Dünya, yaşam ve fiziksel evren hakkında ne kadar az şey biliyoruz; ve ne kadar az bildiğimizi de hep yeni birşeyler öğrendiğimizde farkediyoruz.
Konumuz fiziksel ve psişik ‘dünya’mız. Yani hem o kendi hâlinde, hiçbir zaman ve hiç kimse tarafından kurtarılmayı beklemeyen, ama bizim her gün biraz daha kirletip hiç durmadan dengesini bozduğumuz güzelim ‘Mavi Bilye’; onun yanında da fiziksel olmayan, yani zihnimizin ardında ve düşüncelerimizin ötesindeki içsel, kişisel dünyamız. Her ikisine de kısa bölümler hâlinde göz atalım.
. Günümüz insanı acaba kendi dünyasının ne kadar farkında? Çünkü bir yandan ‘gerçek-kendi’si olmaktan biteviye uzaklaşırken, öte yandan da bilmeksizin geliştiğini sanma yanılgısını sürdürebiliyor. Yanılarak yaşamın gerçekleri sandığımız ve kimi zaman da yakındığımız şeyler genelde kendi üretimimiz olan sorunlarla bozduğumuz o çarpık düzenin bizdeki aldatıcı izlenimleridir. Ruh ile beden, akıl ile zihin, zekâ ile beyin, tekil ile bütün… böylesine ayrıştırılmış iken, onların birleştirici unsurları olan sevgi ve farkındalık da ortalıkta görünmüyorsa, bu gerekli bileşenlerin birbirleriyle doğru ve gerçek bir ilişki ve iletişim kuramayacakları çok açık değil mi? İşte o vakit varolduğu sanılan ilişki önce yapaylaşır, giderek sanallaşır ve sonunda yaşamımız ve değer yargılarımız üzerinde onları kuşatan birer yanılgı olup çıkıverir. İnsanın bozulmuşluğu da ortamın böylesine yapaylaşıp, doğasına yabancılaşması nedeniyle meydana geliyor.
Çevreyi, doğayı ve insanları yeterince sevmememizin başlıca engelinin yine kendimiz, zihnimiz ve ona bağlı ama gerçekte bize dayatılan inançlarımız olduğu gerçeğini farkettiğimizde sorunun çözümü konusundaki ilk ve en önemli adımı atmışız demektir. Çünkü artık süreç anlaşılabilir hâle gelmiştir. Aksi halde bozulmuş bilme-algılama ortamının koşulladığı zihin, doğru anlama ve akıl yürütmeye de engeldir; gerçek sevgi’ye, hoşgörüye… ve nihayetinde erdeme de…
. Üzerinde yaşadığımız şu küçücük dünyanın çok büyük bir bölümü bizim için gerçekte neredeyse yok gibidir. Yani bırakınız evreni ya da cüce Samanyolu galaksimizi, hattâ Güneş Sistemi’ni; daha dünyamızı bile yeterince tanımıyoruz, bilmiyoruz. Bilme ve öğrenme arzusu kaybolmuş; yaşama coşkusu ve yaşamdan tad alabilme becerileri yokedilmiş; önlerine amaç, hedef, inanç diye bir dizi dogmalar konulup bir de bunlarla zihinleri doldurulmuş insanlar, ‘ânda varolan gerçeği’ nasıl arayabilirler? Ya da yanıbaşlarında apaçık duruyor olsa bile nasıl farkedebilirler?
Böyle olduğunda çoğumuz yaşamla birlikte gerçekliklere de yabancılaşma sürecine kapılıyor; doğallıktan hızla uzaklaşıyor, yapay kalıplara ve basmakalıplıklara tutsak olup gidiyoruz. Düşüncemiz gerçekliklere yabancılaştıkça algılarımızla birlikte giderek sevgilerimize ve sevdiklerimize, sevdalarımıza ve aşklarımıza da yabancılaşıyor; öyle olunca da bunların yerine hep yapay ve sahte olanlarını koyuyoruz. Ve sonunda gittikçe güçlenen devâsa bir sahte benlikle başbaşa kalıyoruz. Kendimizi, yaşamı, çevremizi ve derken dünyayı giderek çirkinleştirmekte oluşumuzun nedeni budur. Gerçek kendimizi yitirdikten sonra ‘kişisel gelişim’ çabaları da birer aldatmaca olup çıkıyor. Oysa öylesine ‘bilinebilir’ bir dünyamız ve ‘anlaşılabilir’ bir içsel doğamız var ki…
. Günlük yaşama kendimizi aşırı derecede kaptırmak hem bizi ‘sadece bu dünyanın insanı’ yapacak hem de zihne aşırı yönelme kaçınılmaz olarak gerçek varoluş kaynağımız olan ‘bilincin ihmaliyle’ sonuçlanacaktır.
Bu durumun zamanla ciddi yanılgılarımızın nedeni haline gelmesi kaçınılmazdır. Ama gerçek anlamdaki ‘ruhaniyet’, hiçbir biçimde maddi dünyadan el-etek çekip onun nimetlerine sırt çevirmek değildir. Aksine doyasıya yaşamak, yaşamdan kendince zevk almak, ama tutkulara esir olmamak; hoşgörüyle, bilinçle, erdemle hayatı güzelleştirebilmektir. Geride iyi ve güzel birşeyler, herkesin yararına eserler bırakabilmek de zaten ona güzellikler katmak, içinizdeki ışığı yansıtabilmektir.
. Beyin kapasitemizin ne kadar farkındayız; ve tabii gerçekte onunla birlikte yaptığımız ve izlenimlerini bir yerlere kaydettiğimiz işlemlerin de…
Oysa ki sınırlı bilgimizle, inançlarımızla ve önyargılarımızla gerçeği, yalnızca varolan ve olmaya-oluşmaya devam eden gerçeği de kendimize göre durmaksızın koşulluyor, bozuyor ya da çarpıtıyoruz.
Yaşamın amacına uygun olarak yeni şeyler öğrenir, edinir ve sürekli biçimde kendimizi geliştirebilirsek hatalarımızdan ve bağımlılıklarımızdan kurtulabiliriz. Gelişmeye ve yanlışlarımızı düzeltmeye çalışırken düşünce, edim ve eylemlerimizin olumsuz olanları nedeniyle, hemen ve kalıcı biçimde suçlu bulunup çok katı ve acımasızca, hem de çok uzun süreler boyunca cezalandırılacak olmamız ne derece mantıklı, ya da ne kadar merhametli ve kendi içinde tutarlı olabilir ki? Üstelik bütün bu tehdit ve korkutmalara rağmen ‘inançlı’ olarak nitelenen toplumlarda dahi suçlar, suistimaller ve her türden kötülükler bir türlü azalmıyorsa… Kaldı ki dinsel tehdit ve korkularla bir an için azalmış gibi görünse de, gerçekte insanlar salt bu nedenler ve böylesi gerekçelerle suç, kusur ve kötülük işlemiyorlarsa; kalkıp da korku zoruyla ‘ıslah’ olmuş mu kabul edileceklerdir? Nitekim tüm bu bastırılmışlıklar bir yerden sonra patlak veriyor ve insanlık dışı kitlesel suçlar işlenip, inançsal kökenli katliamlar yapılabiliyor.
. Bir an için bile coşkudan yoksun ve sevgisiz bir varoluşun mevcut olabileceğini düşünebilir misiniz? Eserini sevmeyen veya yadsıyan bir sanatçı var mıdır; böyle biri varsa ya o gerçekte sanatçı değildir, ya da yapıtı sanat eseri değildir. Bilinçten yoksun, ya da onun ürünü olmayan özgün bir yapıtın meydana gelebilmesi mümkün değildir. O nedenle gerçek sanatçıların sıradan kişilerden ‘farklı’ olduklarını söyleriz. Kolay değil tabii, hem sıradanlığın ötesine geçebilmiş olacak, hem yorumlayabilecek, hem de ne abartılı ne de yapmacık olacaksınız.
Unutmayalım ki evrende yalan ve riyâ yoktur. Varolanlarsa ancak ve sadece tarafımızdan oluşturulmuştur.
. Bilindiği gibi tüm ‘gerçeklikler’ süreksizdir, geçerlilikleri zamana ve koşullara bağlıdır; her zaman taze ve yenilenebilir olansa ‘gerçek’tir. Gerçeğin yaşanabilmesi için ona ‘katılmak’ gerekir, katılabilmek içinse ‘şimdi’de yaşamak.
Bilgimizin bildiklerimizle sınırlı olmasından daha doğal ne olabilir. Duyular yardımıyla algılama, bilgi, akıl, zihin, bellek, zekâ, imgeleme, varsayımlar… bunların hiç birisi tekbaşlarına gerçeğe varamazlar. Ancak ne kadar fazla bileşen işlev görebilirse o kadar ‘yaklaşabilir’ler. Çünkü tümü de tekbaşına eksik, yetersiz ve daha da önemlisi bir ölçüde ‘koşullu’dur. Böylesi kusur ve noksanlarıyla, kusursuz ve noksansız olana erişebilmeleri olanaksızdır. Bütün bunlara bağlı ve onlarla ‘bağımlı’ isek, demek ki özgür de değiliz. Zihnin ötesine geçememek, bilince erişememek, bencillik… hep bu özgürsüzlük nedeniyledir.
‘Bilemediğimiz’ bilgi bizim için henüz ‘yok’tur, veya bize göre oluşmamış ya da ortaya çıkmamış demektir. Peki ya söz konusu olan ‘inanç’sa. Oysa onu ve hattâ onun türevleri ile eklentilerini bize anlatıldığı biçimde kabullenmeye, benimsemeye, gerçekmiş gibi ‘bildiğimizi sanma’ya o kadar hazırız ki. Ama dünyamızı algılarken, değerlendirirken, hattâ oluştururken bu tür faraziyeleri mutlak gerçekliklermiş gibi sorgusuz sualsiz kabul edip, yaşamımızın pek çok alanında ve her ânında referans olarak almıyor muyuz?
. Acaba maddesel yansımalar olarak yaşamını sürdüren formlar, ana bilinçten ayrı kalmış parçalar mı; yoksa o bilinci arayan geçici maddesel formlar mı? Öyle görünüyor ki yanıt burada da ‘ne o, ne o’, ama ‘hem o, hem o!’. Çünkü her ikisi birden olunmadıkça evrensel düzende ve onun akışındaki yerimizi alamıyor, bir başka deyişle tekâmülün yoluna farkındalıkla katılamıyoruz.
. Gerçekte o da yapay ve toplama bir düzenek olan psişik dünyamızdan ve onun koşullandırmalarından bağımsız olmadıkça onun ‘üzerine’ yükselemez ve onun için olumlu şeyler yapamazsınız. Çünkü aksi halde ona tâbi, ya da onun ve onun dayattıklarının tutsağısınız demektir. Onun için üstadlar “Dünyada yaşayın, ama dünyanın malı olmayın” derler. Ve bu tutsaklığı aşabileceğimiz en etkili araç meditasyondur
. Kendimizi olduğumuz gibi görmeyi başaramadıkça, ne başkalarını ne de hiçbir şeyi olduğu gibi göremeyiz. Kaldı ki neden-sonuç ilişkisinde, sonucun farklılaşabilmesi için ya ‘neden’ etkilenebilir ya da ‘ortam’ ve ‘süreç’ kontrol edilebilir olmalıdır.
Süreci doğru sürdürebilmek için önce zihinsel koşullanmışlık ve karmaşanın farkına varabilmeliyiz, aksi halde evrensel nizamı anlamaya başlayamayız. Düzenini ve işleyişini bozduğumuz zihnimiz kaotik hâle gelmişse evrenin de kaos hâlinde olduğunu varsayarız. Bu konuda şu iki gerçek, belirleyici karaktere sahiptir. İlki “ebedî olanın sadece ve sadece ‘şimdi’ olduğu”; ikincisiyse “hayata verilebilecek en doğru yanıtın ‘farkındalık’ olduğu”dur.
Bütün’ün parçası olabilmek için önce onunla ‘uyumlu’ olunmalıdır. Aksi halde ‘bütünleşik’ olabilmek mümkün değil. En basit bir eylem için dahi doğru ve geçerli olan bu husus, yaşamın bütünü ve bütünselliği için de doğrudur. Ancak bu sıradan zihin hâlinin ötesinde birşey. Çünkü zihin bütünleşemez, o hep ayrı olmayı, ayrışmayı önemser ve bunu da ‘özgünlük’ sanır. Oysa ki hayat, siz fiziksel olarak gelmeden önce var olan, siz çekilip gittikten sonra da varolacak olandır. Esasında siz onun içinde bir biçimde hep vardınız ve hep varolacaksınız. Değişenler sadece ad ve biçim verilebilen, yapay ve geçici (süreksiz) görünümlerdir. Ama duyuların ötesindekiler, aynı zamanda algıların da ötesinde kaldıkça bu konudaki bilgisizliğimiz ve ona bağlı idrak eksikliğimiz hep sürüp gidecek ve bir türlü de azalmayacaktır.
. Basitçe, biz düşüncelerimiz için birşeyler yapabiliyorsak, benzer şeyleri düşüncelerimiz bizler için neden yapamasın?
Aydınlanma da bir bakıma farklı gerçeklik düzeylerinin kavranabilmesi değil midir?
Tanrısallığı kavrayabilecek bilinç düzeyine ve yeterli zihinsel olgunluğa sahip miyiz, meselenin kişisel bakımdan en önemli noktası budur. Yani bu durum tamamen kişisel gelişmişliğimize bağlıdır ve dışarıdan din ve dinsellik adına yapılabilecek dayatmalarla, önkabullerle çözümlenebilecek bir sorun değildir. Ama dinkoyucular ve onların halefleri bu ‘birlik’ anlayışını dinlerden ve dinsel metinlerden çıkardılar. O nedenledir ki örgütlü dinler, kendi sanal-kurumsal yapılarını yüceltme uğruna doğal dindarlığı yoketmişlerdir.
İsa’nın sözlerinden, ‘zamanın olmadığı yere gidileceği’ ya da ‘bir hardal tohumunun, Cennetin Krallığı’ndan daha büyük olduğu’na dair açıklamaları kuantum düşünceye az ya da çok vâkıf olunmadan anlaşılabilir mi?
. İnsanın bilgisi artmadıkça ve teknolojisi gelişmedikçe bugünün dünyasında idraki de gelişemeyeceğinden, tanrısallığa da tanrı kavramına da yaklaşımı klasik dinlerin tahribatından kurtarılamayacaktır. O nedenledir ki bir kimsenin hristiyanlık, yahudilik, müslümanlık, hinduizm… gibi adlar konulmuş; gerçekteyse katı biçimde kurumlaştırılarak gerçek özlerinden ayrıştırılmış klasik-geleneksel dinleri veya inanç sistemlerinin tümünü reddetmiş olması dahi, gerçekte onun dindar olmadığını göstermez. Zaten esasında kötü ya da yanlış olan, sürekli tekrarlanan biçimsellikler ve doğasına yabancılaştırılmış şekilsel ibadetlerle insanın zihninde sözde kendine ait olan, gerçekte ise yapay, dayatmacı ve sahte bir ‘dinsel kimlik’ oluşturulmasıdır.
. Dikkatle baktığınızda, dinsellerin olaylara ve benimsediklerinin dışında kalan fikirlere karşı tepkilerinin otomatikleşmiş olduğunu göreceksiniz. Bunun bir ileri aşaması yandaşlık, sonrası fanatiklik, daha sonrası ise beden-bilinç ilişkisinin kopmasıyla tamamen sahte benlik dediğimiz ego’ya teslimiyettir.
Alışkanlıklar, eğer önlem alınamaz ise zamanla kaçınılmaz bir biçimde bağımlılığa dönüşürler. Böylesi bir bağımlılık gerçekte, sadece duygularının ve düşüncelerinin değil davranışlarının da kendi kontrollerinde olmadığı, ‘gerçek-kendi’ne yabancılaşma durumudur. Bu durumun sonucunun ‘bilinçten yoksunluk’ olması kaçınılmazdır. Hemen bütün dinsellerin zihnen nasıl olup da ‘bağımlılaşmış’ olduklarının nedeni de, durumun açıklaması da budur. Bu duruma gelmiş bir kişi istenildiği gibi yönlendirilebilir ve ona ‘tanrı adına’ olacağını gerekçe göstererek her şeyi yaptırabilirsiniz. Tanrı adına işlenen onca cinayete, terör olaylarına ve onların sonucu oluşan kitlesel ıstıraplara bakınız; bütün bunların amacı sizce de ‘tanrısallık’ ya da nitelikleri ‘tanrısal’ olabilir mi?
Yaşama ve olaylara bakışı böylesine değişmiş, daha doğrusu ‘koşullu’ hâle gelmiş birisi artık özgür düşünebilir mi? Duygu ve düşüncelerinin genel düzeni ve olağan işleyişi bozulmuş, algılama ve değerlendirme yetileri tahrip olmuş ve sonunda gerçekte ‘sizin olmayan’ ama ‘sizi yönetip yönlendiren’ bir zihne sahip olmuşsunuzdur. Ardından da doyumsuzluklar, bastırılmışlıklar, derken acılar ve ıstırapların gelmesi kaçınılmazdır. Salt bu nedenle gerçekte kendisini bir türlü sevemeyen, ama yine de kendi kendisini avutmaya ve aldatmaya devam eden o kadar çok insan var ki. Çünkü bu bir anlamda, başkalarının araçlarıyla ve aslında onların istedikleri biçimde kendi kendini hipnozdur.
Peki yaşamın amacı bu olabilir mi? Hiç sanmıyoruz… hattâ kesinlikle bu olmamalıdır… Çünkü bu, kişilik bölünmesinden ve doğallıktan uzaklaşmaktan başka birşey değildir. O halde bütün bunların tanrısallıkla da uzaktan-yakından bir ilgisinin ve ilişkisinin olmaması gerekir. Ama hiç merak etmeyin; seçimleriniz değiştiğinde yaşamınızın da değiştiğini farkedeceksiniz…
Unutmayalım ki tanrı herşeyin özü, esası ve nedenidir. O nedenledir ki varolan her şeyde mevcut olduğu gibi, hepimizde tanrısallıktan gelen birşeyler vardır; önemli olansa bizlerin bu durumun ne kadar farkında olabildiğimizdir. O tanrısal öz kimilerinde çok derinlerdedir; üzeri olabildiğince toz, kir ve cehaletle kaplanmış ve karartılmıştır. O kişinin yapacak çok şeyi vardır ve muhtemelen bu yaşamında yeterince bilinçlenemeyecektir. Kimilerindeyse ona ulaşmada epeyce mesafe alınabilmiştir, hattâ küçük bir gayretle neredeyse erişilebilecek durumdadır.
. Konuşulan dil, zihnin ve aklın dışavurum aracıdır; konuşulamayan dil ise bilincin. Bu nedenle zihnin, aklın, zekânın ifadesi nispeten kolaydır; bilincin ve bilinç hallerinin ifadesiyse hayli zor. Beynimizde -tanrıya şükür- henüz kullanılmamış, potansiyel kapasiteler, enerjiler ve bunlarla geliştirilebilecek olan bilinçsel farkındalık alanları mevcuttur. Bir de onların Varoluş’tan nemalanarak alabileceği onca tekâmül yolu… Ama bütün bunlar sadece kendi içimizdeki ve her şeye rağmen sınırları olan kaynaklardır. Bir de tanrısal kaynağı tasavvur edin; … edemezsiniz. O nedenledir ki sufizm, felsefenin ve içselliğin kuantumudur. Böyle olduğu için, her ikisine de vâkıf olabilen büyük düşünürler doğal olan sufizmin, yapay dinden daha ‘derin’ olduğunu söylemişlerdir.
. Bilinen her şey sonludur. Çünkü onu bilinir kılan, kendisi ‘bilinemeyen’ olandır. Kaldı ki bilinebileni bilebilen de sonludur. Bu nedenledir ki tanrısal olana bir ölçüde ulaşabilmenin yolu içimizdeki öz-varlığı algılayabilmekten geçer. Bunun da çaresi zihni, her türlü gerçeği kabule hazır halde tutabilmektir.
Varolduğumuz kesindir; ancak düşündüğümüz gibi varolduğumuz kuşkulu ve yanıltıcıdır.
Evrensel bilincin farkında olmayan henüz ‘hiçbir kimse’dir, hattâ belki de ‘hiçbir şey’dir; çünkü o yaşlanmış ama gerçekte yaşamamıştır. Ancak farkındalık ölçüsünde birşey olunur; saf bilincin farkında olmaksa ‘herşey olmak’tır.
. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi dünya kendiliğinden ne ‘iyi’ ne de ‘kötü’dür. Böyle bir niteleme anlamsızdır. Sıradan zihne göre onun iyiliği de kötülüğü de, kendisinin idrak düzeyi ile değer yargılarına; o andaki koşulların, kendi gereksinimlerine ve tutkularına yanıt vermedeki yeterliliğine bağlıdır. Ama bir de şu var; dünyaya verebileceği herhangi bir güzelliği olmayanın ondan yakınmaya hakkı olmamalıdır.
. Beden – zihin sarmalında takılıp kalındıkça hiçbir sorun çözülemez; akıl, ruh, zekâ dahil edildiğinde çözüm süreci başlar; acılar hafifler, ıstıraplar azalır. Bilgi her aşamada güç verir, kapasite artımı sağlar; farkındalıkla birlikte özgürlük ve tekâmül yolunda ilerlemeye başlanılır; bilincin katılımı ölçüsünde de bütünsel ve tanrısal olunur.
Deneyimlediklerimiz az ya da çok birbirine benzerler; farklılıklar farkındalıklarımızdadır.
. Ölüme yakın deneyimlerin, bir süre için beyne oksijen gitmemesinden kaynaklanan nöro-kimyasal etkiler sonucu yaşanmış sanal farklılıklar olduğu öne sürülmüşse de bu görüş sadece bir hipotez olarak kalmış, ayrıca beynin oksijensiz kalmadığı durumlarda da bu tür deneyimlerin yaşanabildiği görülmüştür. Bu deneyimler fantastik ya da sıradışı birer öykü olarak anlatılıp geçilebilirler; hattâ üzerinde çeşitli spekülasyonlar da yapılabilir Ama doğrusu onları ne sadece hatırlamış ne de aktarabilmiş olmaktır. Doğru olan öncelikle onları akıl-zihin-ruh ilişkisinde yerli yerine oturtmak, daha sonra da bilince yönelmek için birer fırsat olduklarını kavrayarak geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki bağı oluşturarak yaşam hakkında doğru çıkarımlamalara varabilmektir. Aksi halde anlamsız, değersiz, yararsız halüsinasyonlar, ya da nöro-kimyasal bir sürecin sıradan sonuçları gibi muamele görmüş ve değerlendirilmeden heba edilmiş olurlar.
. Dinsellik, bir insanın olduğundan daha fazla olabilmesinin önündeki en önemli engeldir. Yani güncel söylemle, holizmin engelleyicisidir. Gerçek dindarlıksa önünü ve ufkunu açabilecek olan özgürlük… İşte gerçekliklerin, bilgeliğin, aydınlanmanın yolu… ve tabii ki mutluluğun! Şunu da unutmamak gerekiyor: ‘Gerçeklikleri değiştirebileceklerine inanmayanlar onları değiştiremezler’.
Bu konudaki hiçbir kitap ya da ‘kutsal’ olsun olmasın herhangi bir yazılı metin size gerçekte sahip olmadığınız birşeyi veremez, olmayanı ortaya çıkaramaz. O nedenledir ki herkes okur ama herkes farklı anlar, farklı etkilenir, farklı şeyler hatırlar. Esas olan deneyimdir ve onun farkındalığıyla ‘geriye kalan’dır. Yazılı metinlerin yararı, zamanla bir başka açıdan daha bakabilmeyi, fikirler üzerinde istenildiği zaman düşünebilmeyi sağlamasında ve fiziksel olarak da saklanabilmesindedir. Ayrıca yeri geldiğinde inceleyenin yeni fikirlere açık olabilmesine, dünyayı ve kendisini tanımada yeni ipuçları bulup farklı görüş açılarına ve onun sonunda yeni yorumlamalara erişebilmesine; ve bu arada eğer başarabilirse yoldaki bazı engellerin tanınıp bilinebilmesine yardımcı olabilirler. Yani aslında bütün yazılı metinler ‘aşılmak’ içindir…