Bölüm 1

Sabah şöyle bir yürüdüm evimin çevresinde. Öğrencileri gördüm okullarına giden. Sonra okullarına baktım. Mersin’in dershaneleri birer birer okul olmuşlar. Etrafa şöyle bir baktım her yer dershane okullardan dolmuş. Şimdi elbette biliyorum çıkan kanun sebebiyle okullarına dershanelere dönüştürüldüğünü. Fakat yani okul gibi okul diye bir kavram var zihnimde. Okul dediğinin bir kökü, kültürü olur, binası olur. Böyle yıllanmış olur.

Elbette ki şimdiki yeni dershane okullarının bazıları da kalıcı olacaklar, köklenecekler. Fakat şu anda her ne kadar yeni binaları ile göz alıcı duruyor olsalar da derinlik söz konusu olunca soru işareti.

Çünkü okul sadece bir öğretim değil, aynı zamanda bir eğitim kurumu. Biz sadece üniversite sınavına odaklı bir sistem yaratıp eğitim kısmını bıraktık. Halbuki bakıyorum mesela geçmişime bende ilkokul, ortaokul ve lise hocalarımın o kadar izleri var ki… İnisiyasyon okulda başlamış.

Diyebilirsiniz ki “Neresinden tutsak elimizde kalan bir sistem.” Tamam da sadece şikayet etmekle de olmuyor. Olduğun yerden konuşuyorsun sürekli yakınıyorsun ama bir hareket yok. Fakat nasıl olabilir üzerine bilinçle konuşmak, enerji alanına yüksek düşünceleri ekebilir. Tohumlar vardır zaten oradadır, ama onları eline alıp bir eken gerekir. Sonrasında da onları yetiştiren, büyüten… Onlar da adanmış âşıklardır, hizmet edenlerdir.

Sen elinden geleni yaparsın ama belki o anda sonucunu göremezsin. Bir yanımız ister elbette fakat bu büyük bir resim. Benden çok daha ötede. Kaç nesle uzanacak belki de bu tohumlar…

Tahribatlar, yıkımlar, sorunlar, arızalar… Bunlara girersek zaten bitmiyor. Ama tüm bunların içinde hizmet aşkını kaybetmemiş ya da hiç sönmeyen nice canlar var.

Selam olsun onlara…

Bölüm 2

Eğitim sistemimiz üniversite sınavı odaklı olduğu ve üniversite mezunu olmanın toplumda prestiji olduğu için bu hayatın devamına da yansıyor. Üniversite mezunları, hele ki iyi bir okul mezunu iseler zannediyorlar ki onu kapıda bekleyecekler ve gelir gelmez bir yere müdür yapacaklar. Ama öyle bir dünya yok.

Öncelikle kendini yetiştireceksin. Fakat bunu da eleman alırken diğerlerinin önüne geçirsin bilinciyle de hareket ederek değil. Yani bize söylerlerdi ikinci bir dilin olsun, yok şunu ekle bunu ekle CV’ne… Tamam da bunları seçilmek için değil, hayatına bakışına genişletmek, deneyimlerini büyütmek için yapmalısın. Hayat boyu çalışıp, emekli olunca kendini hobilerine vermeyi beklemeden; hayatını emekliliğe endekslemeden bir yaşam tarzı geliştirmekten bahsediyorum ki işte eğitim derken kastettiğim bu. Bir tarzın olmalı, ruhun olmalı. Yoksa her türlü eğitimi alıp narsiste bağlayan da oluyor. Zannediyor ki en iyi okulu bitirdi, en iyi eğitimleri aldı, bir de bir yere yönetici oldu. Tamam hayatı bitirdi. Böyle bir dünya da yok. Daha doğrusu bir yere kadar var, ama sonrası yok.

Bizim fakültemizde atölyelerimiz vardı ve o atölyeye kabul edilenler ki bir eleme olurdu, karşındakinin niyetine, arzusuna, isteğine, verebilecekleri emeğe bakardın ve seçimler yapılırdı. Sonrasında ise orada sıfırdan başlar ve adım adım geliştirirdin kendini. İşte orada kablo sararak yolculuğuna başlayan nicelerinden harika yönetmenler; gecelere kadar PC başında kampanya, tasarım, iş yetiştirenlerden nice çok iyi reklamcılar, tasarımcılar vb. çıktı. Ama hepsinden öte öncelikle güzel insanlar olmayı öğrendik birlikte. O atölyelerin tozunu yuttuk. Çünkü tozunu yutmadığın işin ustası olamazsın.

Tozunu yutma, hele ki ruhsal yolculukta bir temeldir. Bilirsiniz dergâhlarda önce o tozu yutmakla başlarsın. Bu sadece nefsinin terbiyesi ile alakalı da değildir. Kökten başlayan bir hakimiyetin olur o vakit. Tüm ruhsal disiplinlerde vardır bu. Hatta kendi başına bir yolculuğa başlamışsan bile buralardan başlarsın. Çünkü ruhsal âlemde kimse seni o semineri aldın, bu kampa katıldın diye kapıda karşılamaz. Hatta derdin kendine titr edinmek, bir an önce “Müdür” olmak ise o kapının anca tokmağını görürsün. Belki çekim gücünle çevrene sana “Hocam” diyenleri toplarsın. Ama bilirsin içten içe o kapı yüzüne kapalıdır.

Çünkü o kapıdan içeriye kimliklerle, titrlerle, oldumlarla giremezsin. Bilakis kabre girdiğin çıplaklıkla girebilirsin. Çünkü hakikat bu değil mi? Kim olursan ol, oraya o halde giriyorsun. İşte bu bilinci daha ölüm gelmeden yakalayabilirsen, o vakit işte o kapı sana açılır. Kendinden vazgeçmenin manası budur. Ve de bu yolun önemli bir duraklarından biridir.

Nicesi buradan geriye döner. Çünkü bırakmak onlara zor gelir. Sıfır olmak kabul edilemezdir.

Kabul edilenler ise yolun talipleridir. Onlar yüreklerindeki aşkın ateşiyle her şeyden vazgeçebilenlerdir.

İşte o noktadan sonra kapı aralanır da devam edebilirsin.

İzlemişsinizdir “Yunus Emre” dizisini. Kadılığı bıraktıktan sonra geçtiği süreçleri ki bu hikaye esasında Aziz Mahmut Hüdai’nin ve adlarını bilmediğimiz nice dervişin, erenin, azizin, azizenin hikayesidir. Selam olsun bizlere nice örnekler bırakmış ve yolun taşlarını dizmiş o güzel ruhlara…

Bölüm 3

Okullardan başladık nerelere uzandık. Fakat aslında hepsi birbirine bağlı. Nicesine rastlayabiliyoruz ben şuradan şuradan mezun oldum, üzerine şu şu şu eğitimleri aldım, şunun tekniğini öğrendim, şu firmalarla anlaştım, Hoca oldum, beni takip edin veya bir sonraki aşamada (içsel tondan) hadi önümde diz çökün diyenlere…

Hakikatin üstatları, makamlarının asaletini taşırlar da Tapduk Emre Pir’in elini öpmek isteyene “Ben de olan sende de var” dediği gibi diyenlerdir. Elini aşkla öpmek isteyene aynı aşkla karşılık verenlerdir. Kimsenin kibrinin, egosunun önünde diz çökmezler de, talebelerinde gördükleri Hak aşkının, Hakk’ın önünde vaktinde secde de edenlerdir. Makamın üzerinde oturanlar değil de sırtına yüklenip taşıyanlardır. Tozu sonuna kadar yutmuş, tüm benliklerden vazgeçmiş, sorumluluğu kabullenmiş, taşın altına elini koymuş ve de her an kendisiyle yüzleşme cesaretini gösterebilenlerdir. En önemlisi de kendine köle arayanlar değil, her an kulluğunun idrakinde olan ve kulluğu hatırlatanlardır.

İşte böyle bir üstat, size yolda rehberlik eder de tek arzusu sizin de olgunlaşıp birlikte yol arkadaşınıza evrilmenizdir. Çünkü yolun o kısımlarında muhabbet edecek dost ararsınız… Nicesi de “Bir dost bulamadım gün akşam oldu” diyerek yürür tek başına…

Ey güzel Âşık,

Yüreğindeki hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyorsun da benim bu alemde, bu ilahi takımdaki yerim nedir; ben nasıl katkıda bulunabilirim diye yana yakıla arıyorsun.

Yüreğinde ateş var ama neye yönlendireceğini bilmiyor olabilirsin. Ama o ateş varsa elbette ki yerini bulacaksın.

Belki çok sağlıklı bir eğitim sisteminden gelmedik, bunun yarattığı defolar var üzerimizde; fakat yüreğimizdeki ateşe yön verebilecek büyük ruhsal öğretilerin olduğu topraklardayız çok şükür. Sen o ateşin olduğunu bil ve o aşkı takip et. O kapı elbette karşına çıkacaktır. Sen suyu ararsın da su da kendini arayanı arar… 🙂

O kapının önüne geldiğinde başlayacak asıl hikâye hazır ol. 😉

Ama önce onu aramanın ve bulmanın vakti. Nasıl dersen de… Arayarak da bulamazsın da, bulanlar da arayanlardır aslında…

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...