Ruhsal konularla ilgilenen birçok insan gibi benim de her zaman bilimle biraz karmaşık bir ilişkim olmuştur. Bir yandan, insanlığın gelişimiyle ilgilenen biri için tek asırda çocuk felcini iyileştirmeyi, genetik kodu çözmeyi, Satürn’ün en büyük uydusuna sonda makinesi göndermeyi ve interneti icat etmeyi başarmış bir disiplinin son dönemlerdeki çalışmalarından heyecanlanmamak mümkün değil. Öte yandan evrenin en büyük gizemlerini bile maddenin hareketine indirgeme eğilimi beni biraz ürpermiştir.
Bu muhtemelen benim çocukluğuma dayanan bir durum. Teolojik açıdan kararsız, agnostisizmlerine bir çok insanın inancına olduğu kadar bağlı olan ebeveynler tarafından yetiştirildim. Erken yaşlarda bilimin, nedenselliğin ve akılsallığın doğruya giden yolda dogma veya ilhamdan daha iyi bir rehber olduğu öğretildi bana. Ancak yıllar geçtikçe küçüklüğümden gelen agnostik yanım yerini ısrarcı bir spiritüel arayışa bıraktı. Zamanla, fen kitaplarımın hiçbirinde yer almayan çok daha derin bir gerçekliği deneyimlemeye başladım. Önümde açılmakta olan bu mana ve gizem dünyası, gerçeğin anahtarını elinde tutanın bilim olduğuna inanmamı zorlaştırıyordu.
Sanırım bu iki yanım arasındaki gerilim üniversitemin son senesinde kaçak verdi. İnsan doğasını daha iyi anlayabilmek için psikoloji okumayı seçmiştim. Okulun ilk 3 senesini de inatla psikolojinin “daha zor” olan bilimsel alanından kaçarak, “daha yumuşak” olan sosyal ve hümanistik yönlerine yoğunlaşmıştım. Nihayetinde korkunç ancak ne yazık ki zorunlu olan “İstatiksel ve Deneysel Metodlar” dersini almaya başladığımda, bu dersin ilgimi çekmesini hiç beklemiyordum. Ancak data analizine ve deney dizaynına iyice daldıkça eskiden yabancısı olduğum birçok konsept sihirli bir aura gibi çevremi sarmaya başladı. Deneylerde bir hipotezin doğru diğerininse yanlış olduğunu bilimsel, deneysel, istatiksel olarak kanıtlayabiliyor olmam tüm sinir sistemimde adeta uyuşturucu etkisi yapıyordu. Dönemin sonunda yüksek lisans için Deneysel Psikoloji okumayı düşünmeye başlamıştım. Mâmafih okumak istediğim alanı daha yakından inceleyince onun da dogmalara sıkışıp kalmış olduğunu gördüm. Böylece daha “derin” konulara olan ilgim iyice yükseldi ve ufak çaplı dini araştırmalarımla birleşince hayatımın ve kariyerimin yönü çizilmiş oldu.
Spiritüalizmin çağrısı beni tüm hayatımı laboratuarda geçirmekten kurtarmış olsa da bilime olan ilgim son bulmamıştı. Bu kişilik bölünmesinin sonuçlarından biri de ne zaman bilim ile dinin çatışmasıyla karşı karşıya kalsam bir taraf tutamayıp kendi içimde çelişkiye düşüşümdür. İster bioteknoloji üzerine etik bir tartışma olsun, ister kozmolojideki antropik prensip üzerine bir sav olsun; bir omzumda kırmızı boynuzlu bir septik diğer omzumda ise beyaz kanatlı bir inanan varmış gibi hissederim ve hangisine dinleyeceğime karar veremem.
İtiraf etmeliyim ki geçmişe dönüp baktıkça bu ikilemler giderek azalıyor. Evrende aynı bizimki gibi bir sürü güneş olduğunu söylediği için diline demir çubuk geçirilen ve yakılan Giordano Bruno’yu düşününce kilisenin sığlığını kınamak hiç de zor olmuyor. Ve yine Galileo’nun davasının sonucunun ne olması gerektiğiyle ilgili hiçbir şüphe duymuyorum. Ne var ki tarih sayfalarında günümüze yaklaştıkça görüntü bulanıklaşmaya başlıyor. “Evrim mi Yaratılış mı?” tartışmasını ele alalım. Kamuoyundaki bazı ilgisiz yankılar, koyu Hristiyanların İncil’deki yaratılışın “alternatif orijin teorisi” adı altında okullarda okutulmasını istemesinden daha sinir bozucu. Yine de bilim adamlarının neo-Darwinci teorinin kanıtlanmamış savlarını çocukları anlamsız bir dünyada yaşadıklarına ikna etmek için kullanması beni bilimden bir kez daha uzaklaştırıyor.
Tabii eğer din ve bilimin çatışması sadece bu evrim konuyla kısıtlı kalsaydı bir şekilde bilimin tarafında yer alırdım sonunda. Ama eğer son gelişmeler bir göstergeyse, bu çatışma burada bitmeyecek demektir. Hatta sakinleşeceğe de benzemiyor. Aslında son yıllarda iki etkileyici bilim dalının sayesinde bilim biraz daha ısrarcı bir dönüş yaptı. Ve bu sefer hedef insanlıktan başkası değil.
Bu atağa geçen disiplinlerin biri evrim psikolojisi. Orjinali “sosyobioloji” adı altında biyolog Edward O. Wilson tarafından ortaya koyulmuş olan bu yeni çalışma alanı gazetelerin bilim bölümlerinde monogami, golf sevgisi gibi karmaşık insani eğilimlerin evrimsel kökenini açıklayan makalelerden sorumlu. Darwin’i insanlığın enteresan özelliklerinin çocukluğunda adapte etmek zorunda olduklarının izini süren psikanalisti gibi düşünün. Bu yeni keşif aracıyla donatılmış olan çok fazla sayıdaki bilim adamı insan davranışının her yönünü – özgecilikten spiritüel arayışa – doğal seleksiyonun mekanik mazgalı vasıtasıyla açıklamak için birbirleriyle yarışıyorlar.
Her ne kadar evrim psikolojisi Darwin’in teorisini hala mantıklı olabileceği noktaya kadar genişletmeyi başardıysa da henüz gücünü hipotezlerinin kanıtlanabilirliğinden değil araştırma gücünden alan teoriye dayalı bir alan olduğunu unutmamak gerekir. Yine de hiç değilse insan davranışını bilimsel olarak açıklamak isteyenlerin silah deposunda yer alan önemli bir silah olduğu söylenebilir. Ağır toplar için ise fazla uzağa bakmaya gerek yok. Gelişen sinirbilim (neroscience) bu boşluğu doldurmayı amaçlıyor. Bu özgüveni giderek artan disiplinin öncüleri zihin, duygular ve hatta bilincin kafatasımızın içindeki üç poundluk gri yumruda toplanmış olduğunu anlatıyorlar. Bu alandaki bir jenerasyonun tüm amacı DNA helisinin bulunuşunda yer aldıktan sonra sinirbilime dönen Nobel sahibi Francis Krick’in “şaşırtıcı hipotez” dediği hipotezini kanıtlamaktır. Bu hipotez şöyle der:
Siz; sevinçleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, hırslarınız, kişisel kimliğiniz, özgür iradeniz aslında nöronlarınızın ve onların görevli moleküllerinin uçsuz bucaksız hareketinden başka bir şey değil. Siz bir paket nörondan başka bir şey değilsiniz.
Şimdi, yirmi birinci yüzyılın doğuşunda, beyinin bir şekilde akli yaşamda ve şuurda etkili olduğu düşüncesi en dindarımız tarafından bile kabul edilecektir. Şuur araştırmacısı Marilyn Schlitz, PBS programı Closer to Truth’ta buna şöyle yer verdi: “Tek yapmamız gereken bir balyozu alıp kafasına vurmak ve bilincinin açıklığındaki azalmayı gözlemlemek.” Ancak soru akli ve duygusal yaşamda beynin ne rol oynadığı. İşte burada dikenli bölgeye giriyoruz.
Yakın zamanda New York Times’ta yayınlanan “Vücut ve Ruh’un Düellosu” adlı makalede gelişimsel psikolog Paum Bloom 6 yaşındaki oğlu Max ile arasında geçen konuşmadan bahseder. Bloom, oğluna beynin işlevini sorar. “Max, beynin çok önemli olduğunu ve düşünme sürecinde etkin olduğunu söyledi – ancak rüya görmenin veya üzgün olmanın veya kardeşini sevmesinin kaynağı değil. Max, bunları yapanın kendisi olduğunu söylese de beyninin ona yardımcı olabileceğini itiraf etti.” Kendini net olarak sinirbilimsel bakış açısına yerleştiren Bloom “gelişimsel psikolojideki araştırmalar genç çocukların beyinlerini şuurlu deneyimlerin ve iradenin kaynağı olarak görmediğini gösteriyor. Beyinlerini daha çok akli operasyonlar için kullandıkları bir araç olarak görüyorlar. Beyin, hesaplama gücünü arttırabilmek için ruha eklenmiş olan bir algısal protez.” Ve Bloom sızlanıyor “Çocukların bu bakış açısı birçok yetişkininkinden farklı olmayabilir.”
Benim durumumda, en azından, bence, Bloom turnayı gözünden vuruyor. Çünkü psikolojideki tüm araştırmalarımdan sonra itiraf etmeliyim ki akıl ve beyin arasındaki ilişki ile ilgili fikrim Oz Büyücüsü’nde Bostan Korkuluğu tiplemesiyle çizilen portreyi andırıyor. Melankolik havası bir yana, beyni olmamasına rağmen saman vücut hala epeycene (en azından günü anlatmasına yetecek kadar) kişilik ve duygu sahibiydi. Hatta ben sekizinci sınıftaki okul oyununda onu oynamıştım. Ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyordum. Biraz aptalca davranmam yeterliydi. O zamanlar bir sinirbilimciye beyin sahibi olmamanın nasıl bir şey olacağını sormamış olmam büyük olasılıkla oyunun iyiliğine olmuş. Kuşkusuz, fikirlerim geçen yıllarda olgunlaştı. Eğer bana bu konuda şimdi ne düşündüğümü sorarsanız Bloom’un beyni ruh için algısal protez olarak niteleyişinden daha iyisini yapabileceğimi sanmıyorum.
Bloom’un analizinin ışığında yalnız olmadığıma daha çok inanıyorum. Bu da elimizde biraz sorunumuz olduğunu gösteriyor. Çünkü her ne kadar çocuklar söz konusu olduğuna bu inanç öğrenim eksiği olarak nitelendirilebilecekse de yetişkinlerin endişelerinin olduğu yerde konu derinleşiyor. Çok daha derinleşiyor. Sinirbilimcilerin beyinlerimizin davranışlarımızın ve deneyimlerimizin ruhu olduğu hakkındaki ısrarları bir yana, bizim buna inanmamak için birçok nedenimiz var. Başlangıç olarak; dini veya spiritüel eğilimleri olan bazılarımız için böyle bir önerme tinsel ruhun ya da (eğer Budist isek) tözün bedenden üstün olduğuna dair inancı yok etmektedir. Kendilerini inançlılar arasında saymayanlar için bile bizim tamamen beyinsel olaylarla yönlendirdiğimiz düşüncesi insani saygınlığımızı, insanlığımızı ve anlam kavramımızı elimizden almaktadır. Benim durumumda, ne kadar denersem deneyeyim, benim sadece beynim olduğum düşüncesini kabul etmeyi çok zor buluyorum. Bu sadece ve maddenin ötesinde bir şeylerin varlığını gösteren mistik deneyimler yaşadığım için değil. Şuurun kendisinin deneyiminde de bir şeyler vardır; bizim bir şekilde şuuru açık olduğumuz fikrinin doğasında yer alan , sadece nöronlardan oluşmadığımızı gösteren mistik bir şeyler. Sinirbilimciler bu konuda ne kadar ikna olmuş gözükseler de, bu hikayenin devamının olduğunu hissetmekten kendimi alamıyorum.
Eğer kanaatlerimden geri bir adım atarsam, bu resimde şüphe verici biçimde çok tanıdık gelmeye başlayan bir şeyler olduğunu görüyorum. Zaten dindar insanlar bilim fikirlerini düelloya davet ettiği zamanlarda hep böyle hissetmezler mi? Benim deneyimlemekte olduğum şey ile Galileo Dünya’yı(ve dolayısı ile insanları) Tanrı’nın evreninin merkezinden çekip aldığında kilisenin büyüklerinin hissettikleri arasında bir fark var mı? Veya bazı Güneyli Baptistlerin fen öğretmenleri onları Tanrı’nın dünyayı 6 günde yaratmadığına ikna etmeye çalışırken hissettikleri arasında…? Postmodern sofistikeliğim yüzünden bu hikayeler kulağıma büyümeye niyeti olmayan bir ergen gibi geliyor. Ama ben de aynı şeyden suçlu olmadığımdan emin olabilir miyim?
Ben de, tabii ki, şu an ki durumun farklı olduğunu, insan ruhunun gizemini çözeyim derken bilimin nihayet güneşe biraz fazla yaklaştığını, düşünmek isterdim. Ancak bilim ve din arasında yüzyıllardır süren çatışmanın yörüngesi göz önünde tutulursa sinirbilimin çalışmalarını ciddiye almak aşırı kibirlilik olurdu. Ateist apolojist Keith Augustine’in infinidels.org’daki son makalesinde söylediği gibi:
Tarihe baktığımızda “bilim ve din arasındaki savaş”ta teolojistlerin inançlarını bilimle boy ölçüşebilsin diye yeniden düzenlemekten kaçınmasından dolayı uzlaşım hep bilim tarafına düşmüştür… Bizim tam tersini hiçbir zaman görmeyişimiz – bilim adamlarının
son teolojik spekülasyonları karıştırması – bilimin modern dünyadaki dini inanışlara karşı otoriter baskınlığını gösterir. Fenomenin bilimsel açıklamaları o kadar başarılı oldu ki bugün inananlar bilimsel olarak geçerli teolojiler üretmeye çalışıyorlar.
Gerçekten de, terkedilmiş dogmaların mirasının bilimle karşı karşıya gelmesi dinin uyanışına sebep oldu. Bilim beyinin gizemlerini çözmeye başladıkça kim olduğumuza dair düşüncelerimizin bundan hiç etkilenmemesini düşünmek epey safça olurdu. Kesinlikle zor bir ikilemdeyiz. İtiraf etmeliyim ki bu devre diğerlerinin kolay görünmesine neden oluyor – özellikle de spiritüel eğilimlilerimiz için gerçeği nereye götürürse götürsün takip etme açısından bu konu gurur meselesi haline geliyor. Spiritüel inançlarımızı, sinirbilimin madde hakkında söyledikleriyle kapıştıracak kadar sorgulayacak mıyız?
Eğer cehalete kaymaya engel olacaksam, beyin biliminin karanlık sularına dalıp bu yaygaranın ne olduğunu kendim için öğrenmenin gerekliliğini geçen bahar fark ettim. Beynimizin tüm deneyimlerimizin kalbi oluşu tam olarak ne anlama geliyordu? Bunu ispatlayacak kanıtlar neydi? Ve bunun doğru olduğunu varsayarak, spiritüelliğimiz tamamen bir dalavere miydi? Beyin gerçekten ruh olabilir miydi? Geçtiğimiz yılda bu alandaki yolculuğum beni “şuur çalışmaları” konferansından konuda ileri gelen düşünürlerin ofislerine ve ana görüşten uzakta bütünsel örnekler üzerinde çalışan öncülerin laboratuarlarına sürükledi.
Bu macera sırasında kafa karışıklığım birçok kez bir yok oldu bir yeniden ortaya çıktı. Bazen kendimi tamamen öbür tarafta bulduğum da oldu. Ancak söyleyebileceğim asıl şey şu ki daha önce üstünde fazla düşünmediğim muhteşem ve bir o kadar da gizemli bir parçam hakkında çok fazla şey öğrenmiş oldum – beynim.
BÖLÜM 1: Şuurun Bilimine Doğru
“Şuur: uyuklamalar arasındaki sinir bozucu zaman” diyor tozlu bir SUV üzerindeki bir yapışkanda. Saat henüz sabahın dokuzuna yeni geliyordu, ve Arizona güneşi Tucson Konferans Merkezi’ni çevreleyen otoparkları şimdiden kavurmaya başlamıştı. Beklenmeyecek derecede soğuk bir New England kışının eşiğinde, çölde kavrulmak için hazırlıklı gelmiştim… uzun kollularımla. Hala üzerimde gereğinden fazla kıyafet vardı. Tuscon, genel özellikleri bakımından, şuur çalışmaları hakkındaki çok önemli bir konferans için epey alakasızdı. Ancak bilenler bilir, son on yıldır her dört yılda bir beyin konusundaki en parlak beyinler burada toplanırlar şuurun bilimi hakkındaki gelişmeleri kovalamak için.
Eğer on yıl bir konferansı temel bir bilim alanında yer etmiş olarak tanımlamak için kısa geliyorsa, konferans bu özelliğini konusunun henüz çok yeni olmasından alıyor. İmparatorluğunu üçüncü şahıs “objektif” bir açı üzerine kuran bilim genel olarak şuur meselesini subjektif bir deneyim olarak ele almıştır. En iyi ihtimalle; sorgu sınırlarının ötesinde veya alakasız. Psikolojinin ilk zamanlarında William James ve diğer intropektionistlerin subjektif alana kendi beyinlerinin işleyişlerini incelemeye başlayarak akın ettikleri bir dönem vardı. Ancak James B. Watson 1900lerin başında davranışçılığı ortaya atıp psikolojiyi sadece gözlenebilen davranışların bilimi olarak limitledi ve böylece saygı duyulur bir bilim dalı haline getirdi. Bu da William James’in bu disiplinden atılmasına neden oldu. Kognitif psikolojinin 1960’ların başında doğuşuyla “şuur” kelimesi oyuna tekrar girmeye başladı. Ne var ki 1990’ların başına kadar Francis Crick gibi sinirbilimcilerin küstahlıklarından dolayı ciddi bir araştırma alanı kabul edilmedi. 1990’da partneri Christof Koch ile yazdığı etkileyici bir makalede Crick şuurun materyal temeliyle ilgili büyümekte olan cephanesine iş verebilmek için tutkulu bir çağrıda bulunuyordu. Bu makale o dönem için büyük bir iz bıraktı çünkü takip eden birkaç yılda şuur alanındaki çalışmalar 1994’te ilk Tuscon konferansının açılışını sağladı.
Eğer 2004 konferansının açılış seremonisindeki ortam bir gösterge sayılırsa on yılda şuurun ne kadar popüler bir konu haline geldiğini söyleyebiliriz. Konferans salonuna girdiğim zaman içerisinin çoktan dolmuş olduğunu fark ettim. Kendime, konferansı organizatörü David Chalmers sahneye çıkarken anca yer bulabildim. Spor taşlanmış kotlar, yarı içine sokulmuş bir t-shirt, siyah deri ceket,, uzun saçlarıyla 39 yaşındaki Avustralyalı günümüzün en saygıdeğer filozoflarından birinden çok bir metal grubu üyesine benziyordu. Ancak 1994’teki konferanstan beri izleyiciyi şuur problemiyle yüzleşmesi için motive etti, ve o zamandan beri içinde Chalmers adı geçmeyen şuur konulu bir şeyler okumak neredeyse imkansız hale geldi.
Zamanında okulda biraz felsefe dersi almış olanlar Chalmers’ın klasik “zihin/vücut” problemini “dünya deliği” adı altında yeniden ele alışını fark edeceklerdir. Descartes’ın zihin ve edeni ayırarak düalizmi doğuruşundan bu yana, zihnin felsefesi bu iki parçanın birbiriyle nasıl iletişim kurduğunu inceliyor. Bir yanda, objektif fiziksel beyin nasıl olur da subjektik zihni olaylara neden olabilir? Öte yandan, (fiziksel kuralları tarafından yönetilmediği varsayılan) bu subjektif mental olayların etkisi nasıl objektif fiziksel dünyaya etki edebilir?
Açılış bölümünün ve konferansın genelinin başlığı “Nöronlar ve Şuurun İlişkisi”ydi. [Ç.N.: Orijinal başlık Neural Correlates of Cosnciousness olduğundan kısaltmalar asıl metinde geçtiği gibi NCC olarak kullanılacak.] Chalmers’ın hoş geldiniz konuşmasından sonra doğrudan panelin konuşmacılarına geçtik. İlk konuşmacı, vizyon ve şuur üzerinde Francis Crick’le yaptığı çalışmalarıyla sinirbilim dünyasında yıldızlaşan Christof Koch’tu. Yüksek dozda kafeinle amfetaminlerin karıştırılmaması gerektiğin unutmuşa benzeyen görüntüsüyle Koch, tüm bir yarıyılın notlarından oluştuğunu düşündüğüm konuşmasını otuz dakikaya tam anlamıyla tıkıştırmaya başladı. Konuşmasının hiçbir kelimesini anlamadığımı itiraf etmem gerek ama ondan sonraki iki paneliste olabildiğim kadar çok konsantre olup takip eden iddialı münazarayı izlediğimde teorinin ana hatlarını bir araya getirmeyi başardım.
Koch ve NCC’lerin patikasındaki diğer nörobiyologların ortaya çıkarmaya çalıştığı şey bir objeyi şuurluyken algılarken ile şuursuz algılarkenki nöron seviyesinin farkıydı. Şimdi, bir çoğumuz için, bir şeyi şuursuz algılama fikri bile kulağa bir oksimoron gibi geliyor. Açıklamak için Koch “binoküler rekabet” olarak bilinen fenomenden yararlandı.
En basit açıklaması şöyle: Her ne kadar bir çoğumuz dünyayı gözlerimiz aracılığıyla gördüğümüzü düşünse de vizyonun doğası tamamen bizim deneyimlediğimiz gibi değil. Aslında olan şey şu; iki farklı tersyüz edilmiş iki boyutlu görüntü iki retinanızın gerisine düşüyor ve beyinde işlenmesi için varolan 30 farklı görsel merkezden birine gönderiliyor. Bunun sonucunda, esrarengiz olarak, gördüğünüz üç boyutlu dünya ortaya çıkıyor. Bunun oluşu “bağlama problemi” olarak bildiğimiz sorunun bir örneğini ve kimsenin bugüne kadar ikna edici bir şekilde çözemediği bir gizemi oluşturuyor. Gerçi şimdilik önemli olan gözünüzün farklı iki resmi algılıyor ve beyninizin bunları birleştiriyor olduğunu anlamak.
Peki eğer gözlerimizi birbirinden izole edip ikisine de farklı iki resim gösterirsek ne olur? Aynı anda iki şeyi de görebilir miyiz? Hayır. İşte burada binoküler rekabet konuya dahil oluyor. Anlaşılan o ki, beyniniz bir seferde sadece bir bütün resmi size gösterebiliyor. Bu nedenle gözlerinize iki ayrı resim gösterildiği zaman beyniniz bunlardan birini seçmek zorunda. Beyin bazen bir resme odaklanıp diğerini görmezden geliyor. Ya da, eğer resimler uygun düzendeyse ikisi arasında gidip gelebilir. Burada önemli olan hangi resmin şuurda olduğu fark etmeden beynin görsel merkezlerine gelen bilginin eş olması. Bunun Koch ve arkadaşları için heyecan verici olmasının nedeni beynin görüntüleme tekniklerinin kullanımından yola çıkarak şuurluyken ve şuursuzken beyinin enstantane fotoğraflarını alabiliyor olmaları. Bu nöron aktivitesinin şuura nasıl etki ettiğini açıklayabilmelerini sağlamasını umuyorlar.
Eğer bu açıklamadan sonra şuuru anlamak için nasıl bir araştırma yapılacağını merak ediyorsanız, David Chalmers’ın şuurun “zor problemleri” ve “kolay problemleri” arasında ayrım yaptığı zaman hakkında bir önseziniz oluşmuş demektir. Chalmers’ın tanımına göre Koch’un ve diğer panelistlerin çalışmaları tamamen kolay problemlerden biriyle ilgileniyor. Beyinden ne kadar net bir enstantane fotoğraf alırsak alalım, hala beynin nasıl kendi kendine şuurlu deneyim gibi bir şey üretebildiğini anlamaya yaklaşmamış olacağız. Filozof John Searle’ın Koch’un son kitabı üzerine yazdığı “The Quest for Consciousness” başlıklı değerlendirmede dediği gibi; Deneylerin uygulandığı kişiler zaten şuurlular… Yani bu deneyden bekleyebileceğim en mantıklı şey şuurlu bir beyinle algısal deneyimlemeyi nasıl gerçekleştirebildiğimiz…. Benim görüşüme göre şuuru, beynin şuursal alanı nasıl yarattığını anlamadan anlamamız çok zor.”
Koch ve partlernerinin sunumundan sonraki soru-cevap bölümü geldi. Sorular deneysel tekniklerden kuantım fiziğine ve paranormaliteye kadar geniş bir yelpaze içindeydi. Bir kadın Koch’a “şuurun nörobiyolojik iskeleti”nin hastalarının beyinleri çalışmıyorken rapor edebildiği yakın-ölüm deneyimlerini nasıl açıklayacağını sordu. Koch’un kısa açıklaması “Eğer bir deneyim yaşıyorlarsa, nöronlar işin içinde olmalıdır. Bunun için çift kör bir çalışmayı görmem gerekir.” Ben bu tür bir çalışma için birinin nasıl gönüllü toplayabileceğini düşünürken, Chalmers’a kendimi tanıtmak için sahneye doğru ilerledim. Kendini konferansın organizasyonu işine kaptırmıştı ancak adımı ona daha önce gönderdiğim bir dergiden hatırlayıncaya kadar minik bir sohbet için ara verdi. Bana lokal olmayan paranormal etkiler üzerine bir paneli yönetmek isteyip istemeyeceğimi sordu. Bu işi asıl yapacak olan kişi gelmemiş.
Her zaman biraz sahne zamanına hazır olarak gülümsedim ve “Neden olmasın? Ne zaman başlıyor?” diye sordum.
“On dakika içinde.” dedi.
“Bilmem gereken bir şeyler var mı? Paranormalite hakkında pek uzman sayılmam.”
“Hayır, gayet iyisin. Sadece panelistlerle konuşabilmek için zamanında orada ol.”
Bırak Bin Çiçek Açsın
Konferans salonundaki sınırsız sezondan sonra gittiğim 150 koltukluk oda neredeyse evcil geldi bana. Labirent gibi koridorlardan yolumu bulup oraya vardığımda panelistlerin tümü ve izleyicimin büyük bir kısmı çoktan gelmişti. Nefes nefese hayatımın en hızlı dört röportajını yaptım, açılış konuşmam içim materyalizm hakkında birkaç espri hazırladım ve yeni sezon için içeriği düzenlemeye çalıştım.
İlk panelist, kitap Ölümsonrası Deneyleri’nde(The Afterlife Experiments) ruh medyumlarıyla yapılan bir dizi deneyi anlatan ve şuur denilen şeyin fiziksel ölümden kurtulabileceğini savunan ünlü bir paranormal araştırmacısı Gary Schwartz’dı. Aynı zamanda Arizona Üniversitesi’ndeki İnsan Enerji Sistemleri Lab.’ını yöneten Schwartz, güçlü konuşmasında etkileyici araştırmasını özetleyip bilimsel camianın genelinin bizin için anlamını değerlendirmeye niyetlenmemesinden dolayı öfkesini dile getirdi.
Sonrasında UA psi laboratuarından, bitkilerin evrensel uzaktan enerjiyle iyileştirme konusunda kanıt sunan Katherine Creath konuştu. Biofoton görüntüleme teknolojisini kullanarak, Creath 3 farklı disiplinden enerji iyileştiricilerinin onlara “iyileştirme” amacıyla yaklaşarak yaralı bitkilerdeki biofoton emisyonlarını (sağlığa dair bir işaret) kayda değer ölçüde arttırdığını gözlemledi. Bir daha asla salata yemeyeceğime dair yaptığım şaka birkaç kahkaha beklentimi boşa çıkardıktan sonra bir Alman bilim adamının şuurlu olarak başkalarının sinir sistemlerini epey uzaktan bile sakinleştirebileceğimize dair sunumunu izledik.
Açılışı panelinin materyalizminin ardından şuurun beynin ötesindeki gizemiyle vakit geçirmeyi epey huzur verici buldum. Konferansın apaçık sinirbilimsel eğilimi göz önüne alındığında konunun bu kadar dışında bir sezonun varlığı beni şaşırtı. Gerçekten de, takip eden günlerde gördüm ki beyinin kompleksliğiyle ilgili birçok panelin yanında genelde “kıyıda köşede” şeklinde görülen konularda sunumlar da vardı.
Katılımın yüksek olduğu bir sezonda “meditasyon ve şuur” konulu araştırmanın son durumu tartışıldı. “Sanat ve Şuur” başlıklı diğer bir sezon şuurun değişik halleri ve görsel sanat hakkında bir konuşmayı içeriyordu. Stanford’un Stephen LaBerge’i açık rüyalar (lucid dreaming) hakkında bir atölye (workshop) düzenledi. Ve sezonlardan biri de halisünatif uyuşturucuların etkileri hakkında bir araştırmaydı.
Aynı zamanda yapay zeka kalabalığı tarafından şuurlu robotların yapılabilirliği üzerine sunumlar ve kuantum fiziğinin şuur ve beyin arasındaki ilişkisini açıklayışıyla ilgili şaşırıcı derecede fazla panel vardı. Yakındaki bir Meksika lokantasında öğle yemeği yerken Chalmers’a bu kadar ciddi bir akademik konferansın bu kadar fazla alana nasıl açık olabildiğini sordum. Tavuk burritosuna bir an için ara vererek cevapladı, “Bu konuda anlamadığımız o kadar fazla şey var ki bizim yaklaşımımız bin çiçeğin açmasına izin vermek olmuştur.Burada herkese yer var çünkü cevabın nereden geleceğine emin olamayız.”
Ancak organizasyon komitesinin alternatif düşünüşü kucaklama yönündeki açık görüşlülüğü bir yana, hangi kampın daha çok yer kapladığı ortadaydı. O bahar Tuscon’da bin çiçek açıyor dahi olsa, bu çiçeklerin çoğunluğunun kökünün nerede olduğuna dair biraz şüphe vardı – materyalizmde ve tüm insan deneyimlerini beyinin işleyişiyle kısıtlama arzusunda.
Gerçekten de, her ne kadar Tuscon’a konferansın materyalistik odağının farkında olarak gitsem de hafta ilerledikçe şuurun nörolojik tabanını göstermenin nasıl olacağı ortaya çıkmaya başladı. Ve bu, en hafifi söylemek gerekirse, rahatsız bir resimdi. Eğer şuur, gerçekten de, beyin tarafından yaratılıyorsa bu gerçeklik hakkındaki genel hissimizin çok minik bir parçasının doğru olduğu anlamına gelir. Bir hafta boyunca birçok önemli şey öğrendim:
-
özgür irade bir ilüzyondur
-
benlik de öyle
-
şuur da bir bakıma öyledir. en azından, hiçbir şey yapmaz.
-
eğer Matrix’te yaşadığımızı keşfetsek bile, o gerçekmiş gibi davranmalıyız ve bu konuda endişelenmemeliyiz. Başka bir deyişle, Neo yanlış hapı içti.
En derine atlamış olduğumdan konferansın sonunda kafam ne daha az ne de daha fazla karışmıştı. Karışıklığım konseptseldi. Sıradan bir insan olarak profesyonellerin beyin biliminin en ince noktaları hakkında tartışmalarını dinlemeye çalışmak bölgeye pek de kolay bir giriş olmuyor. Bazen kendimi yanımdaki insandan (konuşmacı anadilimde konuşuyor olmasına rağmen) söylenenleri “tercüme etmesini” isterken buldum. Ama sanırım kafa karışıklığımın daha derindeki kaynağı daha insani bir seviyedeydi. Bir insanın karşınıza geçip gözünüzün içine baka baka ve gayet sakin bir şekilde sizin kompleks algoritmlerden başka bir şey olmadığını söylemesi, ve hatta daha kötüsü davranışlarınız üzerinde hiç kontrolünüz olmadığını söylemesi size odada güvenlik görevlisi aratacak türden bir davranış. Zaman akıp gittikçe hayatta olmak ile ilgili en temel deneyimlerimizi kökünden sarsan bu tür teorilere bazı insanların nasıl bu kadar çabuk ikna olabildiğini merak etmeye başladım. Yapay zekayla ilgili onca konuşmadan sonra gizliden gizliye konuşmacıların bizim de kendileri gibi olduğumuz konusunda bizi ikna etmeye çalışan eğitilmiş robotlar olduğuna inanmaya başladım. Konferans salonunu bu garip çıkmazın kökenlerini bulmakta ve bilim adamlarının tamamen beyin olduğumuza bu kadar nasıl emin olduğunu öğrenmekte daha kararlı olarak terk ettim.
BÖLÜM 2: Beynin Biyolojisine Adımlar
Aklın Kısa Bir Özeti
Başkan Bush’un “Beyin Çağı”nı ilan edişinden 15 yıl sonra beynin akli yaşamda aktif olduğu düşüncesinin bile tartışılır düzeyde olduğuna inanmak çok güç. Hatta akıl ve beyin arasındaki ilişki konusuna eğilmiş olan bildiğimiz ilk düşünür M.Ö. 5.yüzyılda yaşamış olan Croton’un Pythagorean Alcmaeon’u. Ondan da önce, kültürler arasında, zihnin ve ruhun kalpte yer aldığı görüşürü yaygındı. Eski Mısır’ın rahipleri, örneğin, ölmüş bir insanın vücudun ölüm sonrası yaşama hazırlarken beynini parça parça burnundan çıkarırlardı ancak kalbi olduğu gibi bırakırlardı çünkü kalbin bir insanın zihninin ve varlığının merkezi olarak görüyorlardı. Birçok eski kültürde kadavrayı inceleme amaçlı kesme fikri bir tabuydu, bu yüzden sinir sistemi hakkında hiç bilgileri olmamıştı. Bu da doğal olarak heyecanlanınca artan kalp atışlarını akli yaşamın merkezi olarak yorumlamalarına neden oluyordu. Arisotle gibi büyük düşünürler bile bu fikre katılıyordu. Ama titiz bir biolog olmasından dolayı Yunan’ın en büyük matematikçisi beynin bir çeşit işlevi olması gerektiğinden emindi. Dokununca hissettiği soğukluğu fark edince beynin kanı dondurduğu sonucunu çıkardı – bu da normalden büyük insan beyinlerini tanımlamasına yardımcı oluyordu. Bizim alışılmışın dışındaki zekamızdan dolayı, diyordu Aristotle, kalbimiz daha fazla ısı üretti ve bu da daha büyük bir soğutma sistemi gerektirdi.
Fakat, Alcmaeon’un beyin merkezli teorisi Hippcrates ve Plato gibi isimlerin hakim olan “kardiovasküler teori”den vazgeçmesine neden oldu. Ve Aristotle’ın karşı çıkmasına rağmen bu fikir Roma döneminin başlarında fizikçilerin kadavralarla ilgili tabuyu yıkarak kafatasından çıkan sinir sistemini keşfetmelerini sağladı. Her ne kadar bu bakış açısı tutmuş ve hala baskınlığını o günden beri sürdürüyor olsa da 16.yüzyılda hala tartışılıyordu. Filozof Henry More bu konuda şunları yazmıştı; “İnsanın kafasındaki bu ilgisizlik deliği böbrek yağlı bir kek veya bir kase lordan daha fazla mantık gerektirmiyor.” Bu beyin modeli ikinci millenyumun büyük bir kısmında geçerliliğini korudu ve aslında bizim şu an kullandığımız modelden oldukça farklıydı. Biz şimdi binlerce nöronun oluşturduğu geniş, karmaşık elektrokimyasal ağı görürken, bu ilk anatomistler zihnin, veya ruhun, beyindeki odalarda yer aldığını ve vücudun geri kalanıyla sinir sisteminin minik yollarıyla ulaşımını sağlayan “canlı periler” sayeside iletişim kurduğuna inanıyorlardı. Gerçekten de, beynin işleyişiyle ilgili ruhani bakış açısından giderek uzaklaşılarak saf biyolojik olana yönelmek zihnin veya ruhun beyin aktivitesine indirgenebileceği düşüncesine yol açtı.
Kafadaki Bir Delik Gibi
Şimdilerde çoğunluğun paylaştığı bu kanıya giden yol, herhangi bir bilimsel gelişme gibi, birçok dönüm noktasına sahiptir. Ancak sadece birkaç kişi bu alana Vermont’lu yol işçisi Phineas Gage gibi bir güçle girmiştir. Yıllardan 1848, Gage bir inşaatı denetliyor. Bu sırada meydana gelen patlama 3 feet’ten daha uzun ve çeyrek inç çapında demir bir çubuğu sol yanağına çarpıyor, sol lobuna doğru giriyor ve beyninin ufak bir bölümünü götürerek kafasından dışarı çıkıyor. Herkesi şaşkınlık içinde bırakarak Gage birkaç dakika içinde sanki hiç yara almamış gibi tekrar ayağa kalkmayı başarıyor. Bir saat sonra onu tedavi eden doktorun dediğine göre olayı gözlemleyen iş arkadaşlarından daha akıcı konuşarak anlatabiliyor olayı. Her ne kadar en basit algı fonksiyonları etkilenmemiş olsa da zamanla çok temel bir şeyin değiştiğini anlıyorlar. Bu olayı takip eden fizikçi John Harlow’a göre “kazadan önce becerikli, düşünceli ve yetenekli olan Gage kazadan sonra rahatsız, saygısız ve şımarık biri haline geldi”. Ya da arkadaşlarının dediği gibi “Sanki o eski Gage değil”di artık.
Gage’in kazasının olduğu dönemde halihazırda (özellikle kafatasındaki yumrulardan yararlanarak beynin haritasını çıkarmaya çalışan prenolojistler arasında) beynin algı, kavrama ve davranışla ilgili bölümleri olduğuyla ilgili kayda değer spekülasyonlar vardı. Ancak Gage’in bu kadar etki yaratmasının nedeni kişiliklerimizin, özgünlüğümüzün de beyindeki sistemler tarafından yaratılıyor olabileceğini ortaya koymasıydı. Son 150 yıldır beyninden hasar görmüş hastalar üzerinde klinik nörologlar tarafından yapılan araştırmalar beynin işleyişiyle dünyayı deneyimleyişimiz arasındaki ilişiyi büyük ölçüde ortaya çıkardı. Bu insanların hikayeleri açıklayıcı olduğu kadar da şaşırtıcı.
Phantoms in Brain (Beyindeki Hayaletler) adlı kitabında nörolog V.S.Ramachandran, geçirdiği büyük bir kazadan sonra ailesinin sahtekarlar olduğunu düşünmeye başlayan Arthur adlı bir gençten bahseder. Onu aksine ikna etmeye ne kadar uğraştılarsa da, onları her görüşünde “Benim gerçek ebeveynlerim gibi görünüyor olabilirsiniz, ama gerçek ebeveynlerim olmadığınızı biliyorum.” demeye devam etmiş. Capgras sendromu olarak bilinen bu tuhaf saplantı psikiyatri literatürüne birçok geçmiştir. Ve genelde Freudiyen açıklamalarla meşhur Oedipus kompleksine bağlanarak açıklanmışlar. Oysa Ramachandran’ın çok farklı bir fikri vardı. Açıklaması, beynin görsel merkezlerinden biriyle duygusal merkezlerinden biri arasındaki ilişkinin zarar gördüğü yönündeydi. Bu yüzden Arthur anne ve babasının yüzünü görse bile onları gördüğünde bir şey hissetmiyordu. Gerçi Arthur’un babası (sahte aileyi kiraladığı için özür dileyerek) onu içtenliğine geçici olarak inandırmayı başardı.
Birçoğumuz için duygusal tepki vermek gibi azımsadığımız özelliklerimizin birden yok olduğunda bunun nasıl bir durum oluşturacağını hayal etmek epeyce zordur. Bu hikayelerin en ilgi çekici yanı da en temel sezgilerimize, kişinin tek ve bütün oluşuna dair sezgilerimize, meydan okumasıdır. Nöroloji literatüründe beynin belli bir bölümünün zarar görmesinden kaynaklanan dış dünyayı algılama ve dış dünyaya tepki verme eksiklikleri sıkça yer alır. Beynimin bir parçasına zarar verirseniz yeni bir şey öğrenme yeteneğimi kaybederim. Beynimin başka bir parçasına zarar verirseniz yüzleri seçememeye başlarım. Başka bir bölüme zarar verirseniz dünyayı deneyimleyişim zarar görmese de bu konuda konuşmam oldukça zorlaşacaktır. Başka bir bölümün zarar görüşü işe görüş alanımın yarısını kaybetsem de o gördüğüm yarının resmin tamamı olduğuna inanırım. Sonuç olarak sabah olunca yüzümün sadece yarısını tıraş ederim. Bunları tek bir sonuçta toparlayacak olursak; nörolojiye göre her ne kadar dünyayı bütünsel olarak deneyimlesek de aslında bir çok bölümde oluşuyoruz ve bu bölümlerden birinin kaybı bütüne zarar veriyor.
İki Aklın Oluşu
Beyin hasarını düşündüğümüz zaman, genellikle bir kaza veya hastalıktan dolayı oluşan hasarlar aklımızı gelir. Oysa aynı zamanda beyindeki bir sorunu giderebilmek için cerrahlar tarafından kasten yaratılan hasarlar da vardır. Beynin tamamının hassasiyetiyle ilgili ne kadar az şey bildiğimiz ve 1940 ve 1950’lerde Amerika’da gerçekleştirilen 45000 (ön loba gerçekleştirilen) lobotomi işleminin sonuçları göz önüne alındığında bu tür prosedürlerin bugünlerde çok nadiren yapıldığını söyleyebiliriz. Ancak 1960’larda yapılan epileptik krizleri engelleme amaçlı başka bir prosedür beynin kişiyle olan ilişkisini anlamamızda şaşırtıcı şeyler keşfetti.
Mamafih, beyin bilimi konusunda cahil bile olsak, muhtemelen hepimiz beynin sağ ve sol olmak üzere iki lobdan oluştuğunu ve her birinin davranışımızın farklı bir yönünden sorumlu olduğunu biliyoruzdur. Egemen sol lobumuz, bize böyle söyleniyor, daha analitiktir. Sağ lobumuz ise daha duygusal, yaratıcı olanıdır.
Her ne kadar sağ lob-sol lob ayrımındaki popüler psikoloji literatürü sinirbilimin gözünde fazla basit ve geçersiz olsa da “yarımküreli uzmanlaşma” olarak tanınan alan oldukça kabul görmüştür. Normal bir beyinde iki lob corpus collosum olarak bilinen, kadınlarda daha çok işle uğraşabilme gibi bir üstünlükleri olduğu için daha geniş olan, bir sinir dokusunun yardımıyla sağlanır. Peki eğer bu iletişim zarar görseydi ve bizi sonucunda 2 beyinli bir hale getirseydi ne olurdu? İki farklı kişi haline mi dönüşürdük? Geçtiğimiz yıllarda bir grup sinirbilimci bunu öğrenme şansını yakaladı.
Epilepsi birçok şekilde gelir, kimisi iyi huylu kimisi ağır. En kötü manifestolarında kendisiyle birlikte sürekli krizleri de getirir ki bu da hastanın hayatını imkansız hale getirir. Bu ağır vakaları kontrol etme denemelerinde, 1960’larda sinir cerrahları corpus callosum’u krizlerin beynin bir bölümünden diğerine yayılmasını engelleme amacıyla kesmeye başladılar. Prosedür oldukça başarılıydı, ve tedaviye öncülük eden doktorları rahatlatacak bir biçimde hastalar iyileşmeye ve normal hayatlar sürmeye başladılar. Psikolobiyolojist Roger Sperry çok geçmeden bu “bölünmüş beyinli” hastaların iki lobu incelemek için çok büyük bir fırsat olduğunu keşfetti. Takip eden yıllarda, kendisine Nobel ödülünü kazandıracak olan bu alandaki bir çok araştırmaya öncülük etti. Bu çalışmaların çoğu iki lob arasındaki işlevsel farklılıklar arasında yoğunlaşıyordu. Ancak ilerledikçe, Sperry ve çalışma arkadaşları sordukları temel soruların ötesinde verilerle karşılaştıklarını fark ettiler.
Lobların farklarıyla ilgili bilinen en temel özelliklerden biri sağ lobun vücudun solunu, sol lobun ise vücudun sağını kontrol ettiğidir. Görsel veriler hakkında da aynı durum geçerlidir. Her gözün görsel alanının sol bölümü sağ loba bağlıdır, sağ bölümü de sol loba. Bunun bilinciyle, araştırmacılar bireyin görsel alanının bir tanesine çabucak bir veri sunduklarında bunun sadece tek loba ulaşacağının farkındaydılar. Bu teknik araştırmalarının temel taşını oluşturdu.
Bu tekniği kullanan araştırmacılar sol lobun düşünme ve dili kullanma niteliği sayesinde şuurlu akıl olarak tanıdığımız olayın kalbi olduğunu fark ettiler. Örneğin, sadece sol lobun sunduğu bilginin rapor edilmesi istendiğinde, deneye katılanlar bunu gayet doğal bir şekilde anlatabiliyorlardı. Ancak bilgi sadece sol loba sunulduğunda, tam tersi bir şekilde, deneye katılanlar bunun farkında olmuyordu. Araştırma ilerledikçe resim daha karmaşıklaştı. Mesela, sağ loba bir kaşığın fotoğrafı gösterildiğinde, şuurlu olarak onu görmediğini iddia ettiği halde, deneyin uygulandığı kişinin sol eli (sağ lob tarafından kontrol edildiğini unutmayalım) çeşitli objeler arasından bir kaşığı seçebiliyordu. Kendisini ifade edememesi bir yana, sağ lobun kendine ait bir iradesi ve bilinci var gibi görünüyordu. Bunu test etme isteğiyle İskoç sinirbilimci Donald MacKay 20 soruluk bir tahmin oyunu ayarladı ve beynin iki bölümüne de bu oyunu oynamayı öğretti – önce MacKay’e karşı sonra da diğer yarıya karşı olmak üzere. Ama bu iki beynin birbirine karşı yarıştırılması çok geçmeden deneyi bir felakete dönüştürdü ve bölünmüş beyinli hastalar “Yabancı El Sendromu” olarak bilinen tuhaf hastalığı geliştirmeye başladılar.
Dominant sağ elinizle pantolonunuzun fermuarını daha yeni çekmişken sol elinizin kendi kendine fermuarı açarken ve pantolonunuzu çıkarken gördüğünüzü hayal edin. Veya sevgilinizi kucaklamak için ona uzandığınızda sol elinizin onun yüzünü yumruklamaya başladığını… Ya da markette alışveriş yapmaya çalışırken sol elinizin istemediğiniz ürünleri alıp cebinize atmaya başladığını… Bu, Alacakaranlık Kuşağı’ndan fırlamış bir hikaye gibi gelse de kulağa, birçok bölünmüş beyinli hastaların rapor ettiği şeyin ta kendisi aslında. Bir hasta, çıkacağı bir seyahat için hazırlanmasının gününün yarısını aldığını çünkü sağ eliyle koyduğu bir eşyayı sol elinin çıkardığını söyledi. Bir başkası sol elinin onu boğmasından korktuğu için uyumaya korktuğundan bahsetti.
Beynin yarısının kendine ait bir programının olması kulağa ne kadar uç gelse de bu gerçek sinirbilimciler Michael Gazzaniga ve Joseph LeDoux tarafından bir deneyle gösterildi. Her ne kadar birçoğumuzda dominant sol lob dil kapasitemizin çoğuna ev sahipliği yapsa da nüfusun küçük bir yüzdesinde sağ beyin de dilsel fonksiyonlar geliştiriyor. Sağ lobunda dilsel özellikler görünen genç bölünmüş beyinli ender vakalarla yapılan araştırmalarda araştırmacılar beynin her iki yanına da bir dizi soru sordular, ve fark ettiler ki fikirler ve tercihler söz konusu olduğu zaman genelde anlaşmazlık oluşuyordu. En çok şey hastaya amaçları sorulduğunda ortaya çıktı. “Mezun olduğunuzda ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna dominant sol lob sesli olarak “Teknik ressam olmak istiyorum. Şimdiden bunun eğitimini alıyorum.” cevabını verdi. Sadece Scrabble harflerini kullanarak cevap verebilen sağ lob ise şöyle diyordu; “A-R-A-B-A-Y-A-R-I-Ş-I”.
Beynin bölünmesinin kişinin bölünmesinden çok farklı olmadığı fikri şuurun ve bireyselliğin yaradılışında beynin rolündeki en meydan okuyucu fikirlerden biri. Bu sebeple, bu konunun bilim adamları arasında ikiliklere yol açması çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Ama bu alandaki öncü çalışmalarıyla Nobel Ödülü’ne layık görülen adam için yıllarca bölünmüş beyinli hastalarla çalışma tecrübesi tek bir yönü gösteriyordu. “Gördüğümüz her şey ameliyatın bu insanları iki farklı akılla bıraktığına işaret ediyordu.” diyordu Sperry. “Bu iki farklı loblu şuurdur.”
(Not: “What is Enlightment?” Dergisinin izniyle yayınlanmıştır. Makalenin aslı derginin Haziran-Ağustos 2005 sayısında yayınlanmıştır. ©2005 “What Is Enlightenment? Press”. Hakları saklıdır. http://www.wie.org)