılığıyla ya da paraları istif edip servet sahibi olarak çaresizce onaylanma ve sevgi satın alma peşindedirler. Bu gibi insanlar genellikle “A” tipi kişilik olarak tanımlanır; onları yönlendiren, kendi değerliliklerini maddi şeylerle kanıtlama ihtiyacıdır, aksi takdirde değersiz olduklarını, sevilmeye layık olmadıklarını düşünürler.
Bu insanlara gevşemelerini, daha sakin olmalarını, olayları akışına bırakmalarını söylemenin pek faydası yoktur; onlara bu tür tavsiyeler vermek, kendi değerliliklerini kanıtlamak için başkalarını memnun etmelerine gerek olmadığını anlamadıkları sürece boşa kürek çekmekten başka bir şey değildir. Bu gibi insanlar kendi değerliliklerini kanıtlamak için maddi başarılar elde etmekle o kadar meşguldürler ki, sevdiklerini sürekli ihmal ederler ve sonunda en yakınlarının sevgisini kaybederler; üstelik her şeyi onlar için yaptıklarını sanırken. Kimi zaman da ya çoktan bu dünyadan göçüp gitmiş olan ya da yapılan hiçbir şeyi yeterince iyi bulmayan anne babanın sevgisini satın almaya çalışıyorlardır.
Kalp hastalarının çoğuna gereken; hayata yepyeni bir açıdan bakmak; reddedilme korkusunun köklerini koparıp “el alem ne der?” cümlesini içlerinden söküp atmak ve öz saygının filizlenmesine izin vermektir.
KANSER
Kanser, aşırı derecede kronik gerilim bozukluğudur ve uzun vadeli fikir çatışmalarının nihai sonucudur. Bir bakıma kişinin kendini reddetmesidir çünkü hemen her zaman işin içinde büyük bir suçluluk duygusu vardır. Suçluluk duygusuna bir de korkunç bir çaresizlik duygusu, derin hayal kırıklıkları ve kişinin kendi yaşamının kontrolünü elinde tutamaması eklenir. Peki ama hayatta gerçekten neyi kontrol edemeyiz?
Başka insanların davranışlarını (etkilenebiliriz ama kontrol edemeyiz) geçmişte yaşadığımız olayları ve gelecekte olacakları kontrol edemeyiz. Kanser hastaları tipik bir şekilde dünya’nın, muhakkak kontrol altında tutulması gereken tehlikelerle dolu bir yer olduğuna ama kendilerinin bunu yapamayacaklarına inanırlar. Yine de denerler çünkü hayatta kalmak için dünya’yı kontrol etmenin şart olduğuna inanmaktadırlar. Böylece bedenleri “kontrol etmeliyim ama kontrol edemem” çelişkili mesajını alıp durur.
Buna kişinin kendi duygularını kontrol altında tutması da dahildir zira, bu insana göre “kontrolden çıkmış” duygular sadece korkutucu olmakla kalmaz, incitebilir ve zayıf biri gibi hissetmesine de sebep olur ki, bu denli tehlikeli bir dünya’da bu onun için gerçekten tehdittir. Kanser tedavi edilir, ama bedenden parça alarak ya da bedene bir takım kimyasallar zerk ederek ya da radyasyon vererek değil, kişinin, her şeyi kontrol etmesi gerektiği inancından tamamen vazgeçmesiyle ya da her şeyle başa çıkabileceğine ikna olmasıyla tedavi edilir. Tehdit edilme duygusu aşırı noktada değilse kanserin yerine iyi huylu tümörler oluşabilir.
MİGREN
Bu rahatsızlık bastırılmış öfkeyle ilişkilendirilir ama bu, öfkenin neden bastırıldığını açıklamaz
Sebep, kişinin öfke dolu düşünceleri aklından geçirdiğinde ortaya çıkabilecek sonuçlardan korkmasıdır, ya da bu tür düşünceleri asla aklından bile geçirmemesi gerektiğine inanmasıdır. Ne var ki düşünceleri hala oradadır, doğal bir şekilde ifade edilmeyi beklemektedir ve “düşün/düşünme” mesajının sonu baş ağrısıdır.
SİVİLCELER
Eleştiriye tahammülsüzlük, alınganlık, çok az onay görme ya da yeterlilikle ilgili kuşkular yüzde sivilce türü bozulmalara sebep olabilir. Ergenlik çağındaki gençlerin yüzünde bu tür sorunlara çok rastlanılır ama bunun sebebi hormonal değişikliklerden ziyade, gencin yeterlilik sahibi bir yetişkin olarak saygı görmek istemeye başlamış olmasıdır.
Bu istek, aile bireyleri ya da öğretmenler tarafından reddedilirse bastırılmış güceniklik kendisini açıkça gencin yüzünde gösterir; yüzdeki sorunun ciddiyeti de bastırılan duygunun yoğunluğuyla doğru orantılı olur.
KULAKLAR
Pek çok vakada kulak ağrısı ve işitme kaybı kişinin hem başkalarından hem de kendisinden duyacağı eleştirilere kulaklarını tıkamak istemesiyle ilgilidir. Baş dönmesi ya da denge kaybı
iç kulak sorunlarıyla ilintili olabilir. Bu belirtiler aynı zamanda ciddi bir biçimde hayatınızın dengesinin bozulduğuna ya da olayların kontrolden çıktığına da işaret eder, hayatınız başınızı döndürecek kadar kafa karıştırıcı bir hale gelmiştir. Bunlar, duyguları bastırmaya çalışmanın fiziksel sonuçlarıdır.
CİNSEL HASTALIKLAR
Tahmin edebileceğiniz gibi cinsel organlarla ya da cinsel işlevlerle ilgili sorunlar cinselliğe ve cinsel ilişkiye bağlı korku, suçluluk duygusu ve güvensizlikle ilişkilidir. Bütün hastalıkların ardında yatan şey fikir çatışmalarıdır. Çatışma yoksa hastalık da yoktur. Cinsellikle ilgili fikirlerin Batı toplumlarında geldiği noktaya bakılınca zührevi hastalıkların daha da artmaması tam bir mucize gibi görülüyor. Bununla birlikte cinsel organlarda ortaya çıkan sorunlar tek başına cinsel açlığa ilişkin çelişkili fikirlerden kaynaklanmaz. Cinsellik içgüdüsel bir açlıktır ama sevgi açlığı, güvende olma açlığı, paylaşma açlığı, sahip olma, iktidar açlığı da içgüdüseldir. Bazı insanlar o kadar yaratıcı bir alt beyine sahiptirler ki, cinsel hastalıkları bir başkası üzerinde güç sahibi olabilmek için kullanabilirler.
GÜLMEK AĞLAMAK VE ORGAZM
Bedenimizdeki baskıları gidermenin en sağlıklı ve doğal yollarından en önemli üçü;
Gülmek, ağlamak ve orgazm. Ne yazık ki pek çok insan, korkudan kaynaklanan çeşitli saplantılı fikirleri yüzünden bu harikulade rahatlama biçimlerini doyasıya yaşayamamaktadır.
“Çok gülen çok ağlar”, “her ortamda gülünmez” vs…
Peki ya gülerken kaç kas kasılır ve gevşer? Doğal duygusal deşarj yöntemlerinden biridir.
Keza ağlamak da öyle ama bu muhteşem deşarj yöntemine de bir ton pranga bağlanmıştır düşünsel anlamda. “Ağlamak” zayıflık olarak algılanır. Halbuki güçlülüğün göstergesi…
Ve Orgazm
Kadınların çoğu ömürleri boyunca ya hiç orgazm olamazlar ya da nadiren yaşarlar.
Erkeklerse çoğunlukla sadece boşalırlar, gerçek orgazmı onlar da nadiren yaşar.
Tam bir orgazm yaşamak yalnızca kendini iyi hissetmek değildir; tam bir orgazmda, gerginlik ve gevşeme sürecinin bir parçası olan istemsiz kas seğirmeleri de işin içindedir.
Cinsel ilişkinin kötü bir şey olduğunu düşünmenin ve karşı cinse duyulan korkuların yanı sıra benim hem erkeklerde hem de kadınlarda karşılaştığım en yaygın yetersiz orgazm olma ya da hiç olamama sebebi kişinin kendi üzerindeki kontrolünü kaybetme korkusudur.
Bu korku, kendini güvende hissetmemekle ve başkalarına güven duymamakla ilgili fikirlerle bağlantılı olduğu gibi çok fazla haz duymanın ya da öz denetimin yitirilmesinin sonunda insanı yıkıma götüreceği inancıyla da bağlantılıdır.
Bunlar gerçeğe dair fikirlerdir; gerçeğin kendisi değil! İnsan bedeni, kahkahalarla gülmek ve orgazm olmak gibi doğal boşalma yolları aracılığıyla yoğun haz duymak üzere tasarlanmıştır.
Hayat veren bu sağlık döngüsünden son damlasına kadar yararlanmanızı sağlayacak inançlar edinebilirsiniz.
Bu uzun ama keyifli teşhis yolculuğumuzu burada noktalayıp artık tedaviye geçelim mi ne dersiniz?
İÇ BARIŞ
Öncelikle artık her halde anlaşılmıştır ki “farkındalık” çok ama çok önemli.
Yani an be an yaşadığımız duyguların bilincinde olup onları yönetebilme, yönlendirebilme yeteneği.
Olgunluk da böyle bir şey zaten.
İçsel çatışmaları durdurmalıyız! (Farkında olmadıklarımızı da…)
Bunun için bütçemiz uygunsa profesyonel destek almak en iyisi ama kendi kendimize yapabileceklerimiz de var. Bedenimizle ne kadar ilgiliyiz? 10-15 trilyonluk hücre ordumuz (işçilerimiz) için nasıl bir patron ya da patroniçeyiz? Onlara güler yüz gösteriyor muyuz? Hallerini hatırlarını soruyor muyuz? Ara sıra prim ve ücretli izin veriyor muyuz?
Kendini sevmeyen biri başka birini sevebilir mi?
Kendine değer ve önem vermeyen biri başka birine bunları verebilir mi?
İçimdeki çocuk kavramını eminim duymuşsunuzdur.
Peki onunla aranız nasıl desem?
İçinizdeki küçük size zaman ayırıyor musunuz?
Onunla konuşuyor musunuz?
Bu nasıl mı yapılır?
İÇİMİZDEKİ ÇOCUK
Hemen şimdi onu bulabilirsiniz desem. Gözlerinizi yumun ve geçmişe yolculuk yapmayı deneyin.
Bakalım içinizdeki minik siz, kaç yaşında ve nerede çıkacak karşınıza…
Ben doğup büyüdüğüm evde bulmuştum. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu.
“Beni çok ihmal ettin” der gibiydi adeta.
Çağırdım gel sarılalım diyerek.
Epeyce direndi, meğerse küsmüş bana.
Ama geldi sonra, sarıldık, öptüm, kokladım…
Seni Seviyorum dedim ve bir daha asla seni ihmal etmeyeceğim diye de ekledim.
Muhteşem bir kavuşma, bir barışmaydı!
Herkese tavsiye ediyorum.
Yumun gözlerinizi ve bulun içinizde bir yerlerde yaşayan minik sizi.
Bakın bakalım onu neler incitmiş, nelere takılmış, ne zaman nerde mutlu olmuş?
{mosimage}İnsan kaç yaşına gelirse gelsin içindeki ufaklıkla irtibatı olamamışsa olgunlaşması mümkün değil.
Çünkü tüm davranışlarımızı onun fikirleri belirliyor. Geçmişte yaşadığı, kah üzülüp kah mutlu olduğu şeyleri (alt beyinde zaman kavramı olmadığı için) halen yaşanıyor sanıyor ve benzer her olayda aynı tepkiyi vermemize sebep oluyor.
Onu bulup, bazı şeylerin değiştiğini anlatmalıyız ama bunu yapabilmek için önce güvenini kazanmalıyız.
Bu içsel barış sağlandıktan sonraki adımsa, artık içimizdeki çocuk kaynaklı değil bugün ki “ben” kaynaklı olarak yeşeren duyguları doğru yönlendirmek üzerine olmalı.
Bu konuda en büyük yardımcımız hayal gücümüz.
Nasıl mı? İnsan beyninin bir özelliği sayesinde hayal gücü duyguların boşaltılmasında doğrudan etken.
Çünkü beyin duygu oluştururken hayal mi gerçek mi diye sorgulama yeteneğine sahip değil.
İkisinde de aynı tepkiyi üretiyor. Beyin gördüğü ve hayal ettiği arasındaki farkı bilemiyor.
Rüyalarınızı hatırlayın. Eminim en az bir kez, gerçekten ayırt edemediğiniz bir rüya görmüşsünüzdür.
Rüyanın içindeyken beden tepkileri gerçekmiş gibi verir.
Beyinlerimizin bu yeteneğini olumlu olarak kullanabiliriz.
Bu tekniğin adına imajinasyon deniyor.
DUYGULARIN HAYALLERLE BOŞALTILMASI
Diyelim ki birine öfkelendiniz. Bu duyguyu ille gidip de o kişiye yansıtmanız gerekmez.
Hatırlayın duygunun derdi akmaktır. Kime ve nasıl akacağını sorgulayamaz, bunu seçen bilinç kısmımız.
O zaman bilinçli olarak bir duyguyu başka bir yerden akıtmak mümkün.
Öfkelendiğiniz kişiye bir yumruk atmak ya da kötü bir söz söylemek yerine gözlerinizi yumup gerçekten bunları yapıyormuşçasına bir hayal kurabilirsiniz. Ya da bu hoşunuza gitmediyse.
Bir yastığa bağırabilirsiniz. Spor yapmak da bu tür negatif duyguları dönüştürebilir.
Olmadı oturup yazın ama içinizden geldiği gibi kuralsızca… Sonra da yırtıp atın ikinci defa okumadan.
Yeter ki akıtın.
Hayal kurmanın en büyük ve güzel getirisi ise bir felsefi soruyla ortaya konabilir.
Önce hangisi vardı? Gerçek mi hayal mi?
Eğer birisi önümdeki klavyeyi önce hayal etmemiş olsaydı bugün gerçek olabilir miydi?
Ortada henüz bir elma yokken fikri vardı, hayali vardı ki sonra gerçek oldu.
Bu yüzden olumlu hayaller kurmayı alışkanlık haline getirmek çok önemli.
Lakin bütün bunları yapsak bile eğer halen gücenikliklerimiz, kırgınlıklarımız varsa kendimizi kandırmaya çalışıyoruz demektir. Bilinç göz ardı etmeye çalışsa da beden unutmaz!
Duyguların en tehlikelilerinden intikam, nefret ve kin adlı üç silahşörleri mutlaka ama mutlaka içimizden söküp atmalıyız. Yani affetmeliyiz geçmişi ve kendimizi.
Hata ve pişmanlık yok, yalnızca deneyim var.
Şimdi de aynı kitabın konuya dair bölümünden önemli paragraflar.
AFFETMEK
Danışanlarıma, kendilerini incitmiş olan birini affetmelerini önerdiğim zaman genellikle şu cevabı alırım: “Bütün o yaptıklarını unutmamı mı bekliyorsunuz benden?”
Beklediğim unutmaları değil, affetmeleridir.
Affetmenin unutmakla uzaktan yakından alakası yoktur!
Canımızı yakan, bize zarar veren birinin yaptıklarını unutmamız saçmadır, aptallıktır, hatta tehlikeli bile olabilir; aksi halde yaşadığımız kötü tecrübelerden ders çıkarıp gelecekte başımıza böyle bir şey gelmemesi için tedbir almamız mümkün olmazdı. Buna rağmen, affettiklerini sanan insanların çoğunlukla affetmekten anladıkları, duygusal acıyı bastırmak (ama beden asla unutmaz ve bastırılan duygusal acıyı fiziksel acıya çevirmenin bir yolunu bulur) ve o konu hakkında bir daha düşünmemektir ki bunun işe yaradığı pek görülmemiştir.
“Affetmek” kelimesinin derinlerinde “serbest bırakmak” anlamı yatar. Bizim kullandığımız haliyle kelimenin gerçek manası, bize zarar veren kişinin cezalandırılması gerektiği fikrini serbest bırakmak; bu düşünceden özgürleşmektir. Başka bir deyişle, ister tek başımıza, ister başkaları aracılığıyla yapmayı hayal ediyor olalım; ister kadere bırakıyor; ister Allah’a havale ediyor olalım, her koşulda intikam alma düşüncesinden vazgeçmek demektir affetmek.
İntikam alma arzusundan vazgeçtiğinde, bu şiddetli duyguyla ilintili kronik gerginliği ortadan kalkan kişi hızla iyileşecektir.
Tabii kimi zaman da herkesten çok kendimizi affetmemiz gerekir.
Suçluluk duygusu (bir şekilde cezalandırılmamız gerektiği duygusu) en az kin duygusu
(bir başkasının cezalandırılması gerektiği duygusu) kadar, hatta belki de ondan da daha fazla, hastalıklara yol açan bir duygudur. Cezalandırma düşüncesinden özgürleşen kişi, duygusal baskıdan da, kas geriliminden de, bu düşünceye bağlı hastalıklardan da özgürleşecektir.
İnsanların affetmekte zorlanmalarının bir başka önemli sebebi de “affettim gitti!” demekle meselenin hallolacağını sanmalarıdır. Oysa affetmek cümle kurarak değil, eylemde bulunularak mümkündür ancak; gerçekten affetme eylemi, alışkanlık haline gelmiş düşünce biçiminden kurtulma eylemidir. Kendinizi ya da bir başkasını hakikaten affedip affetmediğinizi anlamak için kendinizi sınayabileceğiniz çok kesin bir test etme yolu vardır: sizde suçluluk ya da kin duyguları yaratan olayı bütün ayrıntılarıyla hatırladığınızda artık suçluluk ya da kin duymuyorsanız affetmişsiniz demektir.
İşte böyle sevgili güzel insanlar.
Ne güzel deyim değil mi “güzel insan” Alişyam’ın miraslarından biridir bana…
Dilerim paylaştıklarım güzel insanlara ulaşsın ve bu bilgiler sayesinde daha da güzelleşsin hepsi.
Biliyorum merak ediyorsunuz bu kitap hangisi?
Adı “Hayal Mühendisliği” Kuraldışı Yayınları’ndan çıkmış ve yazarı Serge Kahili King.
Herkese tavsiye ediyorum okunmasını…
Lakin okumak yetmiyor, uygulamak da gerekiyor.
Şanslıyım ki başta da söylediğim gibi bir “Bilge”m var bütün bunları paylaşabildiğim.
Beni dinleyen, bulduğum puzzle parçalarını doğru yerleştirip tabloyu ortaya çıkarmama yardım eden.
Teşekkürler “Bilge”.
Bundan böyle slogan: Her eve bir BİLGE.