Zamanında, Sevgi Dünya’sı dergisi için bir röportaj yapmak üzere iş yerlerini, büroları dolaşıyorduk. Avukatlar, doktorlar, muhasebecilerle konuşuyorduk. Onlara sorduğumuz sorular içerisinde “Sizce biz insanlar dünyada niçin bulunuyoruz?” gibisinden bir soru vardı. O zaman gördük ki bir çoğu bu konuda etraflıca düşünmemişti. “Canım ne olacak? Doğduk, evlendik, çoluk çocuk sahibi olduk, iş kurup çalışıyoruz. Sonra da ölü gideceğiz.” Diyorlardı. Bu cevabı vermek için fazla düşünmeye gerek yoktu. Bir çocuk da aynı şeyleri söyleyebilirdi bize. Evet doğuyorduk, evleniyorduk, işe girip çalışyorduk. Ama NİÇİN? Bu soruya doğru ya da yanlış kimse cevap verme çabasında değildi.Yaşam koşusunu bir an olsun kesip şöyle bir durmak, bu olup biten maceraya şöyle uzaktan bakmak, bize bazı ipuçları verebilirdi oysa. O zaman görürdük ki her şey belli bir sebep ve amaçla cereyan ediyordu. Görünen şeylerin ve olayların arkasında gizli bir plan mevcuttu. Belki bu planın hepsinin kavramamız mümkün değildi. Ama düşünüp araştırarak bazı ipuçları yakalamamız mümkün olabilirdi. O zaman gerçeği sadece tek bir yerinden, bir noktasından değil, daha geniş açıdan görmemiz mümkündü. Karanlıkta bir fili tanımaları istenen insanlar farlı şeyler söylerler bize. Filin kuyruğunu tutarlar, bunu bir yılan olduğunu, bacağını yoklayanlar bunun bir tapınak sütunu olduğunu, gövdesine çarpanlar bunun bir duvar olduğunu söylerler, oysa ışıklar yanınca görürler ki bu bir fildir.
HERŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ OLMAYABİLİR
Gözlerimiz şekilleri, renkleri açık ve net olarak gösterir bize. Ama gördüğünü anlamak, yorumlamak gözü aşan bir şeydir. Söz konusu sadece bakmak ise çocuğun gözleri de eşyaya bakar. Amabir büyüğün gördüklerini göremez. Büyük bir insan, tecrübeleriyle beslediği aklıyla bakar çevresine, oysa çocuğun bakışı derinlere işleyemez. Akıllı bir insanın bakışı bir şeyin öncesini ve sonrasını kavrayacak biçimdedir.
Gözlerimiz bize apaçık her şeyi gösterir. Acaba ne kadarını? Gözümüz yerine bir mikroskopla bir insanın yüzüne baksak derinin üzerindeki hücrelerin varlığını görürüz. Bir elektron mikroskopuyla aynı yüze baksak bu kez tek bir hücre içindeki elektron, proton parçacıklarını izleyebileceğiz. O halde bakış araçlarımız görebileceğimiz alanı belirliyorlar. Çevremizi elimizdeki aracımıza göre görüyoruz. Ama asıl çevremizi anlamlı kılan şey baktığımız şeyin ne anlama geldiğini, niçin orada olduğunu, ne amaçla ve nasıl işlediğini kavramaktır. İşte burada işin içine akıl girer.
Eğer bir filmi ortasından izlemeye başlarsanız, pek bir şey anlamazsınız. Diyelim ki sonunu da seyretmeden çıktınız sinemadan. Bu çok sıkıcı bir şey olur. Anlamsız gelir size film. Oysa başından sona kadar izlerseniz, o filmden belli bir tat alırsınız. O filmle size ulaştırılmak istenen mesajı alır ve bundan belli bir haz elde edersiniz.
İşte insan yaşamını da bu şekilde, bir tek hayat olarak gören biri için, yaşamak sadece evlenmek, iş edinmek ve ölmek olur. Aynı zamanda anlamsız ve abes olur. Başımıza gelen olaylar kör bir talihin rastlantısal sürprizleri olmaktan öteye gidemez. Oysa bakışımızı daha geniş bir açıdan yapabilirsek, yuvarlağı tam görebilirsek, önceki hayatların varlığı, sonra da yaşamaya devam edeceğimizi bilirsek, her şey yerli yerine oturur, her şey bir anlam kazanır. Çektiğimiz sıkıntılar, acılar, belli bir planın parçasında yerlerini muntazaman alırlar.
BİR İNSANIN ÖZÜNE BAKMAK
Bir insanı değerlendirirken de durum aynıdır. Ortalama bir insan çevresindekilerin davranışlarını ilk görünüşleriyle değerlendirir. Ve onları belli bir önyargıyla damgalar. Oysa bir psikolog ya da doğuştan bir psikoloğun bakış açısına sahip biri, davranışların, sözlerin arkasındaki sebebi yakalayabilir.
Diyelim ki biri çok içki içiyor olsun. Ortalama bir insan onun kötü karakterli bir insan olduğu için içtiğine hüküm verip, kestirip atar. Derini gören biri ise, o kişinin belki kendisine güvensizliğinden, belki umutsuz ya da korkak oluşundan içtiğini bulabilir. Ve o kişiye ihtiyacı olan değerler kazandırılınca düzeldiği görülür. Aynı bunun gibi çabuk kızan, bağırıp çağıran birinin, gururunun incindiği için öyle davrandığını düşünebiliriz. Ya da herkesle iyi geçinmeye çalışan , hiç kimseye hayır diyemeyen, hep gülümseyen birinin de eleştirilmekten korktuğunu.
Psikoloji bilimi ile uğraşan bilim adamları, insanları yöneten bazı temel dürtüleri bulmaya çalıştılar. Kimi Cinsel Güç dedi, kimi Aşağılık Duygusu, kimisi de Kendini Gerçekleştirme güdüsü. Bu araştırmalar insanın özüne, daha derinlere bakmak için bir çabaydı. Ve hepsi de bazı noktalardan bazı gerçekleri yakaladılar.
Biz de insanı ve kendimizi değerlendirirken, yüzeysel yaklaşımlarla değil, daha anlamlı araştırmalarla sonuca varırsak, ilişkilerimizin daha verimli ve uyumlu olduğunu görürüz.
Her insanın hep bir gelişme ihtiyacı içinde olduğu, kendini mükemmelleştirmek için didinip durduğunu, özünün güzellikler ve iyiliklerle dolu olduğunu görürüz. Sevme ve sevilme ihtiyacının davranışlarını belirleyen en önemli güdülerden biri olduğunu anlayabiliriz.
Bunu anlayıp kavrayan biri için kötülük yapan biri ancak Cahil’dir. Bunu kavrayan biri, bir fahişeyi bir azize haline getirir, basit bir balıkçı tarihe adını yazdıran bir resul olur, böyle birinin elinde insanlar değişir, sihirli bir değnek değmişçesine eskisinden güzel, eskisinden akıllı oluverirler. Aslında bu bir mucize değildir, insanın özünü görebilmekten, onun Tanrı’nın Sevgisiyle yaratıldığını bilmekten gelen bir bilgeliğin gücüyle gerçekleşir.
ZAMANA TÜMÜYLE BAKABİLMEK
Bir çocuk için hep şimdidir. Yarın ya da dün bilinci yoktur çocukta. İstekleri için beklemeyi bilmez. İlkellerde de gelişmiş bir zaman bilinci yoktur. İnsan büyüdükçe bu günü ve yarını birbirinden ayırır, ayların ve yılların hesabını yapar. Artık bilir ki acılar sonsuz değildir, sevinçler de öyle. Ulaşılmak istenen her nimet için belli bir zaman gerekir. Her şeyin bir zamanı vardır, yağmurun zamanı, meyvenin zamanı, harmanın zamanı.
Büyümüş bir insanın zaman bilinci de içinde yaşadığı kültürün çizdiği sınırlara hapsolmuştur. Tarım uygarlığında zaman daha büyük dilimlere bölünmüştür, güneşin doğması ve batması gibi. Oysa uzay çalışmalarında bir salisenin bile çok önemli fonksiyonu vardır.
Müslüman bir toplumun üyesi insanlık mecrasının Tanrı’nın bütün ruhları yaratıp huzurunda saf saf topladığı ve o meşhur soruyu sorduğu anda başlar “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” ve yine bu macera Kıyametle noktalanacaktır.
Bir Hıristiyan için İsa’nın yeryüzüne döneceği, iyilerle kötülerin yapacağı Armegedon savaşı önemli bir tarihi noktadır.
Bir Budist, insanın enkarnasyonlar boyunca dünyaya gidip gelen macerasını, dünyanın defalarca kıyamete maruz kalmış tarihini algılayabilir.
Bir bilim adamı, belli yöntemleri dünyanın yaşını, onun üzerinde insanlığın evriminin başlangıcını tespit ederek, zamanın perspektifi içerisinde insanın yerini bulmaya çalışır.
Bunlar hep zamana tümüyle bakabilmek, en küçük parçasından, en uzak noktalarına kadar yakalayabilmek çabasıyla oluşturulmuş kavramlardır.
O halde zamanda, hem en küçük birimlerine kadar ölçüp onu yaşayabilme hedefine doğru yürüyoruz, hem de en uzak yerlerinde neler olacağını kestirebilmek hedefine. Tabii ki arada da nerelerden geçeceğimizi saptayabilme.
Şüphesiz ki ne insan yaşamı bir tek yaşamla noktalanır, ne içinde yaşadığımız uygarlık ilk ve tek uygarlıktır.
Bütün bunları düşününce hiçbir şeyin öyle tek yönden, tek taraflı değerlendirilmemesi gerektiğini anlayabiliriz. Eğer insan bilerek yaşamak istiyorsa, derinliğine, genişliğine çevresine bakmalı, inceleyip araştırmalı. Zaten bilim dediğimiz şey de bu olsa gerek.