Moderatörlüğünü yaptığım bir e-posta grubunda uzunca bir süredir hareket yok. Halbuki çok değil bundan 3 ay önce her gün gelen onlarca e-postadan şikayet eder hale gelmiştik nerdeyse. Ne oldu da böyle oldu? Yanıtı gayet net. Farklı görüşlerdeki kişilerin yazışmaları ortamı ısıtıyordu ve sürekli yazışmalar hareket getiriyordu, ama derken yazışmalar sertleşti ve kişiselleşti; ardından da muhalif olan üyeler çeşitli sebeplerle tek tek gruptan ayrıldı ya da artık yazışmama kararı verdiler. Sonuç ne oldu: Muhalifler gidince, diğerlerini yazmaya motive edecek durum ortadan kalktı. Şimdi arada sırada bir iki yazı yolluyorlar o kadar. E-posta grubu var olsa bile, özünde bitkisel hayata girdi.

Aslında genel olarak tüm e-posta gruplarında yaşanır bu durum. Muhalif birileri çıkmazsa bir süre sonra grup hareketsizliğe alışır ve mevcut götürse de kimseler yazmaz olur. Ama muhalif birilerinin varlığı motivasyonu arttırır, üyeler sürekli mailleri takip eder hale gelir, sürekli karşısındakini mat etmeye çalışırlar. Taa ki konu kişiselleşene kadar. İşte insanlığın genel anlamda da çuvalladığı nokta burasıdır.

Zıtların varlığı, hareket için şarttır; negatif yoksa pozitifin varlığının da anlamı olmuyor. Zıddı olmazsa arada etkileşim olmuyor, tembellik başlıyor. Fakat diğer bir durum da zıtlaşmanın ileriye götürülmesi ve kişiselleşmesi, ardından da kutuplaşma yaratılması -ki kutuplaşma ortaya çıktığı vakit geriye döndürülmesi çok zor oluyor.- Zıtlaşmalar düşünsel çerçeveden devam edebildiği sürece, tartışmalar kişileri ve olayları değil, sistemleri ele aldığı sürece son derece faydalı etkinlikler, fakat ne zaman bir taraf olayı tamamen kazanmaya odaklıyor ve bunun için belden aşağı yumruk atmaya başlıyor, işte o zaman olay kopuyor. “Sen zaten şöyle böylesin, daha ne konuşuyorsun; senin sülalen de böyleydi…” bağlamındaki cümleler karşıda da “Sana ne lan benim sülalemden, sen esas kendi sülalene bak…” tepkisini doğruyor. “Vay sen benim sülaleme nasıl laf edersin” diyen tarafta diğerine fiziksel zarar vermeye başlıyor. Bu belki en uçtaki örneklerden biriydi, ama bu bağlamda gelişen o kadar çok örnek var ki… Dert üzüm yemekten, bağcıyı dövmeye dönüşüyor. Herkes birbirini paralamaya girişiyor ve işte yaşadığımız bu, kutuplaşmış dünya ortaya çıkıyor.

Tabii adamakıllı bir “zıt varoluş kültürü” için de, gelişmiş bir “kendisinden farklı olanı” kabullenme hali sabır ve konuları kişisel boyuta indirmemek gibi özelliklerin kişide olması şart. Gerçek anlamıyla demokrasi de işte böyle ortamlarda ortaya çıkıyor, fakat kendisinden farklı olanın içsel olarak değil kabul, tahammül bile edilmediği toplumlarda ise çakma demokrasi, demokrasi diye yutturulmaya çalışılıyor. Gerçek amaçlarına ulaşmada, işini kolaylaştıracak bir yumuşatıcı vazelin gibi kullanılıyor ki dünyada ve ülkemizde bize sunulan demokrasinin özü bence budur.

Bir ülkenin veya hepten dünyanın demokrasiyi yaşayabilmesi için, öncelikle o bütünlüğü oluşturanların birey birey, içsel olarak demokrasiyi yaşıyor olmaları gerekir. Kendi varlıklarını olduğu gibi kabul eden ve seven bireyler, kendilerini başkalarının onaylamasına ihtiyaç duymazlar –ki tahammülsüzlüğün ve zıdda tepkinin yegâne sebebi, kendini onaylatma çabasıdır- ve başkasının onayına ihtiyaç duymayan birey de başkasının görüşlerini dinler. Çünkü onun için “diğerleri”, artık bir şeyler alabileceği ve kendisine farklı açılımlar kazandırabilecek kişiler haline gelmişlerdir. Ha diğer görüşler ona uyar veya uymaz, ama o, kendisine uymayana da saldırmayı düşünmez. Çünkü o kişi bilir ki dünya, herkes için yeterince büyük bir gezegendir ve -başkalarının özgürlüklerine saygı baki olmak kaydıyla- herkesin düşüncelerini yaşayabilmesi için yeterince yer vardır.İşte böyle bireylerden oluşan bir toplumda gerçek anlamıyla “demokrasi” gelişebilir.

Peki şu anda yaşadığımız dünya ve ülkemiz böyle bir “demokrasi” için uygun mu? Eh, yazdıklarımı ben bile –şu an için- ütopya olarak görüyorsam, demek ki esamesi bile okunmuyor. Ama gelecek nesiller için umut var mı? Kendimizi bildiğimiz ve gerçekleştirebildiğimiz ölçüde var. Ne kadar çok insan bunu başarabilirse, umut o kadar artar. Çünkü herkesin umut ettiği o “barış”, herkesin tep tip düşündüğü ve yaşadığı bir durum değil, farklıların ve zıtların birbirlerinin kafasını kırmadan, kolkola yaşayabildikleri bir haldir.