Hayatımda ilk büyük terk edilişimi 1998 Şubatı’nda yaşamıştım. Benim için çok ağır bir dönemdi ve ilk olmasına rağmen, son olmayacaktı kesinlikle. Günlerce ağlamıştım, ama o günler, bana harika şeyler de kazandırdı. Konumuz, hemen hepimizin yaşadığı ve yaşamaya korktuğu bir olay: Terk edilmek ve sonrasındaki ayrılık acısı.

Aslında konuya direk ayrılık acısı olarak dalacaktım, fakat sonradan, aslında bu acının birçok şekilde yaşanabileceğini gördüm. Bir yakınınız ölür, ailenizden uzağa taşınırsınız, sevdiğiniz dostunuz iş nedeniyle tayin olur vs. Fakat, benim değinmek istediğim konu, “sevgilim” dediğiniz insanın sizi terk etmesi sonucu yaşadığınız ayrılık acısı ve ben bu acıyı çooook iyi bilirim…

 

 

Evet, ilk büyük terk edilişimi 1998 Şubatı’nda yaşamıştım. O zamandan önce de kız arkadaşlarım ve ayrılışlarım olmuştu, ama bu bambaşkaydı. Bir kere, karşımdaki insana aşıktım ve ilk defa uzun süreli bir ilişkim olmuştu. (Uzun dediğim de üç ay) Kendimi fena kaptırmıştım ve gidiyorduk. Sonra bir gün, “Hasan, seninle bir şey konuşmamız lazım” dedi. Zaten bir kız size böyle bir cümleyle geliyorsa, bilin ki altından hiç iyi bir şey çıkmayacaktır ve yüzde 95 de ayrılacaktır. Eh, bu aynen böyle oldu ve ilişkimizin yürüyemeyeceğini söyledi ve ayrıldı. Bombok kalakalmıştım. Eve ağlaya ağlaya gelmiştim ve odama kapanıp saatlerce ağlamaya devam etmiştim. Vücudum karman çorman olmuştu ve mide kaslarım, kasılmaktan haraptı. Durumu öyle kabullenemiyordum ki yatakları, yastıkları dövüyordum. Gece uyumaya çalışmıştım, ama böyle ağır bir ayrılık yaşayınca, uyusanız bile, bir şey sizi sabahın 4’ünde uyandırır ve “Artık o yok hayatımda, ben ne yapacam şimdi?” sorusuyla uykunuzu kaçırır. İşin daha zor kısmı, ikinizin aynı okulda okuyor olmanız ve daha yıllarca birbirinizi görmek durumunda olacağınızdır. Diğer gün okula gittim ve onu görür görmez ağlamaya başladım, fena yıkılmıştım. Evren, anında desteğe başlamıştı bana. Okulda yakın dostum olan bazı hocalarım, bana aylar boyu büyük destek verdiler de ayakta kalabildim o süre zarfında…

İkinci büyük ayrılığımı ise 2000 yazında yaşamıştım. Zaten her şey üst üste geliyordu o dönemde ve “Kader kısmetten çıkarsa, dert Bağdat’tan gelir” lafını doğrularcasına, bir yıkımı da o ayrılıkta yaşamıştım. Sonra tekrar birleşmiştik, ama bu sadece ayrılık sürecimizi bir sene daha ertelemişti ve Ekim 2001’de de onunla kesin olarak ayrılmıştık ki, bu olay bana çok büyük acı ve kırgınlıkla birlikte, muhteşem armağanları da getirmişti…

Bu üç olayı hızlıca anlatmamın nedeni, yazının bundan sonraki kısmını bu üçünde yaşadıklarımı birarada anlatmak isteğimden kaynaklanıyor. Üçünde de büyük acılar yaşadım. Üçünde de felaket ağladım ve yıkıldığımı hissettim. Ama üçünde de görmeyi reddettiğim bir nokta vardı: her üç olayda da aslında ayrılmayı ben de çok istiyordum, ama maalesef bunu yapmaya cesaret edememiştim ve hatta reddedip, kalbimin derinliklerine atmıştım. Ama hani Kuran’da der ya “o kalbinizdekileri görür ve bilir”. Bu evrenin çalışma prensibidir. Siz ne kadar reddederseniz reddedin, evren gönlünüzdeki esas niyet neyse ona göre veriyor arkadaşlar.

Ayrıldığım kişiler hakkında asla kötü sözler söyleyemem; çünkü onlar, benim içim “özel” olan, birçok “özel” şeyi paylaştığım “özel” insanlardı. Zaten ayrılışlarımız birilerinin kötülüğünden değil, ilişkinin enerjisinin bitmesinden kaynaklandı ve eğer ben kalbimi dinlemeye direnmeseydim, bu kadar acılı da olmazdı bu süreçler. Aslında, şu düşünceyi öğrenebilsek, ölüm acısı dahil hiçbir acı kalmayacak hayatımızda: “Her şey akan nehirler gibidir, zamanı gelince birleşir, zamanı gelince de ayrılırlar; ama sonuçta, tüm nehirler aynı coğrafyadadırlar”. İlişkilerde de öyle. Birbinize çekiliyorsunuz, harika şeyler yaşıyorsunuz ve bittiği zaman da ayrılıp, yeni nehirlerle buluşmaya akıyorsunuz. Ama maalesef, hayatımızı etkileyen ve bize bu acıları yaşatan “Korku” isminde bir kardeşimiz mevcut. Bu kardeşimiz, ilişkinin hemen başında konuşmaya başlar ve bittikten sonra bile susmaz; bir sürü de şekle girer: “Hişşşt sana söylüyorum, bu kız seni seviyor ve seni hep sevmeli de. Zaten seni seven fazla yok bu dünyada, ona sahip olmalısın ve garantilemelisin; hadi bir söz al da, ikimiz de rahatlayalım”; “Ohhh sözü verdi, ama bak, dost acı söyler, acaba doğru mu söylüyor, ya ‘diğerleri’ gibi yalancıysa; zaten bu dünyada kimseye güvenemezsin, güvenmemelisin güçlü olmak istiyorsan, sırtını kimseye dönmeyeceksin demişti baban; o senin büyüğün, dinle babanı. Onu kontrol etmelisin, garantilemelisin. Evet, çiçek götür çiçek, o seni hep sevmeli…”; “Hıh kıza bak, niye onun hayatını kontrol etmeye çalışıyor muşsun? Tabii ki kıskanacaksın, hem sevildiğini başka şekilde anlamaz bu kadın milleti. Ayrıca, çevrede o kadar adam da var, ya ona birileri takılırsa. Yooo karşılık vermez değil mi, aldatmaz seni”; “Zaten oolum, ben sana hep derdim sen yetersiz, sevilmeye layık olmayan pisliğin birisin diye. Daha fazla çabalamalıydın; bak işte, kız gitti elinden. Şimdi başka erkekler alacak onu. Sen zaten neyi hak ettin ki bu dünyada”; (aynı anda başka bir ses) “Bırak oolum ya gitsin karı, o kaybetti. Sen onun için o kadar şey yaptın, kendi düşünsün peahhhh”; “Bundan sonra bunların hiçbirine güvenme, hatta sadece yat ve fırlat at, bu kadınlara, bu müstahak”; “Neee başka biriyle mi, demek adam kandırdı onu ha! O adama bunu ödetmelisin. Nasıl olur da dokunabilir senin ‘olana’ ha” vs vs vs.

Eh, bunların sayısız versiyonu var. Her birine de kişilerce verilen ayrı ayrı tepkiler. Kimisi bu sesi bastırmak için içmeye gider ve içine atar; kimisi kıza telefon açar ve görüşelim mi der, kız reddedince de telefonda ağlayıp sızlar; kimileri geri dönmesi için planlar yapar; kimileri araya aracılar sokar; kimileri dua eder; kimileri saldırganlaşır… Ama görülen o ki, çok ekstra durumlar hariç, ayrılma kararını vermiş birinin üzerine gitmek, onu, bu kararında daha da sabitleştirecektir ve hatta, ne kadar haklı olduğunu düşündürecek kanıtlar ortaya sürecektir: Bir defa, kararından hemen dönmeyi ‘kendisine saygısızlık’ gibi algılayacağı için, bir süre “döneceği” varsa bile direnecektir. Hatta tecrübeyle sabittir ki, çabuk dönüşlerin, çabuk ayrılışları da olabilir. Aslında en iyi ilaç, her zaman en zor ilaç olan “zaman”dır…

Farkında değil misiniz ki, son zamanlarda ne kadar sık tartışmaya başlamıştınız, birlikte olduğunuz zamanların 2/3’ü asık suratla geçiyordu. Sürekli içinizden “Ben bunları çekmek zorunda mıyım?” sorusunu tekrarlayıp duruyordunuz. Birlikte, mutlu olduğunuz zamanların sayısı gittikçe azalıyordu. Reddetseniz bile, aklınız, iki gün önce tanıştığınız o kız veya adama kayıyordu, bir de üstüne bu suçluluğu yaşıyordunuz…. Ayrılmanız, aslında size, ilişkinize ve sevgilinize, evrenin koca bir armağanı olabilir mi?

Ben, her ayrılık dönemimden sonra muazzam atlamalar ve gelişimler yaptığımı görüyorum, geriye dönüp baktığımda. 1995 yılında bir kızın beni terk etmesi, beni içsel yolculuğuma başlatan son damla olmuştu; 1998’deki olay, bana büyük dayanıklılık kazandırmış ve sonra gelen büyük aşkım için yol hazırlamıştı. 2000’de yaşadığım ayrılık, “zaten tıkanmış” ilişkimize yeni bir soluk getirmiş, ama o da en fazla bir sene daha sürmüştü; 2001’de yaşadığım ayrılık ise bana evrenin en büyük armağanıydı. Zaten, o dönem sonrasında yaşadıklarımı yaz yaz bitiremiyorum. Şimdi diyeceksiniz ki, “Ulan, senin ruhun da kıçına tekme yemeden çalışmıyor, hep böyle olacaksan, sen bir kızı beş seneden fazla göremezsin”. Ne diyeyim, haklısınız. Bizim kasa eski model TV’ler gibi, vura vura düzeliyor ancak. Tabii bu biraz acıtan bir gelişim yolu, ama n’apsın evren, herkese uygun bir yöntem seçiyor. Kimini seve seve, kimini öpe öpe…

Son ayrılışım sırasında deneyimlediğim ve o kişiye, sırf böyle davrandığı için sonradan teşekkür ettiğim bir durum var ki, özellikle terk eden tarafsanız, lütfen dinleyin. Daha önceki terk edilişlerimde, hep karşı tarafın kararsızlıklarıyla karşılaşmıştım ve zaten dalgalarda salınan sandal gibi olan ruhum, kayalara çarpa çarpa iyice yaralanmıştı. Karşı taraf, terk etmekle iyi mi yaptığını düşünürken, bazen size yakınlaşır ve siz de anında umutlanırsınız; sonra birden uzaklaşır ve siz kırılırsınız. Terk eden tarafın yapabileceği en büyük kötülük, bu kararsızlıktır. Siz zaten sahibinin ona atacağı bisküviyi bekleyen İrlanda Seteri gibi, onun gözlerinin içine bakıp en ufak umut kırıntısını aramaktasınızdır. Sözlerinin, tavırlarının her kelimesinden bir mana çıkartmaya çalışırsınız ve arkadaşlarınıza, “Şimdi, o bununla neyi kastetti?” diye sorarsınız, sonra o sizi telefonla arar ve sizi hala çok sevdiğini söyler ve siz dağılırsınız. Hele ki, onun kararsızlığı bu sözlere yansırsa, iyice umutlanırsınız; sonrası gaaarrçççç…. Son terk edilişimde, ayrıldığım kişi bu kararında öyle bir kararlı bir tutum gösterdi ki, bana hiçbir şekilde bir umut vermedi ve hiç sürüncemede bırakmadı. Hatta, ben onun tavırlarından bir şeyler umut ettiğimde bile, kesin ve net olarak “Bir daha olmayacak!!!” dedi. Tabii bu, “Seni her zaman çok seviyorum, gel bir daha deneyelim” sözlerini bekleyen ruhunuzu fena acıtıyor, ama tentürdiyot da yaraya ilk sürüldüğü zaman fena acıtır; faydası sonradan çıkar. O kararlı tutum sayesinde, gitgide “beklentiler”im çözüldü ve zamanla, o benim için, sadece “hayatımın bir dönemindeki güzel şeyleri paylaştığım özel biri” haline geldi. Zaten, ona bu konudaki teşekkürlerimi hep ilettim. Ama terk ettikten sonra, bir anda kendini yalnız hissedip, halen acı çeken ve “sevilme hissi garantili” eski sevgilisini arayıp, onu karman çorman edenlerin de öğrenmesi gereken şeylerin olduğunu düşünüyorum. Evet, acıya dayanmak cidden “büyük” güç isteyebiliyor, ama yine derler ki, “Allah herkesin gücüne göre güçlük verir”.

”Peki, bu terk edilme acısı için ne yapabiliriz?” diye sorarsanız, derim ki: Acıyacak, maalesef bunu engellemenin yolu yok. Aslında kendimizi sevdiğimiz ve sevme-sevilme adına birine ihtiyaç duymadığımız, sevgiyi koşulsuzca ve özgürce yaşadığımız, sahiplenmelerin olmadığı, her iki tarafın da “kendi benliklerini ifade edebildiği” ilişkiler düzeyine varınca, acı falan kalmayacak. Ama maalesef, bu düzeye henüz varamadığımızı düşünüyorum. Zaten, bu acıları çekmemizin nedeni, “Kendimize olan sevgi eksikliğimiz”. Kendi içindeki sevgi pınarından doya doya yudumlayan bir insanın, başka pınarlara ihtiyacı kalmaz (heeeyt be, ben de böyle cümleler kurabiliyormuşum demek), ilişkisinde karşısındakine kendi pınarından ikram eder; onun pınarından tadarken… Ama kendi suyuna bakmayıp, karşındakinden beklersen, susuzluktan kavrulur, acı çekersin. Evren de sana, “Bak ulan hıyar ağası, sende de o pınardan var; hem de şişeleyip şişeleyip satsan bile bitmez” demek için, binlerce deneyim hazırlar ve sen de bu dersi alana kadar gider gider gelirsin (enkarnasyon anlamında). 

Ne diyorduk, acıya nasıl dayanacağız? Maalesef, elindeki yara nasıl caart diye hemen geçmiyorsa, bu acı da hemen geçmeyecek arkadaş!!! Sen onu hafifletmek için içersin, dostlarınla olursun, küfredersin falan filan, ama eninde sonunda yalnız kalacaksın ve onunla yüzleşeceksin. Bu yüzleşme sürecini uzattıkça, acının süresi de uzayacak: Bırak acısın ve bol bol ağla. Ama diğer gün kalktığında, hala aynı şiddette acıyorsa ve sen de bunu, “kendine acıyarak” daha da kanatıyorsan, kimseyi suçlama arkadaş. (Ama bil ki, sen kendinden vazgeçsen bile, evren senden asla vazgeçmez.) Ayrıca şunu söyleyeyim: Ben, her terk edilişimde kendime acayip acıdım, yetersiz hissettim, aşağıladım vs. ve diğer insanların yüzlerine baktım; bana, yine her zamanki Hasan’mışım gibi baktılar. Varlığımdan hiçbir şey eksilmedi, Hasan yine aynı Hasan’dı ve onların gözünde, “Hasan sevgilisinden ayrılmıştı” sadece. Bunu şunun için söylüyorum, bir gün, ben de ayrılan arkadaşlarıma aynı gözle baktığımı fark ettim; hatta aradan zaman geçince, çok çok iyi insanlarla tanışacaklarına emindim. O anda anladım, Nazım’ın “Şirin Ferhat’ı sevmeseydi; Ferhat ne kaybederdi Ferhat’lığından” sözünü. Şunu tekrarlıyorum, acı için en iyi, ama en zorlayan ilaç “zaman”dır. Ben hiç, “zamana bırakmayı” beceremedim hayatımda. İlla gidip kurcaladım; çünkü, bir şeylerin hemen olmasını istedim. Bugüne kadar istediğim her şey oldu, ama hiçbiri benim planladığım gibi olmadı. Benim planladığımdan daha mükemmel bir biçimde geldiler bana ve aslında, hepsi de olması gereken zamanda. Odamda duvarımda yazan bir söz var, muhteşem bir şey: “İstediğim hiçbir şeyi elde edemedim, ama ihtiyacım olan her şey bana geldi” mealinde. Ama kendimi tam akışa bırakmayı hala tam olarak beceremiyorum; çünkü, KORKUYORUM ULAN, KOR-KU-YO-RUM… 🙂

Bu konuda, daha sayfalarca yazabilirim ve sonraki günlerde de yazmaktan hiç bıkmayacağımı biliyorum. Eh ama, bir yerde durmamız lazım değil mi? Yazımı, size bir kıyak yaparak bitirmek istiyorum; hem de çok somut bir destek olur, eğer acı çekiyorsanız: Yaşadığım ilk büyük terk ediliş acısı sırasında, karşıma Peter Lauster adlı bir adamın “Olgunlaştırıcı Yönüyle Aşk Acısı” isminde, adı bile o anda beni dumura uğratan bir kitabına rastlamıştım. Bu kitap, o süreç içinde bana o kadar büyük yardımda bulunmuştu ki, her satırı, her kelimesi, benim yaşadıklarımı anlatıyordu ve bu kitap sayesinde, evrenin o anda bana sunduğu armağanları görebilme fırsatım olmuştu; gözlerim yaşlarla dolu olsa bile. Biliyorum, acı çekerken kolay kolay kimse okuyamaz ve hatta kendine bir şeyler önerenlere tepki de duyar. Ama bu kitap, daha girişinde yazdığı cümlelerle sizinle öyle bütünleşecek ki… (Kitap şu anda, düğününden bir gün once nişanlısından ayrılan kuzenimde olduğu için, giriş satırlarını yazamıyorum,) Acınızı hafifletmenize destek olabilir diye umuyorum.

Her ne olursa olsun, ben tüm bu deneyimlerimden şunu öğrendim: “Ben, sevmeyi ve sevilmeyi sonuna kadar hakediyorum ve çok şükür ki evren, benim bunu özgürce ve doya doya yaşayabilmem için muhteşem fırsatlar yaratıyor ve yaratacak da, taaa Sonsuz’a kadar…