Hergün trafikle boğuşurken bu ömür törpüsü şehirden kurtulmak istiyorsunuz öyle değil mi? Televizyon başında geçirdiğiniz uzun saatlerin sonucunda yorgun argın yatağa girdiğinizde ve sabah aynı yataktan hiç dinlenmemiş gibi sürünerek çıktığınızda kendinizi mutsuz hissediyorsunuz. Bir zamanlar insanların mutlu olduğuna ama artık bu modern hayatın insanı makineleştirdiğine inanıyorsunuz. Şöyle bir zamanlar insanların yaşadığı gibi basit bir hayat yaşamak için neler vermezdiniz? Küçük bir bahçe, hergün “Nasılsınız?” dediğiniz komşular, kuş cıvıltıları, televizyonsuz akşamlarda arkadaşlarla sohbet etmek, hergün ölen insanları, çıkan savaşları, ekonomik krizleri dinlemek zorunda kalmadığınız bir hayat, topraktan aldığınız besinin içinde kimyasal madde ya da hormon olmadığına emin olmak, buz gibi suyu kuyudan içmek… Cennet gibi bir hayat yani…

Bir de içinde bulunduğumuz duruma ve bu modern hayatımıza bakmaya ne dersiniz Her tür zorluğuna karşın öyle bir çağda yaşıyoruz ki, bir zamanlar bir günde aşılabilecek zorlu yolları dakikalar içinde aşabiliyoruz. Bundan birkaç yüz yıl önce yalnızca adını bildiğimiz bir iki gezginin yıllar boyunca maceralara atılarak laşabildikleri diyarlara bir uçağa binip birkaç saatte ulaşabiliyoruz. Yakın bir geçmişe kadar yalnızca kralların ya da soyluların sahip olduğu pek çok ayrıcalık günümüzde sıradan bir insan için gündelik bir yaşamın parçası artık. Düşünsenize, her gün duş alabilir, hiçbir çaba harcamadan evimizin her odasını ısıtabilir, başka kıtalarda üretilen egzotik besinleri yiyebilir, her akşam film, tiyatro ya da konser izleyebiliriz. Henüz yüzyıl öncesine kadar bir başka kıtadaki bir insandan haber almak için aylarca beklememiz gerekirken bugün bu iletişimi görsel ya da sesli olarak anında kurabiliriz. Yolumuzu bulmak için harita okumamıza bile gerek kalmıyor, gelişmiş GPS (Küresel Konumlama Sistemi) araçları yardımıyla herhangi bir adrese neredeyse gözümüz kapalı gidebiliyoruz. Tarladaki ürünümüz konusunda endişeye kapılıp bir kahinden bize havanın nasıl olacağını tahmin etmesini beklemek yerine gelişmiş meteoroloji sistemleri yardımıyla don ya da kuraklık uyarısını günler öncesinden alabiliyoruz. Bir zamanlar yalnızca seçkin bilginlerin sahip olabildikleri bilgilere internet üzerinden ya da bir kitabevinden hemen sahip olabiliyoruz. Bir kaç yüzyıl öncesine kadar imparatorları bile öldüren hastalıklar bizim için basit bir antibiyotikle tedavi edilebilir durumda. Eğer gözlerimiz bozuksa, retina üzerine yapılan bir müdahale ile yeniden görebilir, bir uzvumuz (allah göstermesin) koparsa yerine protez bir uzuv taktırabiliriz. Yüzyıl öncesine kadar doğum sırasında neredeyse her 10 bebekten 4’ü ölürken bugün bu oran belki de 100’de 1’in bile altında. Belki eskiden olsa siz bile doğum sırasında ölecektiniz ama günümüz teknolojisi sizi yaşattı ve size hayat denilen bu büyük armağanı sundu. Bir zamanlar imparatorlar bile yaşlandıklarında paralarının olup olmayacağına emin olamazken bugün sıradan bir insan bile emeklilik maaşı ile yaşlılığını güvence altına alabildiğini biliyor. Yakın bir zamanda evlendiğimiz insanla mutsuz bir hayatımız bile olsa boşanmak düşünülemez bir lanetken bugün bunu rahatça yapabiliyoruz. Bir iki yüzyıl öncesine kadar yaşayacağımızı ömür ile ilgili beklentimiz 40-50 yılı geçmezken bugün 80 ya da 90 yaşlarına kadar yaşamak bizim için son derece ulaşılabilir bir hedef. Gördüğünüz gibi o kadar da kötü bir çağda yaşamıyoruz. Belki geçmişe oranla bazı şeyleri kaybettik ama karşılığında çok önemli şeyler kazandık.

Peki ama niçin mutsuzuz? Niçin enerjisiziz? Niçin sağlıksızız?
Gelişen bilim ve teknoloji, insanın yaşamını kolaylaştırıp uzatırken bir yandan da onu bir takım sıkıntılar ile yüzyüze bırakıyor. Bu kaçınılmaz bir gerçek. Yine de hissettiğimiz bütün bu olumsuzlukların suçlusu gerçekten teknoloji mi? Bence öyle değil.

Günümüzde hiçbir çağda görülmedik ölçüde psikolojik sıkıntılar ile boğuşuyor, bunca güvenliğe karşın kendimizi güvensiz hissediyor, yüzlerce insanın bir arada yaşadığı apartmanlarda ya da sitelerde yalnızlığın pençesinde kıvranıyor, bizi eğlendirecek bunca oyuncağa karşın sıkılıyor, gelişmiş spor yöntemleri ya da bilimsel tekniklere karşın şişmanlıyor, normalin üzerinde beslenmemize karşın kan değerlerimiz incelendiğinde beslenme yetersizliği yaşadığımızı görüyoruz. Dahası güvensizliği, yalnızlığı, sıkıntıyı, depresyonu, şişmanlığı normal ve olağan karşılıyoruz. Çok tuhaftır ki, yolda karşımıza şişman bir hayvan çıksa ya da bir hayvanın enerjisiz bir şekilde insanlardan uzak durduğunu görsek hemen onda bir sorun olduğunu düşünüyoruz. Bir hayvanın ya da canlı varlığın doğal halinin şişmanlık ya da enerjisizlik olduğunu kabul edemiyoruz. Bunun anormal bir durum, belki bir tür hastalık olduğunu söylüyoruz. Oysa, kendimiz de dahil olmak üzere her gün sokaklarda, işimizde ve evimizde karşılaştığımız ya da bir arada olduğumuz binlerce insanın enerjisiz, şişman, mutsuz, huzursuz, sinirli olmasını normal karşılıyoruz. Peki ama eğer şişmanlık, enerjisizlik, sinirlilik, saldırganlık, mutsuzluk bir hayvan ya da canlı için kabul edilemez, sağlıksız ve “anormal” durumlarsa, bize ne oluyor? Canlılar için anormal kabul ettiğimiz bu durumları nasıl oluyor da kendimiz ve insan nesli için normal kabul ediyoruz?

Peki ama hangisi gerçek? Sağlıksız, sinirli, saldırgan, mutsuz ve şişman olmanın “anormal” bir durum olması mı yoksa bütün bunların “normal” ve olağan kabul edilmesi mi? Lütfen burada bir süre durun ve düşünün. Sizce hangisi normal, hangisi daha gerçek? Ama cidden düşünün. Size öğretilenlerle değil ya da aklınızı kullanıp bir tarafı haklı çıkarmaya çalışarak da yapmayın bunu; cidden düşünün. Tarafsız bir gözle duruma bakın. Canlı türlerinin tamamı için anormal kabul ettiğiniz bir durumu kendiniz ve kendi türünüz için normal kabul etmeniz sizce normal mi?

Eğer düşündükten sonra bunun normal bir durum olmadığına karar verirseniz o zaman da kendinize şu soruyu sorun: Ben ve benim türüm, diğer canlılar için anormal kabul ettiği bir durumu niçin kendisi için normal kabul ediyor? Niçin size şişman olmak, mutsuz olmak, depresyonda olmak, sinirli olmak tuhaf, yanlış, anormal ve sağlıksız gelmiyor? Niçin bu tür sorunları olan bir hayvan gördüğünüzde onda bir sorun olduğunu ve hemen müdahale edilmesi gerektiğini düşünüyorsunuz da kendinizde ya da çevrenizdeki insanlarda aynı durumu gördüğünüzde ortada bir sorun olduğunu düşünmüyorsunuz?

Bir sonuca varabildiniz mi? Bu soruya bir yanıtınız var mı; ama kaçamak bir yanıt değil, gerçek bir yanıtınız var mı? Ya da soruyu bir de şu açıdan sorayım size: Bu konu üzerinde düşündükten sonra bu durumun tıpkı diğer canlılar için olduğu kadar biz insanlar için de anormal ve sağlıksız bir durum olduğunu kabul ediyor musunuz?

Eğer yanıtınız evet ise o zaman gelin durumu biraz daha dikkatli inceleyelim. Sizce anormal bir durumu normal kabul etmenizin nedeni ne olabilir? Bana, bu durumu
kendinizin zaten normal kabul etmediğinizi söyleyebilirsiniz. Peki ama o zaman niçin hâlâ bu durumdasınız? Evet, evet sizi işitiyorum. Elinizden geleni yaptığınızı ama iradenizin zayıf olduğunu ya da yaptıklarınızın işe yaramadığını söylüyorsunuz bana, belki de ne yapılacağını tam olarak bilmediğinizi de ekliyorsunuz sözlerinize. Peki şöyle bir söz duymuş muydunuz daha önceden? “Eğer elinizdeki sorun çözümsüzse bilin ki sorun sizsiniz!”

Efendim? Bazılarınız duydu öyle mi? Çok güzel. Peki sizce bu ne demek?

“Bu sorunu çözemiyorum çünkü sorunun nedeni benim!”

Sizi yürekten alkışlıyorum. Evet, sorun sizsiniz! Sizin bakış açınız ve anlayışınız; ve elbette buna neden olan büyük yalan! Bu tür olumsuz durumların canlı türleri için sağlıklı ve normal olmadığını biliyorsunuz ama yine de nedense kendiniz ve sizin türünüzden olanlar için bu durumu normal kabul edebiliyorsunuz. Ne de olsa bu konuda kulağınıza fısıldanan bir sürü masal, bir sürü efsane var. Siz bu masalları dinleyip rehavet içinde uykulu bir duruma sürüklenirken elbette bu masalda anlatılan duruma kaptırıyorsunuz kendinizi. Kulağınıza fısıldıyorlar: “Şu yiyecekte bu kadar kalori var. Hormonların fazla çalışıyor. İnsanlar belli bir yaşa gelince kilo alır. Artık eskiden olduğu kadar hareketli yaşamıyoruz bu da elbette kilo almamıza neden oluyor. Hareketsiz yaşadığın için sağlıksız oluyorsun. Doktora daha sık gitmelisin. Biraz daha paran olsa mutlu olursun. Seni anlayan insanlarla bir arada olursan mutlu olursun. Şimdi uyu. Merak etme. Kimse sana zarar veremeyecek. Bak ne kadar çok insan senin durumunda. Yalnız değilsin. Uyu, keyfine bak. Ben seni korurum. Ben sistemim. Ben insanlığın toplam bilinciyim. Ben teknolojiyim. Ben devletim. Ben bilimim. Ben her şeyim.. Seni korurum. Korkma; yalnızca uyu. Uyu… Göz kapakların ağırlaşıyor. Endişe etmen gereken bir şey kalmadı. Uyu… Uyu…”

Kim mi fısıldıyor? Ama biraz önce size kim olduğunu zaten kendisi söylemedi mi?“Ben bilimim, ben teknolojiyim, ben devletim, ben insanlığın toplam bilinciyim, ben annenim, ben babanım, ben öğretmeninim, ben eğitim sisteminim, ben televizyonda izlediğin filimim, ben tarihinim, ben insanlığım, ben dini inançlarınım, ben her şeyim Evet, içinde yaşadığınız bu “şey” size bu büyük yalanı söylüyor. Siz daha bu dünyaya yeni gözlerini açmış minicik bir bebekken, beşiğinizde başlıyor bu masallar, bu yalanlar. Bu yalanları o kadar uzun bir süre dinliyorsunuz ki, artık onlar sizin için birer gerçeğe dönüşüyor. Tıpkı yavaşça ısıtılan suyun içindeki kurbağa gibi kendi kendinize zarar verdiğinizi fark etmiyorsunuz bile.

O meşhur deneyi bilirsiniz: Eğer kaynar suyun içine bir kurbağa atarsanız hemen suyun dışına sıçrar; ama kurbağayı ılık suyun içine koyar ve suyu yavaş yavaş ısıtırsanız, kurbağa bu suyun içinden kaçmaya çalışmaz ve sonunda haşlanarak ölür. İşte siz, bu masalla büyütülen ve onu dinlemeyi sürdüren tüm insanlar yavaşça ısıtılan suyun içindeki kurbağalarsınız! Bu yalan o kadar büyük, o kadar ustalıkla söylenmiş bir yalan ki gözünüzün önünde gerçeği gösteren binlerce kanıt olmasına karşın siz bunları fark edemeden yalana inanmayı sürdürüyorsunuz. Varolan gerçeği görmek yerine bir yalana inanıyor ve bir yalanı, bir hayali gerçek sanıyorsunuz. Üstelik tüm yaşamınızı bu yalanın, bu inancın önermeleriyle düzenliyorsunuz. Peki ama gerçeğin yerine gerçek olmayan bir durumu koyan ve buna inanan insanlara ne denir biliyor musunuz? Bilmiyorsanız söyleyeyim: Şizofren!

Şizofreni hastaları, kendi kafalarında yarattıkları bir gerçeğe inanır ve hayatlarını buna göre yaşamaya çalışırlar. Bazı bilim insanlarına göre bunun nedeni beyin kimyasındaki değişiklikler, doğum travmaları, beyin ameliyatları gibi fiziksel yaralanmalardır; hatta genetik aktarımla sürdürülen bir hastalık olduğu bile düşünülmektedir. Bazı bilim insanlarına göre ise bu rahatsızlık, “Yaşanamaz bir durumda yaşayabilmek için geliştirilmiş bir stratejiler bütünüdür!” Sizce hangi tarafın söylediği doğru? İki tarafın da… Şizofreni bu iki durumun da bir sonucu olarak açığa çıkabiliyor. Çok karmaşık bir rahatsızlık ve pek çok türü bulunuyor ama her durumda hastalığın temelinde gerçek yerine yapay gerçekliğin konulması var. Bazı ilerici bilim insanlarına göre şizofreni türlerinden bir kısmı kesinlikle, “Yaşanamaz bir durumda yaşayabilmek için geliştirilmiş bir stratejiler bütünü.” Bu öyle bir şey ki, yalnızca bu stratejiler, bu inanışlar sayesinde içinde bulunduğunuz durumda yaşabiliyorsunuz.
Aksi taktirde içinde bulunduğunuz durumda hayatta kalmanız mümkün değil.

İşte size günümüz insanının genel profili… Pek çok psikiyatrın, bilim insanının hatta sizlerin bu yargıma karşı çıkacağınızı biliyorum. Ben kim oluyorum da sizlere şizofren olduğunuzu söyleyebiliyorum? Ne haddini bilmez bir insanım ben? Hem böyle bir yargıda bulunmak için eğitimim var mı? Her şeyden önemlisi diplomam var mı bakalım ha? Belki de diplomam var. Hmmm, o zaman bu durumda aklı karışmış bir bilim insanıyım. Yok yok bir bilim insanı değil bir şarlatanım, hatta belki de bir bilim anarşistiyim. Koskoca bir bilim bunu kabul etmezken ben kim oluyorum da ortaya çıkıp size hepinizin şizofren olduğunu söyleyebiliyorum? Kendimi ne sanıyorum ben? Bu diplomayı bana kim verdi? O diploma sahte mi yoksa?

Bütün bu ithamlarınızda haklısınız. Ben güvenilmez bir insanım çünkü insanlara depresyonda olmalarının, şişman olmalarının, mutsuz olmalarının normal olmadığını söylüyorum. Üstelik bunun üstesinden gelebileceklerini anlatıyorum. Bunun anormal bir durum olduğunu nasıl söyleyebilirim? Bunca bilim kurumu, ilaç şirketi, sağlık ürünleri üreticileri, sağlık hizmetleri, eğitim kurumları boşuna mı çalışıyor yani? İnsanlar o kadar aptal mı ki bu kurumlara yılda yaklaşık 4 trilyon dolar para harcıyor?! (İnanılmaz değil mi? İşte size bir kaç örnek: Türkiye 42 milyar $, ABD 2 trilyon $, Çin 454 milyar $, Avustralya 64 milyar $, Rusya 91 milyar $, İngiltere 168 milyar $, Almanya 275 milyar $… Bu paraları kim kazanıyor sizce?) Ama yine de beni dinlemeyi sürdürüyorsunuz değil mi? Niçin peki? Neden şüpheleniyorsunuz?

Bakın size “Ishmael” adındaki bir romandan bir bölüm aktarayım:

“Bir zamanlar üniversitedeyken,” dedim sonunda, “felsefe dersi için bir ödev hazırladım. Verilen ödevin tam olarak ne olduğunu hatırlamıyorum- epistomolojiyle ilgili bir şeydi. İşte kabaca ödevde anlattıklarım: Bilin bakalım ne oldu. Naziler sonuçta savaşı kaybetmediler. Savaşı kazandılar ve gelişip büyüdüler. Dünyayı ele geçirdiler ve kalan yahudileri ayrıca çingeneleri siyahları, hintlileri ve kızılderilileri de yeryüzünden sildiler. Sonra bunlar da bitince Rusları, Lehleri, Bohemyalıları, Moravyalıları, Bulgarları, Sırpları, Hırvatları – bütün Slavları yokettiler. Daha sonra da, Asya’nın bütün insanları, Polinezyalılar ve Koreliler ve Çinliler ve de Japonlarla işe koyuldular. Bu çok ama çok uzun zaman aldı, ama hepsi bitiğinde, dünyadaki herkes yüzde yüz ariydi ve hepsi çok ama çok mutluydular. ‘Doğal olarak okullardaki ders kitapları ariden başka bir ırktan, Almancadan başka bir dilden, Hitlerizm’den başka bir dinden, ya da Nasyonel Sosyalizm’den başka bir politik sistemden söz etmiyordu. Bunun bir anlamı olmazdı. Ondan birkaç nesil sonra, ders kitaplarına isteseler bile farklı bir şey koyamazlardı, çünkü farklı birşey bilmiyorlardı.

“Fakat birgün, Tokyo’da New Heidelberg üniversitesinde iki genç öğrenci sohbet ediyorlardı. İkisi de ari ırka özgü o yakışıklı tiplerdendi, ama bir tanesi müphem şekilde endişeli ve mutsuz görünüyordu. Bu Kurt idi. Arkadaşı sordu: ‘Neyin var Kurt? Neden böyle sürekli sıkıntı içinde dolaşıyorsun?’ Kurt cevap verdi: ‘Söyleyeyim Hans, beni tedirgin eden – şiddetli bir biçimde tedirgin eden bir şey var.’ Arkadaşı bunun ne olduğunu sordu. ‘Şu,’ dedi Kurt, ‘küçük bir şey hakkında bize yalan söylenildiği hissediyorum ve bu çılgınca hissi silkip atamıyorum.’

Peki siz neden şüpheleniyorsunuz? Beni niçin dinlemeyi sürdürüyorsunuz?
Size bu yalanı kimin söylediğini aktardım. İyi ama böyle bir yalan söylemekteki kazancı ne? Çok basit! Bu yalanı sürdürmek zorunda çünkü kendi varoluşu bu yalana bağlı. Eğer insanlar bu yalanı fark ederlerse artık böyle yaşamak istemezlerdi. O zaman da bir gecede bilinen medeniyet kendini sonlandırırdı. Korkmayın! Bu, insanlığın toptan yok oluşu anlamına gelmezdi. Ertesi gün hâlâ toplu taşım araçları işlerdi (yani sanırım), hâlâ hastaneye gittiğinizde tedavi olurdunuz; ama artık sizden istenen yaşamı yaşamazdınız. Belki yönetim sistemleri, eğitim sistemleri çökerdi. Pek çok şirket artık ürün satamaz hale gelirdi. Yine de insanlığın sonu filan olmazdı. Sadece yalancılar ortadan kaybolmak zorunda kalırlardı.

Sizce niçin zorunlu eğitim ilk önce 5 yıldan 8 yıla çıktı; şimdi ise 11 yıla çıkarılmaya çalışılıyor? Hatta yakın bir zamanda zorunlu eğitimin 5 yaşında başlaması gerektiği konuşuluyor? Üniversite mezunu olmayan bir insan iş bulma umudu taşıyor mu? Peki ya ünversite mezunu olan bir insan? Son zamanlarda üniversiteler neredeyse zorunlu hale getirilecek ve yüksek lisans ile doktora yapmayan birisi iş bulamayacak. Niçin böyle oluyor sizce? Üniversiteyi bir yana bırakırsak bütün eğitim hayatınız boyunca ne öğreniyorsunuz? Çok düşünmeyin ben size hemen söyleyim: 4 işlemi. Eğer özel bir okula gittiyseniz belki bir yabancı dil; o kadar. Bunun için ne kadar zaman harcıyorsunuz? 11 yıl! Dört işlem öğrenmek için 11 yıl!

Böyle olabilir ama durumu biraz hafife alıyorum öyle değil mi? Asıl amaç elbette 4 işlemden çok daha fazlasını öğretmek. Bizi üniversiteye hazırlamak, hayata alıştırmak değil mi? Peki ama 100 öğrenciden kaç tanesi 4 işlem haricinde bir bilgi ile donanıyor? 5’i mi 10’u mu? Yoksa 20’si mi? Peki 20 kişi olsun. Geriye kalan 80 kişi ne oluyor peki? Gelin olaya bir de şu açıdan bakalım. Ben iddia ediyorum ki herhangi bir öğrenciye 4 işlemi 30 günde öğretebilirim. Ardından gerekli kabul edilen tüm becerileri de en fazla 5 yıl içinde bir öğrenciye kazandırabilirim. (Bunun içinde yabancı dil, tarih, el becerileri, yetenekli oldukları alanlarda temel eğitim de dahil. Bu arada lütfen artık herkesin standart olduğunu ve her öğrencinin standart olarak şunları bilmesi gerektiğini, bunu bilemeyen bir öğrencinin başarısız olduğunu söylemeyi bir yana bırakın. Bazı çocuklar çam tohumu olacaktır, bazıları ise ardıç. Çam tohumunun ardıç ağacına dönüşememesi bir başarısızlık değildir. Asıl ardıç olmaya kalkarsa korkun çünkü o zaman doğasına karşı çıkacaktır. Çirkin ördek yavrusu masalını çocuklarınıza okuyorsunuz ama onu gerçekten anlıyor
musunuz?)

Haydi diyelim ki ben çok iddialı davrandım 10 yıl olsun bu süre. Bir çocuğun 6-7 yaşlarında okula başladığını varsayarsak (ki günümüzde ana okulları da bir tür okul kapsamında ve çocuklar 4-5 yaş itibariyle bu okullara gidiyorlar), demek ki en geç 16-17 yaşlarında tümüyle hayata atılmaya hazır bireyler haline geliyorlar. Tıp, mühendislik gibi teknik alanlarda eğitim almak isteyenleri bir yana ayırın (ki bunlar bile bence 16-17 yaşlarına kadar öğretilebilir), geriye 100 öğrenciden 60’ı kalsın. 16-17 yaşında her yüz öğrenciden 60 tanesi hayata atılmaya hazır durumda. Hemen bir işe girebilir ve çalışmaya başlayabilirler.

Yalnızca ülkemizde 2008-2009 yılında okul öncesi, ilköğretim ve ortaöğretimdeki toplam 14 milyon öğrenci bulunuyor. Bu da yaklaşık her 10 senede bir 14 milyon genç insanın iş hayatına atılması anlamına geliyor. 14 milyon iş! Ben bu hesabı sizler için son derece hafifleterek yaptım; çünkü bana göre bu genç insanların 14-15 yaşlarında iş hayatına girmelerine engel olacak (teknik anlamda) hiçbir şey yok. Onlara tüm beceriler kazandırılabilir; tıpkı bundan 100 yıl önce olduğu gibi. Fakat bu kadar iş yaratmak mümkün değil. O zaman şöyle yapalım en iyisi: 14-15 yaşında gençleri hâlâ çocuk kabul edelim ki çalışmasınlar. Televizyonumuzla, kitaplarımızla, eğitim sistemimizle, her şeyimizle onlara bu yaşta insanların yardıma muhtaç çocuklar oldukları fikrini kazandıralım. Hay allah bu da yetmedi biz buna en iyisi 20 yaş diyelim. Evet evet, şimdi yirmi yaşlarında hâlâ çocuk olduklarına inandıralım onları. Pardon? Vietnam savaşı çıktı değil mi? Evet 18 yaşındaki çocuklar çalışamaz gerçi ama ölebilir ve öldürebilir! (Bu arada 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda bile insanlar bu kadar genç yaşta savaşa gönderilmiyorlardı.) E ama hâlâ çok insan var, bunların hepsine iş bulamayız. En iyisi gelin bir üniversiteden mezun olmayan insanın iş bulmasını zorlaştıralım. Dolayısıyla hayata atılma yaşını en azından 22-24 yaşa çıkarmaya çalışalım. Bu sayede aynı zamanda 16 yıl boyunca bu çocukların okul masrafları, kalemi, kitabı, dergisi, kıyafeti vs gibi harcamalardan da yaklaşık yıllık 3 trilyon dolar civarında bir iş alanı da yaratabilir (dünya genelinde 15 yaş altında 1.8 milyar çocuk var) ve ekonominin çarklarının daha rahat dönmesini sağlayabiliriz. Merak etmeyin bu örnekleri daha fazla sürdürmeyeceğim. Sadece eğitim alanında söylenen yalanın niçin söylendiğini örneklerle görmeniz için anlattım bunları size. Şimdi siz bu örnekleri modaya, sağlığa, siyasete, dini inançlara kadar tüm alanlara yayabilirsiniz.

Eğer dikkatli incelersiniz, hepsinin altında bir yalan olduğunu ve bu yalanın söylenmesinin tek nedeninin “sistemin” kendi varlığını sürdürmeye çalışması olduğunu göreceksiniz. Daha da acınası durum nedir biliyor musunuz? Yalan söyleyen bu yalanı niçin söylediğini unutmuş ve kendisi de bu yalana inanmıştır artık. İşte bütün bu inançların bir sonucu olarak da bir insanın mutsuz, depresif, yalnız, enerjisiz ve şişman olmasını normal kabul ediyoruz!

Ben ise size diyorum ki, bir insanın mutsuz, yalnız, enerjisiz ve şişman olması doğal ve normal bir durum değildir! Bu yalnızca bebekliğimizden beri bize söylenen, inandırıldığımız bir yalandır; o kadar! Ben bir anarşist değilim. Amacım kargaşa yaratmak değil. Ben bir insanım ve tek amacım doğal bir canlı olmak. Doğal herhangi bir canlının sahip olduğu yetenekleri kullanmak. Mutlu, elimden geldiğince sağlıklı ve huzurlu yaşamak. Bu durum nasıl ki bir ceylanın, bir aslanın, bir karganın doğal hakkıysa bunun benim de doğal hakkım olduğuna inanıyorum. Sağlıklı olmak, huzurlu ve mutlu olmak, ideal kiloda olmak sizin doğal haliniz ve hakkınız. Size tavsiyem bunu talep etmeniz.

Peki ama bunu nasıl talep edebilirsiniz? İlk olarak inandırılmış bir zihinin zalim hapishanesinden kurtulmanız gerekiyor. Bu hapishaneden kurtulmanın tek çaresi ise doğru bilgi ile donanmak. Bakın size yine bir örnek vereyim. Geçenlerde, bir arkadaşımın verdiği zayıflama kursunda, onun ricası ile öğrencilere basit bir nefes egzersizi gösterdim. Aradan bir hafta geçtikten sonra bu öğrenci yanıma geldi ve “Cem bey, size teşekkür etmek istiyorum,” dedi.
“Rica ederim ama bana niçin teşekür ediyorsunuz?” diye sordum.
Bana, ayağındaki bir topuk dikeni nedeniyle yıllardır sorun yaşadığını, bir çok tedavi denediğini ve bunlara bir sürü para harcadığını ama bir türlü iyileşemediğini söyledi. Nefes egzersizi uygulamaya başladığında ise topuk dikeni bir kaç gün içinde ortadan kalkmış. Ben de kendisine bu iyileşmenin aslında nefes egzersizinden ziyade bu sırada bel kaslarının gevşemesinden kaynaklandığını anlattım; çünkü dizler ve ayaklar ile ilgili sorunların büyükçe bir kısmı bel bölgesindeki sorunlardan kaynaklanır. Bir düşünün: bir yanda basit ama rahatsız edici bir sorunu ortadan kaldırmak için harcanan onca para, çekilen onca sıkıntı, diğer yanda ise basit bir egzersiz ile acı çekmeden, para harcamadan sorunun çözümü var.

Aynı durumu diğer pek çok sağlık sorununda da gördüm. Bazen bir arkadaşım baş ağrısından şikayet edip hemen ilaca uzanır. Eğer yakınlarındaysam “Bir dakika bir şey deneyim olmazsa ilaç içersin,” derim bu arkadaşlarıma; çünkü bilirim ki çoğu zaman bu tür baş ağrıları boyun ya da sırt adelelerindeki basit bir kasılmadan kaynaklanır. Kısa bir masaj sonrasında kendilerine gelir ve sanki sihirli bir şey yapmışım gibi davranırlar. Zaman zaman verdiğim eğitimlere katılan kilolu öğrencilerimden şu tür yorumlar alırım: “Yıllardır zayıflamak için diyet yaparım; bir sürü zayıflama merkezine gittim ama bir türlü kilo veremedim. Versem bile bu kiloları hemen geri aldım. Sizin kursunuzda nasıl oldu da hızla kilo verdim ve kilolarım geri gelmiyor?” Kendilerine bunun çok basit bir nedeni olduğunu söylerim. Kilolu olmak doğal bir durum değildir. Bu eğitimler sırasında ilk olarak bedeni ve zihni olması gereken doğal duruma getirmeye çalışıyoruz. Beden doğal durumuna geri döndüğünde doğal olarak sağlıklı olmayan, doğal olmayan, işine yaramayan şeyleri bırakıyor. Bu kadar basit.

İçinde yaşadığımız yalan, sağlıklı olmayı, günlük hayatı sürdürebilir olmakla eş tutuyor. Oysa bu, sağlıklı olmak değil yalnızca hayatta kalma mücadelesi vermek. Sağlıklı olmak ise zihinsel ve fiziksel olarak rahat, enerjik ve huzurlu olmak demek; anlamlı bir hayat yaşamak demek. Kendi varlığı için savaş veren ve size yalanlar söyleyen sistem ise elindeki trilyonlarca dolara karşın ne yazık ki bunu sağlayamıyor.

Bu nedenle ilk olarak bir yalanı yaşamakta olduğunuzu fark edip, içinde yaşadığınız durumun, sağlıksızlığınızın, enerjisizliğinizin ve şişmanlığınızın doğal olmadığını kabul
etmeyi öğrenmelisiniz. Bu durumu “normal” olarak kabul ettiğiniz sürece ne yazık ki gerçekliğiniz bu olacak ve bunu değiştirmek için hiçbir şey yapamayacaksınız. Yaşadığınız gerçekliğin doğal ya da normal olmadığını kabul etmek çok önemli bir şeyi gerektirir: Cesareti!

Sistem kulağınıza yalanlarını fısıldayıp dururken bu cesareti bulmak her zaman kolay bir iş değildir. Size eğer onun dediğini yapmazsanız aç kalacağınızı, toplum dışı olacağı nızı, başınıza iş açılacağını, mutsuz olacağınızı, kocanızın ya da karınızın artık sizi sevmeyeceğini, çocuklarınızın artık sizinle gurur duymayacağını, arkadaşsız kalacağınızı söylecektir. Bu nedenle bu yalana inanmanın tek çareniz olduğuna inanacak ve güvenliği cesur ve özgür bir yaşama tercih edeceksiniz. Peki ama karşılığında ne kazanacaksınız?

Şu anda kazancınız size yetiyor mu? Mutlu musunuz? Karınız ya da kocanız şu an olduğunuz insan olduğunuz için sizi daha mı çok seviyor, çocuklarınız sizinle daha fazla mı gurur duyuyor? Sevgi dolu bir arkadaş çemberiyle mi kuşatılmış durumdasınız? İdeal kiloda, mükemmel sağlık durumunda mı yaşıyorsunuz?
Günümüzde ideal kilo adı altında sunulan şey bile ne yazık ki sistemin parçası olan hakim grupların belirlediği bir şey. Çoğu insan için ideal kiloda olmak neredeyse sağlıksız bir zayıflık halinde yaşamak anlamına geliyor. Filmler, dergiler ve reklamlar aracılığıyla ideal kilonun sağlıksız bir zayıflık olduğunu sanıyoruz. İdeal kiloda olduğuna inanan pek çok kadın öğrencimi incelediğimde çoğunun ortak sorununun “adet dönemi sorunları” ve “duygusal iniş çıkışlar” olduğunu görürüm. Derslerim sırasında onlara göre biraz tombullaştıklarında (inanın bana bu yalnızca kafalarındaki bir şey) adet dönemleri düzelir ve duyguları dengelenmeye başlar. Bu nedenle sağlık konusunda bile idealleri sistemin belirlemesine izin vermeyin. Bedeniniz doğru ve doğal yaşamak için gerekli olan tüm araçlarla donanmış durumda. Elbette zaman zaman hastalıklar olacaktır. Bu da dünyada yaşamanın bir parçasıdır. Elbette yaşlanacaksınız; bu da yaşamanın bir parçasıdır. Ama sürekli yorgun olmak, sürekli hasta olmak, şişman olmak, zamanından önce yaşlanmak doğal bir durum değildir. Bu nedenle bu durumu normal kabul etmeyi bırakın. Yapmanız gereken tek şey, içinde yaşadığınız bu gerçekliğin doğal olmadığını kabul etmek ve ardından doğru yöntemi kullanarak kendinizi doğal halinize geri döndürmek. Bu, sandığınızdan çok daha kolay ulaşılabilir bir hedef ve size bu kitapta, bunun ilk adımını gösterdim.

Bundan sonrası ise tümüyle size kalmış durumda. Yolculuğa çıkabilir ya da kulağınıza fısıldanan yalanı dinlemeyi sürdürebilirsiniz. Eğer yolculuğunuza devam etmek istiyorsanız, beni ve diğer yol arkadaşlarınızı nerede bulacağınızı biliyorsunuz.

– Cem Şen’in “Nefes” Kitabından alıntı-

Cem Şen

1968 yılında doğdu. 1981 yılında savaş sanatları eğitimi almaya başladı. 1987 yılında Zen Budizm’in Türkiye’deki temsilcisi olan İlhan Güngören ile tanıştı ve 1987-1990 yılları arasında Güngören’in asistanlığını yaptı. Bir yandan Güngören’i Zen çalışmalarında ve Tai Chi Ch’uan derslerinde destekleyen Cem Şen aynı zamanda Namık Ekin, Mustafa Aygün gibi eğitmenlerle savaş sanatları eğitimini sürdürdü. 1990 yılında ilk çeviri eseri yayınlandı. Aynı yıl çalışmalarını tümüyle Taocu çalışmalara yönlendirdi. Sırasıyla Mantak Chia, Master Wang, Master Wu, Eric Steven Yudelove gibi ustalardan eğitim alan Cem Şen aynı zamanda bu ustalardan farklı Taocu sistemleri öğretme yetkisi de aldı. Halen ustalar ile çalışmalarını ve dünyanın farklı yerlerinde bulunan yaşayan büyük bilgelerle iletişimini ve arayışlarını sürdürmektedir. 1991 yılında Dharma Yayınları’nı ve ardından 2003 yılında bu yayınevinden ayrılarak Klan Yayınları’nı kurmuş olan Cem Şen’in içlerinde “Enerjinin Dansı: T’ai Chi Ch’uan” ve “Dolmuşa Binme ve Dolmuştan İnme Sanatında Zen” adlı kitaplarının da bulunduğu 8 kitabı ve yaklaşık 40’a yakın çeviri eseri bulunmaktadır.