Freud’un bilinçdışı kavramına, sanıyorum hepimiz aşinayız. Bilinçdışı, id ve süperegoyu kapsar, ego ise tüm bu göremediği, ulaşamadığı “çöplük” e söz geçiremez, arada dengeyi sağlayamazsa, psikolojik sorunlar baş gösterir.
Fakat Fromm, Jung, Peck’in (ve daha nicelerinin) katkılarıyla bu görüş daha geniş bir anlam kazanmıştır.
Jung, bilinçdışında sadece insanı kendisinden iğrendirecek itkilerin değil, aynı zamanda kolektif bilinçaltının da bulunduğunu kanıtlar.
Fromm ve Peck ise, insanların “sezgiler” vasıtasıyla, aslında bilinçdışından aldıkları bilgilerle, kendileri için doğru olanı saptayabildiklerini, birçok vaka ile kanıtlamışlardır. Hatta Peck, işi daha da ileri götürerek ” esas hastalığı üreten egodur, bilinçdışının bilgeliğine ket vurmaya çalıştığında zihinde çatışma doğar” der.
Ne Freud kadar katı ne de Peck kadar pozitif olmadan, orta yolda şunu söyleyebiliriz: bilinçdışı içinde birçok zenginliği barındırır ancak bize göre karışık bir biçimde. Bir oda düşünün; içinde bize gerekli eşyalar da var, çer çöp de, bilgeliği verecek çok eskiden kalma kitaplar da var (genetik hafızamız) güncel/popüler ön yargılar da.
Peki, nasıl oluyor da biz genelde bilinçdışının olumsuz yanına maruz kalıyoruz da bi bilgeliğe ya çok az ulaşabiliyoruz ya da hiç dokunamıyoruz?
Bunu danışan-danışman ilişkisi üzerinden açıklamaya çalışalım. Bir danışan, bir danışmana gittiğinde, farkında olarak veya olmayarak danışmanın esnek durumunu test eder. Eğer danışman bir takım kişisel kanaatlerini, değişmez bir doğru gibi danışana dayatıyorsa, danışan terapiyi büyük ihtimalle yarım bırakacaktır. Çünkü terapide danışan, belki öncelerde çok basit bir takım iç sıkıntıları ( insanlar hakkımda olumsuz konuşunca üzülüyorum gibi) anlatacaksa da, terapi ilerledikçe daha derin bir takım ona acı veren hisleri ( aslında babamdan nefret ettiğimi anlıyorum, aslında arkadaşımın eşine çok ilgi duyuyorum gibi) danışmana açacağını bilir. Dolayısıyla eğer kendisini yargılayacak bir danışmanla karşı karşıya olduğunu hissederse, ya terapiyi sonlandıracak ya da devam etse de dişe dokunur hiçbir şey anlatmayacaktır.
Sonuçta sorunları da çözülmeyecek, psikolojik problemleri gün geçtikçe daha şiddetli bir hal alacaktır.
Aynı bu durumda olduğu gibi, aslında insan da, kendi kendisinin hem anlatıcısı hem de dinleyicisidir.
Eğer anlatıcı (bilinçdışı) dinleyicinin (bilinç) katı kurallara sahip, yargılayıcı ve ayıplayıcı olduğunu hissederse, anlatmayı bırakır. Ama aynı ergen bir çocuk gibi, anlatmayı bıraktıkça, agresif tavırları da artar.
Dolayısıyla kişinin bilinci, insan doğası hakkında ne kadar esnek olursa, bilinçdışını da o kadar iyi duyacaktır.
Bu durum karşılıklı muhabbeti arttırarak, insanın kendi iç dünyasına ulaşmasını sağlar.
Bir kez acı verici, üzücü düşünce ve duygular, merhamet ve şefkatle karşılanıp, çözüme ulaştırıldıktan sonra, bilinçdışı daha derin bilgeliğini açmaya başlar.
Bir çocuğun çocuk olduğu için aptal olduğunu düşünürsek, ne onun çocukça davranışlarına tahammül gösterebiliriz ne de çocuklara özgü o bilgeliği gözlemleyebiliriz.
Dolayısıyla işin anahtarı bilinci esnetmektedir, bilinçdışını sağaltmakta değil. Bilinç, otoriteyi temsilen yargılayıcı yapısını aşıp, doğa gibi kucaklayıcı ve kabullenici olduğunda, evrenden de payına düşen bilgeliği almaya başlar.
Kendimize, hissettiklerimiz ve düşündüklerimiz için işkence ettiğimiz sürece, o işkencenin kurbanı bilinçdışımız bize yardımcı olmayacak hatta bize karşı çalışacaktır.
Ancak insan olarak, diğer tüm insanlar gibi, her halimizin olabileceğini, bunun olumsuz sonuçları olsa bile, şeytanlık demek olmadığını dolayısıyla ille de taşlamaya gerek olmadığını anlarsak, kendimize olgunluğu ilk önce biz gösterir, yargılamadan bilinçdışımızı dinleyebilirsek, bize anlatacağı çok şey vardır. Bu iletişim, kavga gürültü ve yok sayma gibi olumsuz ve faydasız bir işten, bir ormanda ateş etrafında toplanıp, hikayelerin anlatıldığı bilgeliğin paylaşıldığı bir panayıra dönüşebilir.
Kendinize merhamet etmeniz dileğiyle.