Kolay değil; bu yazıyı yazmak da, bir medyumun oğlu olmak da. Bugünkü şüpheciliğimin temelleri de buraya dayanıyor sanırım. Normlar, insanın içinde yaşadığı topluma göre belirleniyor. Çocuklar için bu normlar, aile bireyleri ve onların görüştüğü kişilere göre belirleniyor. Ben daha ilkokula gitmiyorken “Hadi çocum odanıza, biz celse yapıcaz” diye göderilmenin normal olduğunu da sanabiliyor insan eğer karşılaştıracağı birşey yoksa. Her insanın bir bedeni, bir de ruhu varmış, öldükten sonra yok olmuyormuş bu ruh. Herkes konuşamazmış ama annemin özel yetenekleri varmış ve annem ruhlarla konuşuyormuş. E, normal gibi geliyordu bana ruh çağırmak!

Çocuklar o zamanlar şimdiki gibi bireyden sayılmazdı pek, zaten çocuk olduğu için anlamayacağı varsayılarak rahat rahat konuşulurdu. 80’lerin ilk yılları, masada kocaman çakmakların ve misafir sigaralarının olduğu dönemlerden bahsediyorum, “allaşkına bizim paketten iç!” diye ısrar edilen zamanlar.

Salı akşamları ya annemler giderdi ya da arkadaşları gelirdi ruh çağırmaya. Sonraları 20’ye yakındı ama o zamanlar 8-10 kişi kadar hatırlıyorum, Dişçi amca’nın gelişine sevinirdim, hep dondurma getirirdi. Çocuğuz ya, abimle dolanıp dururduk etrafta celse başlamadan önce, kulakdan dolma bilgiler ansiklopedisi için veri topluyormuşum meğer farkında olmadan.

Ha, ne anlıyordum ben tüm bunlardan dersek, en çok yer eden Nostradamus’tu. Nostradamus’un, geleceği önceden bildiğini, bunlara kehanet dendiğini ve 2000 yılına kadar kehanetlerde bulunduğunu öğrendiğimde sadece 6 yaşındaydım. 18 yaşına kadar pek birşey yapamayacağımın farkında olarak, dünyanın sonu gelip de ölmeden önce bir 6 yıllık zamanım olacağını hesaplayıp sevinmiş bir insanım. Ne de olsa bütün hayatı 6 yıl olunca, 18’inden sonra yaşacağı bir 6 yıl da fena bi zaman gibi gelmiyor insana.

Uykudan önce

Yatmadan önce dua ettirdi annem bi süre. Çocukların istedikleri kabul olurmuş, kendimiz ve ailemiz için güzel şeyler isteyip sahip olduğumuz güzel şeyler için de şükretmeliymişiz. Allah herşeyi görürmüş, kötü şeyler yaparsak günah olurmuş, onları yazarmış, dünyadayken çok iyilik yaptıysak ruhumuz cennete, çok kötülük yaptıysak cehenneme gidermiş. Nasıl bir travmadır bu, başka çocukların cehennem ateşlerinin daha detaylı anlatıldığı, çok daha trajik versiyonları ile karşılaştıklarının farkındayım, ama bu bile yeterince travmatik.

Bi kaç denemeden sonra bu dua faslından sıkıldığımı ve yapmak istemediğimi söylediğimi hatırlıyorum, doğuştan isyankarlık varmış bende herhaldeJ Sizi bilmem ama benim gözümün önünde, bir orkestra şefi gelirdi çocukken Allah deyince. Fraklı, papyonlu, pazar konserlerinden bildiğin şef işte. Hani herşeyi görüyor ya, yukarda bir yerde, yanında da iki tane melek kadın var, o gördüğü günahları söylüyor, onlar da yazıyorlar! İşerken de görüyor mu bizi? Kaka pek hoş bişey değil, günah mıdır acaba. Tuvalate hiç girmeseydi iyiydi ya, herşey de görülmez ki ayıp.

Keşke çocuklarımıza herşeyi anlatabildiğimiz bir dünya bırakabilsek. Çocuklara anlatamadığımız şeyler genelde anlamsız. Büyüdükçe çeşitli anlamlar yüklesek de, insanların neden savaştığını anlamaz bir çocuk, yada ülkenin, milliyetin ne olduğunu… Allah’ın ne olduğunu da anlamaz. Öğretilir bunlar çocuklara bir bir; Ülkemizin düşmanları olduğu, onların kötü olduğu, bize zarar vermek istedikleri, bazı milletlerin ne kadar kötü olduğu, zalim olduğu, arkadan vurduğu, emperyalist olduğu anlatılır. Bir de Allah anlatılır, hem çok sever insanları, çünkü o yaratmıştır, hem de çok kızar insanlara. Cezalarını verir, cehennem ateşlerinde yakabilir de.

İlk celsem

Bir gün ben de celselere katılmak istediğimi söyledim. Herhalde bir hayli ısrar etmişim ki, annemle babam bana mini bir celse düzenlediler. Ne olduğunu hiç hatırlamadığım bir kaç sözden sonra “sorun var mı?” diye sorunca annem, ne zaman celselere katılabileceğim sordum. “Katıldın bile ufaklık” benim o an içinde bulunduğum durumla yüzleşmeme sebep olan cevaptı. Annenle konuşuyorsun ama aslında annenle konuşmuyorsun! İnsanın annesinin söylediği birşeyi annesinin söylemediğini “anlaması” zor bir süreç. Aslında daha önce dünyada yaşamış ve ölmüş birinin ruhu ile annem konuşuyor ve onun ağzından bana bunları söylüyor. Hıristiyan çocuklarına baba oğlu ve kutsal ruhu anlatmak bile daha kolaydır herhalde…

Mühendis adam yer mi?

Zamanla bizimkilerin bu işlere nasıl bulaştıklarını öğrendim, dondurma getiren amca, ilk o götürmüş babamı bi ruh çağırma seansına. Güzelbahçe tarafında bir eve gitmişler, bir grup insan toplanmışlar, herkesin elleri masanın üzerindeyken masa iki ayağı üzerine kalkıyormuş. A için 1 kez, Z için 29 kez inip kalkıyormuş masa, bu şekilde kelimeler, cümleler yazılıyor ve ruhlardan bilgi alınıyormuş.

Mühendis adam babam, “yemem ben böyle numaraları” deyip masanın altına dalmış ama bişey bulamayınca zamanla ikna olmuş. Halbuki istambil kartı testini bilseymiş o zaman belki de hiç ilgilenmeyecekti bu işlerle. ( Masanını üzerine konan ellerin altına birer deste kart konunca masa itilip çekiliyor mu? havaya mı kalkıyor gözlemlenebilir hale geliyor?) Bir hayli de eğleniyorlarmış o zaman, Nasrettin Hoca’nın, Karagöz’ün Hacivat’ın falan ruhlarını çağarıyorlarmış. Babam ikna olduktan sonra bir gün annem de katılmış seansa. Tam babam kağıt kalemi eline almaya, yazı medyumluğuna başlarken, annem girince gruba, o başlamış. Hiç arapça bilmeyen annem, kağıda arapça “allah” yazmış. Zamanla kendileri toplanmaya başlamışlar, babam da durur mu o da “operatörü” olmuş grubun. Önce babamın ikna edilmesinin “planlı” olduğunu düşünüyorlardı, anneme yolu açmak içinmiş, öyle anlatırlardı.

Hoş annem üniversite zamanlarında kahve fincanıyla ruh çağararak sınav sorularını elde etme yollarını zorlamış ama işin salon eğlencesi formatından çıkması bu ayrı çalışmaya başlama dönemlerine denk geliyor. Defalarca başarısızlığa rağmen bir kere kendi kendilerine de masayı kaldırmaları, en temel dayanak noktalarından biriydi her zaman. Hayatı boyunca bir kere yalan söylediğini ya da abarttığını bilsem babamın inanmazdım bu anlattıklarına.

Annemin elini hiç kaldırmadan çizdiği resimler ve yazı celseleri ile devam etmişler. Yazı celsesinde dışardan bakınca görünen şey, birinin kağıda yarı okunaklı bişeyler karalayıp, bir yandan da yazdıklarını okuması şeklinde bir görüntü. İlk başlarda annem kendi yazdığını düşünüyormuş, her mantıklı insan gibi. İspat istemişler kendisinin yazmadığına dair. Zamanı tam tutmamakla birlikte büyük bir Yunanistan depremi önceden haber verilmiş. Babamın işyerindeki sıkıntılı durumun ne zaman sona ereceği sorusuna ise “Mithatpaşa Caddesi açıldığında” cevabı gelmiş. Hergün kullandıkları cadde hiç kapanmamış bile, değil açılmak ama birgün gerçekten o sıkıntılı durum sona ermiş. Bikaç gün sonra Mithatpaşa Caddesinin diğer tarafından büyük kanal boruları döşemek için açıldığını görmüşler, tam da işlerin yoluna girdiği tarihte başlamış çalışmalar. Bikaç olay daha iyice inanmalarını sağlamış sonuçta.

Kurallar

Yaptıkları şeyi kesinlikle çok ciddiye alıyorlardı. Bedri Ruhselman’ın ekolüne göre bazı celse kuralları vardı, onlara sıkı sıkı uyuyorlardı. Ruh çağırmanın bir salon eğlencesi olmadığı, öte alemle irtbata geçerek bu dünyayı ve öldükten sonra olanları daha iyi anlama çabasıydı esas olan ve bu bilgiler ışığında daha iyi insan nasıl olunuru araştıryor, tartışıyorlardı. Celse günü içki kesinlikle içilmez, başlamadan önce ayetel kürsü okunurdu. Tekamül etmiş varlıklara irtibata geçmek ancak ciddi bir seans ile mümkünmüş, yoksa geri varlıkların gelip yanıltıcı bilgiler vermesi de olabiliyormuş. Geri varlıkların musallat olmasına da obsesyon deniyormuş, gelip gitmiyormuş bu varlıklar, çok tehlikeliymiş seans dışında iletişim kurmak…

Normal; kime göre neye göre?

Çocukken insanların birbirini korkutarak eğlenme gibi bir anlayışı oluyor. Ben hiç bir ruhlu, perili hikayden korkamadan büyüdüm. “Ne olacak annemler her hafta çağarıyo ruhları konuşuyor, kötü bişey yapmaz onlar” deyince diğer çocukların tuhaf baktığını, zor sorular sorduklarını fark edince, “normal”in bu olmadını iyice anlamıştım. Bu konularda pek konuşmamak daha iyidi sanki. Bazen çok yakın arkadaşlarıma söylüyordum sadece. Kim bilir neler canlanıyordu akıllarında, filmlerdeki ruhlarla bizim evdeki ruhların farklı olduğunu anlatıncaya kadar zorlanıyordum. Bunlarla pazarlık yapmış annem, sadece çağırıldıkları zaman gelmeleri şartıyla kabul etmiş medyumluğu diye açıklama yapıyordum bizim eve gelmemezlik etmesinler diye.

Altın çağ ve spiritalizmin altın çağı

90’lara geldiğimizde bir de Altın Çağ lafı dönüp dolaşırdı evde. İnsanları pek çoğu ölecekmiş ama “iyi” olanlar yaşamaya devam edecekmiş ya da ölseler bile tekrar dirileceklerimiş… Demek ki tekrar dirilinilebiliniyor, babam yalan mı söyleyecek? Hem yabancı değildim bu fikre, malum Nostradamus da 2000 yılına kadar kehanette bulunmuştu. Altın Çağ isimli bir kitap vardı, içinde bizimkilerin de celselerde konuyla ilgili aldıkları yazılardan alıntı yapılarak konulmuştu. O dönem kitapçılarda satılmayan, elden dağıtılan spirtüel kitaplar dönemiydi.

Kapı arkalarından dinlenenlerden, çocuk nasıl olsa anlamaz diye rahatça konuşulanlardan, ortalıktaki kitaplardan vb. bir hayli fikir sahibiydim spiritüel konular hakkında. Gelip gidenler zaten hiç eksik olmazdı bu konularda sohbet ettikleri. Bir gün bir yabancı geldi, gruba diğer gelenlerden oldukça farklı biriydi. Bilinmeyen konularla ilgili bir dergi çıkartıyordu, konuyla ilgili çok insan tanıyordu, yabancı yayınları takip ediyordu… Parapsikolgtu, gazeteciydi, astrologdu… Annemlerin numunelik kaldığını, bu konuyla ilgilenen en ciddi ve samimi grup olduğunu söylüyordu. Sonra bu celselerin kitaplaştırılması sürecine de önayak oldu. Oldukça hareketli bir dönemdi, çeşitli gruplarla sık sık görüşülüyordu, şehir dışından misafirler geliyordu.

Altın Çağın beklendiği, herşeyin kötüye gittiğinin düşünüldüğü o zamanlar aslında Türkiye Spirtualizminin de altın çağıymış. New Age diye bahsedilen şey aslında bu romantik dönemin sonunu da getirecekmiş.

Hala bir Altın çağ, Marduk, Nibiru vs. bekleyişi var, Maya takvimleri de doğruluyor falan… Ben beklemeye erken başladığımdan olsa gerek, bi 30 yıl bekledikten sonra sıkıldım. Miladi 0’da da dünyanın sonu geldiğini düşünmüşler, 2000 yıl geçmiş üzerinden. 1000 yılında da demişler, 1666’da da ve daha kimbilir ne zamanlarda dediler. Ben 2000’den beri 4’er yıl ileri atıldığını biliyorum sadece, 2012 bitince, 2016 beklenilir diye tahmin ediyorum.

Kimler gelmedi ki evimize;

İzmir’deki ve İstanbuldaki diğer spirtüel gruplarla irtibat oldukça hareketliydi. İki grubun birlikte celse yaptığı birgün bizim eve yaklaşık 50 kişinin geldiğini hatırlıyorum, mahalleli tarikat toplantısı yapıldığını düşünmüş olmalı. Çeşitli zamanlarda; milletvekilleri, paşalar, mitçiler, “uzaylılar”, majisyenler… Dönemin en ünlü şarkıcılarından biri de gelmişti, mahallede oldukça ilgi çekmişti.

Konu herhalde iyice yayılmış ki o günlerde,televizyoncular bize geldi. Oturma odamıza bir sürü ışıklandırma sistemleri falan filan kurduklarını hatırlıyorum. Babam nasıl heyecanlı, yazmış söyliyceklerini, 20 yıldır inandıklarını, düşündüklerini en güzel nasıl anlatırım derdinde.

O program hiç yayınlanmadı, ben sonradan öğrendim, meğer o televizyoncular “ruhlarla konuştuğunu iddia eden sapıklar, dolandırıcılar” konseptinde bişeyler çekmek için gelmişler. Bizimkilerin samimiyetini görünce vazgeçmişler yayınlamaktan.

Küçük medyum

Eh! Armut dibine düşer. Annem ruhlarla konuşur da benim neyim eksik… 17-18 yaşlarındayım, üniversiteye hazırlık dönemi, sıkıntılı stresli, bi de çok fena aşığım. Ders çalışırken ederken ben karalamaya başlıyorum. Anneminkilere benzer resimler falan karalıyorum. Sonra elimi bıraktıkça karalamalar devam ediyor, bişeyler yazıyorum, korkuyorum duruyorum, bırakıyorum, saçmalıyorum…

Anneme gösterdim, yapma çocum, tek başına yapılmaz bunlar, hem sen derslerine bak, bunlarla uğraşma dedi. Peki anne deyip uğraşmadığımı düşünen yoktur herhaldeJ Kız arkadaşımı da inandırdım, beraber bişeyler yapıyoruz ama ne yaptığımız biz de bilmiyoruz. 18 yıl sonra hala bilmiyorum ya… Bi kızın ruhuyla konuşuyorum, kaza geçirmiş ölmüş biz yaşlardayken, levent diye bir sevgilisi varmış onu bulmaya çalışıyoruz. Polisiye gibi, durmadan sorular sorup bişeyler keşfetmeye çalışıyoruz, insan beyninin rüyamsı mantığının işlediği, tuhaf kısımlarında seyrediyoruz. “608” en büyük ipucumuz, bir sürü tahminden sonra, dersanedeki sınıfı numarası olduğuna kanaat getiriyoruz. Söylenen saatte leventi bulmaya gidiyoruz ama sadece temizlik görevlilerini bulup hayal kırıklığına uğruyoruz J

Astral seyahat

Terimleri bilince olanı adlandırmak kolay oluyor. Yatakta kalkıyorum sanıyorum ama aslında yatıyorum. Eminim ama kalktığıma. Bi uyanıyorum yataktayım. Hemen konu ile ilgli bi kitap bulunup evden okunuyor, tekniği varmış meğer. Ben de geceleri yatınca dolaşmaya çıkıyorum, saate bakmaya çalışıyorum, ruhumla dolaşırken, sonra dilimi ısırıp kendimi uyadırıcam hemen saate bakıcam, gerçekten dolaşıyor muyum onu test etme derdindeyim. Hiç başarılı olamadım o saat işinde ama bi gece kız arkadaşımın odasına gitmeye karar verdim. Ertesi gün, hiç görmediğim odasını anlatınca tuhaf tuhaf baktı bana. Bi yere kadar kabul edilebilirdi, her odada yatak koltuk, masa olması normaldır, muhabbet kuşu olduğunu da biliyorum, odasında olması olası. Esas ertesi gün “kuşu naptın dün gece net göremedim, fluydu” deyince bi süre konuşmadı benimle. Korkutmuşum meğerse. O gece yeni aldığı bi tülü örtmüş ilk defa üstüne. Hayat tesadüftürlerle dolu…

Dinler

Peygamberlerin çok yüsek kanallardan bilgiler alan medyumlar olduğu ama sistemin aynı olduğunu düşünüyorlardı bizimkiler. Ben de henüz kendi kendime bunları sordulayacak yaşta değildim. Bir gün Kuran’ın tek kelimesinin bile değişmediğinin tek kanıtının Kuran’da yazılı olmasını olduğunu söylediğinde bende yanan ışık halen yanıyor:) Oysa babam Kuran’da reenkarnasyonu anlatan ayetlerle ilgili konferanslar bile veriyordu. Kuran’da yazanlar çok yüksek kanallardan geliyordu ve/veya doğrudan Allah’tan geliyordu…

Turan Dursun’un Din Bu’su da girmişti eve, Süleyman Ateş’in Gerçek Din Bu’su ile birlikte okuduğumda henüz ortaokuldaydım. Turan Dursun aklıma daha çok yatmıştı. Artık bişeyleri sorgulama sürecim başlamıştı. Belki ailemin düşündükleri de doğru değildi! Deist diye bir terimden haberdar olunca, kendime uygun olduğunu düşünmüştüm. “Ben müslüman değilim” dediğimde din dersi hocasının pek hoş karşılamadığını hatırlıyorum. Aslında sistem doğruydu, Allah vardı ama insanlar bunu çarpıtmıştı, din kitaplarında yazanların arasına dünyasal şeyler de girmişti falan filan… Bu deistlik dönemi 13-14 yıl kadar sürdü bende. Ta ki bir gün Tevrat’ı okuyuncaya kadar!

Tevratta düpedüz bir adam anlatılıyordu. Benim orkestra şefinden bile fenaydı. En büyük tanrının kendisi olduğunu söylüyordu ve başka tanrılara taptıkları için kızıyordu. Ama başka tanrıların varlığı inkar edilmiyordu. Bir kıyas söz konusuydu, en güçlü benim diyordu. İnsanların gelip önünde adaklar kestikleri bir çadırı vardı, içinde yaşıyordu. Tevrat’taki hikayelerin hepsi birbirinden fantastikti. “Burda anlatılan şeyse tek tanrılı dinlerin tanrısı, ben ateistim” dedim o zaman. Kur’an nasıl bir yeni dindi ki, İsrailoğullarının üstün yaratıldığından bahsediyordu? Sonra Zecharia Sitchin, Muazzez İlmiye Çığ, Samuel Noah Kramer… derken herşey daha farklı anlamlara oturdu.

Dinlerde sistem hep aynıydı, cevabı bilinmeyen temel sorulara cevaplar vermek. İnsan nasıl oldu? Hayatın anlamı ne? Herşey nasıl başladı? Ölünce ne oluyor vb. Hepsinde birileri önce bu sorulara kendi içinde tutarlı olmaya çalışan cevaplar verip sonra sosyal hayatı düzenlemeye başlıyor. Şimdi bu anlattıklarımıza göre böyle davranmalısın diye devam ediyor. Aslında ilk insanların inandıkları şeyin şekil değiştirmiş halinden başka birşey değil hepsi.

Bugün bakınca

Bugün baktığım yerden, bazı şeyler daha berrak; böyle daha doğru yorumladığımı düşünüyorum hayatı. Kim bilir on yıl sonra nasıl düşünüyor olacağım? Geçmişe bakınca herkesin içinde olduğu sisli sahneler var. Hep gizlenen bir seçenek varmış: en basiti.

Nostrdamusun kehanetlerinde hiç tarih yokmuş aslında! Yazdıklarının hangi olaylara karşılık geldiğini bulup ona göre bir sistem oturtmaya çalışıyorlarmış. Ondan sonra da bu sene bu olacak diye yorum yapıyorlarmış… Kuran’ın mucizeleri başlıklı konuşmalarda benim hep dediğimi yapıyorlarmış aslında. Hani derler ya yeni bilimsel araştırmaların sonuçlarına hep Kuran’da yazıyodu aslında diye. Kuran’da o kadar çok bilimsel şeyden haber veriliyor madem, “gavur” bilimadamları bulmadan siz bulsanıza? Kuran’da yazıyor ispat edicem diye çıkın ortaya. “Elin ateisti” bulmadan önce siz bulun Kuran’da yazanları…

Sebepler ve sonuçlar…

Çok kötü ateşlenmiştim, üç-dört gün inmedi ateşim, defalarca hastaneye gittim iğne yedim, yine çıktı. Annem “şifacı” bir arkadaşından rica etti telefonda. Bir saat kadar sonra ayaktaydım, hatta kendimi mezuniyet yemeğine gidecek kadar iyi hissettiğimi söylesem de ikna edememiştim bizimkileri. Annem haber vermek için aradığında “şifacı teyze” özür diledi annemden, meğer konuştuktan sonra uyuya kalmış, sonra yataktan düşerek uyanmış, ondan sonra hatırlayıp şifa göndermiş, ben ondan sonra kalkışım. “İhmal ettim diye beni yataktan attılar” diye anlatıyor.

Bazı soruların cevaplarını bulabilmiş değilim, ama verilmiş cevaplar da beni ikna etmiyor. Ne masayı ruhların kaldırdığını düşünüyorum, ne de yazı yazdırdıklarını veya beni iyileştirdiklerini düşünüyorum. Yapanların yalan söylemediklerinden de eminim. Birgün hepsinin farklı şekillerde açıklanabileceğini düşünüyorum.

Elimi koyarak ağrısını geçirdiğim onlarca insan var. Dua mı ediyorsun diyorlar, ateistim ne duası diyorum. Reiki mi diyorlar, para vermem öyle şeylere diyorum. Sadece geçtiğini düşünüyorum ve geçiyor. İsteyen enerji desin, isteyen başka bişey. Bir şeyin meydana gelmesi illa yapan kişinin düşündüğü sebeplere dayanacağı anlamına gelmez.

En nihayetinde

Bizimkiler 20-25 senelik bir sürecin sonunda, ilgilerini bir hayli yitirip celselere son vermişlerdi. Annem önceleri tanınmış kişilerin ruhlarından, daha sonra çeşitli isimlerdeki planlardan gelen ruhlardan, daha sonra bütünden, özbenden falan alırken en sonunda kendinden aldığı noktasına geldi. Bu kadar uzun bir sürecin sonuna oldukça çelişkili düşünceleri bir arada barındırarak mutlu mesut yaşıyor. Babam ise ölünceye kadar kendini müslüman bir spirtualist olarak tanımladı hep.

Konuk Yazar