Konya’dan yüksek hızlı trenle İstanbul’a döndüm. Geçtiğimiz üç gün boyunca Şeb’i Arus’u, orada binlerce aşıkla beraber deneyimlemiş, bir ömür boyu hasret kaldığımız maşuğumuzla kavuşmuş, aşk olup yanmak için bir adım daha atmıştık. Konya, tarihte belki de en kutsal kavuşmalardan birinin yaşandığı ve kavuşmaya hazır olana hediyelerini cömertçe sunan uçsuz bucaksız bir meydandı adeta; karşıma çıkan her çift gözde ruhların tanışıklığını teyit eden bakışlar, kulağımda hala çınlanan zikirler, dünyanın dört bir yanını bir araya getirip bütünleştiren, ikiyi bir eden aşkın en tatlı hali, köklendirirken yükselten, harlandırırken dengede tutan dört elementin mükemmel uyumu… İşte Konya bunların hepsi, hiçbiri ve daha fazlasıydı. Sadece sen ne kadarına hazırsan…

4 saatlik tren yolculuğunda ne uyuyabildim, ne okuyabildim, ne de düşünebildim… Zihnimde hep aynı iki kelime her nefes verişimde vagonların sesiyle bir ahenk ve bir bütünlük içinde çınlıyordu; Hayy, Hakk, Hayy, Hakk, Hayy, Hakk…

Trenden Pendik’te indim. Sadece bir minibüse binerek birkaç dakikada evimde olacaktım. Ertesi gün yoğun bir iş günü beni bekliyordu. Kendimi yeniden maddi aleme getirebilmek için zihnimi ertesi gün yapacağım işlere, stresli toplantılara odaklamaya çalıştım. Normalde gerginlik oluşturması gereken bu zihinsel aktivite, içinde bulunduğum huşu dolu alanda eridi ve kayboldu. Bir an için şaşırdım ama sonra yine o sese kendimi bıraktım; Hayy, Hakk, Hayy, Hakk, Hayy, Hakk…

Minibüs hareket ettiğinde, şoför bir sigara yaktı. Güya dışarı üflüyor gibiydi ama tüm duman içerdeydi. Beni tanıyanlar bilir; kapalı alanda sigara dumanı altında kalmak kadar rahatsız olduğum çok az şey vardır. Bu nedenle her zaman olduğu gibi sinirlenip, şoförü sert bir dille uyarıp olay çıkaracağımı sandım bir saniyeden daha kısa bir süre boyunca. Fakat sanki bedenim bu refleksi vermeye tenezzül etmiyormuş gibi aheste davrandı. Ağırdan aldı tepkimi; ve bana birkaç nefes sigara dumanını içime çekmem için izin verdi. Ben de yine aynı huşu dolu ama güçlü ritimle dumanı içime çektim; Hayy, Hakk, Hayy, Hakk, Hayy, Hakk…

Duman her zaman olduğu gibi sinüslerimi anında tıkadı, boğazım kaşınmaya başladı, yüzüm ağırlaştı, yutkunamadım, nefes alamadım… Sonra aklıma geldi; “her kimin olursa olsun bir kalp kırmak, Kabe’yi yıkmak gibidir” demişti bir hadiste. Sustum. O anda bu bana zarar veriyor olmasına rağmen sustum. Nazikçe uyarmaya da çalışmadım. Çünkü zaten öfkeme bu kadar kapılmadığım anlarda nazikçe uyarabiliyordum insanları. Benim asıl sınavım, bu ani gelen öfke anında teslimiyette kalabilmekteydi. Ve sanıyorum ki bu sınavı ilk kez Konya’nın bana sunduğu Aşk ateşini deneyimledikten sonra verebildim…

Yolda olduğum yıllar içinde çok daha yumuşak huylu, anlayışlı, hoşgörülü ve empatik bir insan olabilmiştim ama hala ara sıra gelen bu ani öfke anlarında, yürüdüğüm yola ihanet edercesine davrandığımın farkındaydım. İşte o minibüste ilk kez en ilkel ve en korku dolu yanlarımdan yükselen öfkeye teslim olmamıştım. Peki bu gerçekten teslimiyetimin artık Aşk’a oluşundan mıydı? Neler olacağını izlemek için sigara dumanına direnmeden gözlerimi kapadım ve dumandan başka bir deneyim kalmayıncaya kadar sakinlik içinde nefes alıp vermeye ve öfkeyi kalbime çekmeye devam ettim; Hayy, Hakk, Hayy, Hakk, Hayy, Hakk…

Boğazım o kadar acımaya başlamıştı ki, eve gidince ilk iş kendime zencefilli, tarçınlı, karanfilli, limonlu bir bitki çayı hazırlayacaktım. Zencefilin, tarçının, karanfilin, limonun kaynarken meydana getireceği ve bütün evi kaplayan o mistik kokuyu hayal ettim. Hepsinin karışımından meydana gelen bütün aromaları hissetmeye çalıştım. Sıcacık içerken boğazımı nasıl yumuşatıp ısıtacağını, bütün acımı dindireceğini, hasta olmadan beni iyi edeceğini imgeledim. Evet sigara dumanını bir an için unutmuştum ama aynı zamanda bundan çok daha önemli bir detayın farkına varmıştım; buzdolabının sebzeliğinde tek başına durmakta olan taze kök zencefil! Evde olduğum zamanlarda hemen her akşam içinde taze kök zencefil de bulunan bitki çayları içiyordum ama son 3 gündür Konya’da olduğum için içememiştim. Ve o taze zencefil kökü bütün sabrı ve vefasıyla, benim buzdolabımda bana soğuk kış günlerinde şifa getirmek için, bana hizmet etmek için duruyordu. Belki de yolumu gözlüyordu! Zencefilin kabuğunu soyarken onun tazeliğini nasıl da odunsu ince bir tabakanın altında koruduğunu fark ettim. Kokusunu içime çektiğimde gücünden gözlerim yandı. Sulu görüntüsü, şifasını teklifsiz koşulsuz bana vermeye hazır olduğunu gösteriyordu. İçimi bir şükür duygusu kapladı. Sadece zencefilin varlığına değil; sigara içen şoföre, öfkeyi ifade edip kurtulmaktansa kalbimde kor haline getirmemi sağlayan Şems’ime, sabrıma, aklıma, cesaretime… Yol çok uzundu, ama bazı anlar inkarı mümkün olmayacak kadar gerçek olanla sarıldıkça insan, bir yere varma fikrini iyice bırakıyor, yolun kendisine aşık oluyordu. Yani hakikatin ve doğruluğun tek kaynağına; Hakk’a. 

Hepimiz hayatın inişli çıkışlı yollarında belirli ölçülerde teslimiyet içinde yaşıyoruz. En kolay teslimiyet gösterebildiğimiz anlar ise genelde hastalık, ölüm, kayıp, ayrılık gibi fazla travmatik anlar oluyor. Çünkü bu aşırı zorlayıcı anların içinde biliyoruz ki, teslimiyet göstermek dışında yapabileceğimiz bir şey yok. Biz olanın, bitenin karşısında aciziz, güçsüzüz. Ve bu sayede teslimiyeti deneyimleyebiliyoruz ki, bu da bize aslında bu dertlerin, hastalıkların, ölümlerin birer hediye olduğunu gösteriyor. Peki ya hayatın içindeki küçük zorluklarda da aynı teslimiyeti gösterebiliyor muyuz? Minibüs şoförü sigara içtiğinde, o sigara dumanının bize O’nun nefesiyle ulaştığını görebiliyor muyuz? Biri bize yalan söylediğinde, o yalanın O’nun diliyle, O öyle uygun gördüğü için, büyük resimde bu daha hayırlı olduğu için, yalan söylenmiş olma deneyiminin hediyeleri bize layık görüldüğü için olduğunu ilk andan isyan etmeden kavrayabiliyor muyuz? Haksızlığa uğradığımızı düşündüğümüzde, belki de haklı olmanın bizim için hayırlı olmayabileceğini, hakkımız olduğunu sandığımızın belki de büyük resimde sadece hiçliğimizi bir an için unutmamızdan kaynaklandığını, hak yediğini sandığımız kişinin ise sadece görevini yerine getirmeye çalışan bir diğer aciz kul olduğunu anlayabiliyor muyuz? Her ne olup bitiyorsa bir günün yirmi dört saati içinde hepsinin ama hepsinin hiç istisnasız O’ndan geldiğine emin olabiliyor muyuz? Basit bir sigara dumanının bizi O’nun aşk ateşinin dumanına taşımayacağını nereden bilebiliriz? Yanıp tutuşan bir boğazın, “Allah” demek için hazırlanmadığını nereden bilebiliriz?  Zencefilin tek derdinin O’nun şifasını yerine getirmek olmadığını nereden bilebiliriz? Hayy olanın, diri ve canlı olanın, her şeye hayat verenin, ebedi ve ezeli olanın bize taze zencefil olarak görünmediğini nereden bilebiliriz?

Her birimiz mucizeler peşinde koşup duruyoruz. Eskiden “belki de mucizeler her bir anın içinde saklıdır” derdim. Ama şimdi eminim; mucize ile dolu olmayan tek bir anımız bile yok. Yeter ki bir an için sessizlik içinde kalmaya ve deneyim ne olursa olsun anda olup bitenin içimizdeki ateşi yakmasına izin verelim. Kor olmuş yürekler için tek duman, O’nun kül edip küllerinden yeniden doğuran ateşinin dumanıdır. O Hayy’dır, O Hakk’tır.