Astral Seyahat söz konusu olduğunda, hiçbir araştırmacının “var” ya da “yok”, “doğrudur” ya da “değildir” şeklinde konuşabilmesi pek mümkün olamıyor. Bu ayki yazıma, bu güne kadar tanıştığım Astral Seyahat yapabilen insanların da anlattıklarından yola çıkarak yaşanabilecek tehlikeler konusuyla devam etmek istiyorum.

Geçen yazıda insan bilincinin Astral boyutta ne kadar ön plana çıktığını ve küçücük bir ışık kaynağının, insan bilincine orantılı olarak “iyi” yada “kötü” olarak farklı farklı algılanmasının örneklerine yer vermiştim. Astral boyutu bir ayna olarak düşünecek olursak, yanımızda çerez niyetine götürdüğümüz tüm bilinçaltı mahlukatı, astral boyutta karşımıza türlü şekillerde yansıyarak çıkacaktır. Yaşanacaklar fizik dünyaya bir nebze de olsa aktarılacağından, aslında çok da önemli bir konudur.

BOYUTAŞIRI SEYAHAT SIRASINDA YİN YANG DENGESİ

Diyelim ki, bir ayağı kova burcuna girmiş, akrep burcundan kaçan ikizler burcu gibi ortalıkta koşuşturan bir kişiliğimiz var. Bir anımızın diğerini tutma ihtimali çok düşük ve üstüne üstlük aynaya bakıp kendiyle bile kavga edebilecek kadar sinir sahibi, yani yarı şizofren bir insanız. Böyle bir durumda astral boyuta geçiş halinde yaşanabilecek şokları sıralayacak olursak, öncelikle kendimizi binlerce kendi kopyamız tarafından kovalanan bir senaryonun ortasında bulabiliriz, eh nede olsa şizofreniye beş var ve nedense aslında hayatta en çok korktuğumuz şey yine kendimiz değil miyiz? Bunun bir şekilde ortaya çıkması gerekiyordu, neden böyle bir durum olmasın?

Dönelim senaryomuza, önde esas ben, arkamda nice kopya benler ile, bilmem kaç yüz metre engelsiz, astral olimpiyatlarında tabanı yanmış ışık varlıklar gibi koşuyoruz. Kaçan ben, kovalayan yine ben, kaçtığım kendi içsel huzursuzluğum, kaçıran da, her insana baktığımda gördüğüm ve aslında bendekinin yansıması olduğunu asla kabullenemediğim kişisel hatalarım, arsızlığım ve ego koleksiyonum. Yapabildiğim yegane ve en iyi şeyi yapıyorum… Kaçıyorum…

Acaba senaryo bu şekilde değil de şöyle olsaydı;
Zar zor bedenimden ayrılma eğilimleri gösteriyorum, kalp çakram beni terk etme çabasıyla haldır haldır dönüyor, kulaklarıma gelen uğultu ve çatırtılar neredeyse “ne işin var astralde mastralde be kardeşim” dedirtecek kadar konsantrasyon bozucu hal almış, tavandan zihinsel olarak sarkıttığım ipe asılmışım ha babam de babam çekeliyorum. Bir müddet sonra baş kısmımdan yukarı doğru hafif hafif yükseldiğimi hissediyorum, daha doğrusu yattığım yerden doğruluyor gibi oluyorum, sağa sola sarkan gümüş kordonu belime dolayıp bir an önce o boyut senin, bu boyut benim, şu boyut kiralık, diğeri satılık şeklinde gezebilmek çabasıyla bedenimden dışarı zıplıyorum.

Öze ulaşmak, kendini bulmak olarak benimsediğim ana hedefimle, çıkmışken kız arkadaşımı da bir kolaçan ediveririm düşüncesini de yanıma alarak yola çıkıyorum, yine her zamanki standart karanlık boşlukta buluyorum kendimi, ve yine her zamanki gibi “in cin çift kale maç” durumunda. Yani bomboş. Ardından klasik yukarı çekilme, ışık noktasını bulma, ışığa yaklaşma…. Şimdi fark ettim de aslında İstanbul metrosu gibi bir şey bu astral boyuta geçiş seremonisi, hep aynı düzen, hep aynı yollar.

Şimdi sıra asıl senaryoyu yaşamaya geldi, yine bir yanda esas ben, diğer tarafta binlerce kopya ben mevcut. İşte bu andan itibaren mutlaka olayın bir gidişatı olmalı, normalde gidişat bir önce anlattığımız “kaçma – kovalama” şeklinde olmak zorunda değil, karşımda binlerce beni gören diğer ben, atlar kopyalarının üzerine… Neymiş? Kendini kucaklıyormuş, kişilik çatışmasını sevgiyle iyileştiriyormuş, her bir kopyasını bir düşüncesi olarak varsayıyor ve onları bir platformda topluyormuş… Bu “sevgi içerikli yapıcı” varsayımlar daha çok örneklenebilir.

Her iki senaryoda da, aslında yaşadığımız şeyleri “iyi” yada “kötü” olarak değerlendirmeden önce, astral boyuta, fark etmeden neleri taşıdığımızı bilmemiz gerekiyor. Belki bir çırpıda bu boyutta değiştiremeyeceğimiz eksik ve fazlalarımızı görmek için en ideal yerdeyiz. Fiziki dünyada kendimizdeki bu bozuklukları fark etme ve düzeltme işlemlerini fazlaca ağır yaşadığımız gerçeğini de aklımızda bulundurarak, astralde yaşadıklarımızı inceleyerek eksiklerimizi fiziki dünyada tamir edebilme şansını yakalıyoruz.
Bir astral boyut gerçeği mevcut, ama kimse orada yaşanacakları planlayıp programlamıyor, her bir senaryoyu yanımızda taşıyoruz.

İnsan olarak en sık yaptığımız hata, olaylara hep karanlık tarafından bakmaktır, bu bize hep şikayet edebilme ve kendimize acı çektirme şansını verdiği için en tercih ettiğimiz, bir taraftan da en mutlu olduğumuz yoldur. Ama tamamen karanlık yönden bakmak kadar tamamen aydınlık yönden bakmanın da zararları yok mudur?

Bir insan düşünün, tüm varlığını ışığa, aydınlığa ve pozitiflik yoluna adamış, içinde negatifliğe dair her ne bulduysa söküp atmış, toksinlere maddi manevi açtığı savaşlarda hep galip gelmiş, dalından kopardığı armuda bile 5 dakika Reiki verip “pospozitif yenilesi Tanrı hediyesi” yapmadan yememiş… Bu kadar pür-ü pak, aydın mı aydın, ışıltılı mı ışıltılı bir varlığın destursuz astral boyuta dalması halinde yaşanabilecekler sizce ne kadar pozitif, ya da ne kadar yararlı olacaktır? Böyle bir durumda yine karşılaşacağımız sonuç aynı; dengesizlik içerisinde yaşanan sürekli pozitiflik uğruna açtığımız kapılardan tren bile geçebileceği gibi, sürekli negatif enerji korkusuyla yaşayan bir varlığın kapalı kapıları sayesinde eksik kalan kısımları asla doldurulamayacaktır.

Kısacası her şeye iyi dersek bilinçaltımızdan çıkanlar iyi olacaktır, her şeye kötü dersek de bilinçaltımızdan çıkanlar aynen kötü olacaktır, peki ya astral boyutta bilinçaltımızın dışında karşımıza çıkanları da bilinçaltı zannedersek??

Hiç kimse kabul etmek istemese de astral boyutun türlü katlarında, bir o katlar kadar türlü çeşit bedensiz varlıkla karşılaşmak mümkün, insan örneğinde olduğu gibi bu yarı bilinçli mantık yoksunu varlıkların da, iyisi olduğu kadar da kötüsü vardır. Salt olarak astral boyut senaryolarını bilinçaltına bağlı oyunlar olarak sınırlarsak, bu tarz varlıklar yada rastgele kendimizi içerisinde bulabileceğimiz başka insanların yaşadığı “astral senaryolarda” korunmasız ve savunmasız bulabiliriz.

ASTRALDE IN’LER OUT’LAR

Son zamanlarda paparazzi programlarının “şıklar, rüküşler” bölümleri kadar, “in’ler, out’lar” bölümleri de meşhur, konumuz astral seyahat ve buna bağlı konular olduğuna göre bu iki başlığı konumuza nasıl dahil edilecek diye düşünebilirsiniz. Kesinlikle alt yapısı insana bağlı olduğu sürece her türlü boyuta rekabeti ya da modayı taşıyabiliriz. “Astralde yaz modası” aslında kulağa hiç mantıksız gelmiyor. Belki giyim kuşam anlamında değil ama korkutma yada çamur atma anlamında bazen astral boyut için senaryolar üretilebilmekte ve alıcısı bulunduğu sürece bunu modası devam etmektedir.

Bu aralar “astralde çekiçli sapık” modası mevcut. Tabi her zaman olduğu gibi altyapı bir insanoğluna ait, arkasına saklanılan varlık ise, kainatın varoluşundan beridir her türlü pis işimizde ortaklığından büyük zevk duyduğumuz, karşımıza geçip “ne halt yedin” diye soranlara ise ortağımızın ve azmettiricinin o olduğunu yana yakıla anlattığımız “Şeytan”!

Her ne kadar, tüm dinlerde astral seyahat farklı isimlerle ve farklı uygulamalarla mevcuttur, ama bu olayı dinsel bir köke bağlayamayız desek de, gerçek fırtınaların hangi şekillerde çıkacağını iyi bilen astral provakatörlerimiz tarafından, ortaya olta ucunda sunulan bazı konular mevcut. Bunlardan şu aralar “in” olanı da “Astral Şeytan işidir, astrale çıkanları orada elinde çekiçle Şeytan beklemekte” senaryosudur.
İddialar iddia olarak kaldığı sürece bulundukları yerde sadece ufak sarsıntılar oluşturarak beklerler, ta ki üzerleri zamanla örtülene kadar. Bu tarz “Şeytan” içerikli sanal sarsıntıları sadece astral seyahat konusunda değil, toplumu birbirine düşürebilecek en kilit noktalarda kullanıldığı tarihle sabittir. Aslında sabit fikirli olmamak taraftarı olduğumdan, böyle bir iddiayı ortaya atan kişiyi ve ruh halinini neden bozulmuş olabileceğini düşünüyorum, yazıyla paralel gitmeli ya, hemen yaşamış olabileceği bir astral ayrılma senaryosu aklıma geliyor.

Şahıs bütün aşamaları bir çırpıda geçerek astral boyutta gözlerini açıyor. Aman Tanrım, gördüğü manzara karşısında keşke açmaz olaydım diye düşünüyor. O da ne öyle, yüzünde klasik pis sırıtışıyla Şeytan karşısında duruyor, bu modeller standarttır ya, üzerinde kırmızı bir takım elbise, sol elinde Poseidon’dan arakladığı üç uçlu mızrak, ucu ok biçiminde kuyruğu çıktığı noktadan sağ bacağına doğru kıvrılıp keskin bir manevrayla sol ayağının yan tarafından aşağı doğru sarkmış şekilde duruyor. En korkutucu şey ise bu noktadan sonra dikkatini çekiyor, beyefendinin sağ elinde sürekli bahsi geçen çekiç… Kaçar mısın, kovalar mısın? Vakti zamanında cennetten bile kovulmuş varlığı rahatsız etmenin ne manası var mantığıyla kaçma şıkkını seçiyor ve kaçmaya başlıyor. Eh karşısındaki de Şeytan sonuçta, koşmaya bile gerek duymuyor. Hedef alıp salladığı çekici kafama fırlatıyor, sapından ayrılan çekicin başı, sıyırıp yandan hızla geçiyor. Zaman durma zamanı değil, ne de olsa düşman, parça tesirli silahının en önemli yarısını ilk taarruzunda kaybetti diye düşünüyor. Yılardır astral seyahat hakkında yapılan araştırmalarda en başta öğrenilen şey, kabus yada sıkıntılı bir astral kontak sırasında insanın bu bilinçle kendini sıkarak hızla bedenine geri dönme durumudur. Hemen harekete geçip kendini kasmaya başlıyor, tam uyku ile uyanıklık arasında bedenine dönerken Şeytan’ın arkasından bağırdığını duyuyor, “bu seferki kafanaydı, bir daha gelirsen sapı….” Diyor ama gerisini duyamıyor.

Uzun lafın kısası, astral bir çeşit ayna, ne görürsek kendimizden görürüz, bu nedenle hiçbir şey için “var” yada “yok” dememeyi, her şeyden önce de içimizdekinin gerçekte ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Olaya bu şekilde bakacak olursak şu sonuca varıyorum; Evet kesinlikle arkadaş haklı…. Astral boyutta elinde çekiçle bekleyen bir şeytan var… Ama kimi?…