Gün 1

İnsanın nutkunun tutulduğu, konuşamaz hale geldiği ve neredeyse secde edecek duruma geldiği anlar vardır hayatta. Nadir olurlar bunlar belki ama karşılaştığınızda da bu size evrenin önce bir Ceee çekip, sonrasında da sizin şaşkınlığınız karşısında karnını tutarak gülmesidir… İşte biz de bugün (25 Şubat 2013 Pazartesi) bunu yaşadık ve o kadar yüksek dozda bir ceee çekti ki evren, kelimelerim yetecek mi bunu sizlerle paylaşmaya emin değilim…

Hikayemiz geçtiğimiz Pazar başlıyor. İzmirna Fotoğraf Atölyesi’yle Aphrodisias’ta saha çalışmasına gittik ve tam alan kapanırken ben oradaki satış mağazasından içeri baktım. Maalesef kapanmıştı ama içeride hep istediğimiz, büyük boyutta bir Efes Artemis’i, bir de Aphrodisias Afrodit’i heykeli vardı. Hemen sevgili hocam Bahadır Karabıyık’ı çağırdım ve “Hocam bunları atölyemize almalıyız” dedim. Bizim atölyemiz, fotoğraf temelli olsa da bir yandan antik idealleri günümüze uyarlayıp günlük yaşam içine aktarmaya çalışan bir oluşum ve sembolümüz de Efes Artemis’i. Fakat Artemis’in heykelinin güzel bir kopyasını bulmak pek kolay olmuyor. O ana kadar atölyemizde sadece benim Kemeraltı’ndan bulup getirdiğim vasat ve küçük bir kopya vardı. Fakat biz daha büyüğünü istiyorduk ve hatta bunun için heykeltıraşlarla bile görüşüyorduk. O gün ben Aphrodisias’ta onları görünce dedim “Tamam bulduk!” Fakat satış alanı kapalıydı.

Ertesi gün ben İstanbul’u aradım ve satış mağazasının internet sitesinden sipariş edeyim dedim. Fakat sonra içimden bir ses dur dedi. Sonra hocamı aradım ve dedim ki “Hocam bak, ben bu heykeli İstanbul’dan getirtebilirim; fakat gel gör ki içim gidin bunu Selçuk’tan alın diyor. Orası malum Tanrıça’nın ana mekanı ve enerjisi sinmiştir iyice. Gidelim alalım ve sonra da Artemision yani dünyanın yedi harikasından birisi olan Artemis Tapınağı’na götürelim onu. İyice şarj edelim, sonra da getirip atölyeye dikelim.” Bahadır Hoca da yüreğinde ruhsal rehberi olarak Tanrıça’yı hissedenlerden olduğu ve Anadolu’nun binlerce yıllık geçmişinden gelen genlerden uzanan bu inanışa büyük saygı duyduğu için “Tamam Hasan’cım” dedi. Cuma’ya gidelim diye sözleştik. Fakat hocanın o güne birden (!) işi çıktı ve gidemedik. O gün İzmir’e fena halde yağmur yağdı ve biz güldük aramızda “Tanrıça bizi koruyor” diye espri yaptık. Derken bugün yani pazartesi günü toplanıp Selçuk’a Afrodit ve Artemis heykelini almaya yola çıktık.

Metropolis ne demek?

Facebook sayfamı takip edenler bilir, gün içinde gezdiğimiz yerlerden bildirim yaptım. Biz Selçuk’a diye çıktık ama yolda Metropolis tabelasını gördük. Hoca’ya burası ne diye sormamla birlikte, Hocanın “Hadi bakalım” demesi bir oldu. Biz de antik Metropolis şehrine daldık. Benim hocama ikinci sorum “Metropolis ne demek oldu?” Soruyu sorarken şehrin önüne geldik ve tabelada “Metrolopolis, Ana Tanrıçanın Şehri demektir” yazıyordu. Böyle bir vaaaaay olduk… Sonra kazıları başlayalı çok fazla zaman almamış şehri gezdik. Ortalarda henüz çok bir şey yoktu, ama özellikle tiyatrosu küçük, fakat çok güzeldi. Hatta şu anda hiç sıkıntı yaşanmadan rahatlıkla kullanılabilecek düzeyde restore edilmişti, ben bu kadar temiz bir antik anfitiyatro görmedim desem yeridir. Şehrin çoğu halen toprak altında bu belli, çıkanlar arasında güzel şeyler de var da bir on sene kadar uğramamak lazım diyerek ayrıldık buradan.

Selçuk’tayız…

Metropolis’ten çıktıktan sonra doğru Selçuk’a gittik. Hesapta Efes’teki heykel satış mağazasına gidip, heykelleri alıp gelmek var, ama nerde? Selçuk’ta dolaşır ve Artemis heykellerine bakarken bir an kendimizi St. Jean Bazilikası önünde bulduk kendimizi. Yanımızda olan Saygın’a sordum “Sen gördün mü birader burayı”, o görmemiş; Hoca da göreli yıllar olmuş, ben de görmemişim, daldık içeri. Cidden enfes bir bazilikaymış bunu anladık. Bir daha ki Efes saha çalışmamıza mutlaka ekleyelim dedik. Sonra da tepeden gördüğümüz İsa Bey Camii’ne girdik. Aslında buranın adı camii ama içeride Korint başlıklı sütunlar var. Yahu burası önceden tapınaktı muhtemelen diye konuşurken camiinin içine bir girdik ki ne görelim: Artemis Tapınağı’ndan getirilmiş devasa sütunlar. Bu sütunları zamanında getirip, camiinin temel direklerini oluşturmuşlar. Hele bir Korint başlıklı sütun vardı ki akıl durdurucu güzellikteydi. Tanrıça bize bir de buradan selam çaktı.

Oradan çıkıp birşeyler yedikten sonra, heykelcileri gezdik. Bu arada da bizim o çok beğendiğimiz heykellerin yapıldığı atölyeyi öğrendik. Fakat niyet Efes’ten bunları almak ya; gittik yine de Efes hediyelik eşya mağazasına. Efes’e yakışır bir hediyelik mağazası yapmışlar cidden, büyük keyifle dolaştık içeride. Almak istediklerimiz dışında esas başka bir Artemis heykelini çok beğendik, fakat çok ciddi bir rakamdı orada. Atölyeyi aradım ve onlarda daha uygun olduğunu öğrenince, hadi bakalım gidip oradan alalım dedik. Fakat benim içim bir yandan cız etti. Çünkü bizim yola çıkış niyetimiz o iki heykeli almaktı. Ama almadan geri dönüyorduk. Esasında o yeni bulduğumuz heykel o kadar güzeldi ki bütçemizi ona kullanalım, sonrasında ilerleyen günlerde Afrodit ve Artemis’i alırız dedik. Ben de içimden nasılsa şimdi heykel atölyesine gidiyoruz, oradan alırız olmadı diye rahatladım. Ama hoca demez mi oraya sonraki günlerde gideriz. Dedim “Hoca ama bugün bunları atölyeye getirmek için yola çıktık, ayıp olmaz mı Tanrıça’ya hem. Demez mi len o kadar oyalanacağınıza işinizi tamamlasaydınız diye.” (Demezmiş çünkü… az sonra…)

Güzeller güzeli Artemision…

Yolda bari o kadar geldik Artemis Tapınağı’na uğrayalım da sunu yapalım dedik antik ideallere uygun biçimiyle. Artemision’a girdik. Hani tapınaktan geriye hiçbirşey kalmamış olabilir ama tapınağın o muhteşem enerjisi halen yaşıyor burada ve Tanrıça yaşam sunmaya devam ediyor; burayı gezen herkes hissedebilir bunu. Biz de hayran hayran etrafı izledik. Sonrasında da ben tütsü yaktım ve hep birlikte toprağa şarap döktük Tanrıça’ye hürmeten. Bir güzel de meditasyon yapıp Anadolu’nun ruhunu yansıtan o güzelim Tanrıça’ya, insanın içindeki dişi enerjiyi simgeleyen o ölümsüz sembole saygılarımızı sunduk, bu toprağın genlerini damarlarında taşıyan Anadolu çocukları olarak…

Sonrasında da fotoğraf atölyemize doğru yola çıktık. Yolda ertesi gün o heykel atölyesine gidelim de eksik kalan hesabı tamamlayalım diye sözleştik. Ama işin açığı benim içimde kaldı o heykelleri getirememiş olmak. Çünkü biz bunun için yola çıkmıştık, fakat gez babam gez yaptığımız için zamanı tüketmiştik ve gidip o atölyeden de heykelleri alamamıştık… Günümüz çok güzel geçmişti, ama ana amacımızı yerine getirmemiştik. Buna üzülmemek elde değildi, her ne kadar bir gün sonrasına gidip yarım kalanı tamamlayalım diye sözleşsek de… Fakat biz o iki heykeli değil, başkasını alacaktık ertesi gün gidecek olsak bile… Derken atölyeye geldik. Sonra ben eşim Talia’yı eve bırakmak için dışarı çıktım ve atölyede Bahadır Hoca ile Saygın kaldı…

Ve…

DSC 02341Atölyeye geri döndüğümde içeride Hoca, Saygın, atölye öğrencilerimizden Önder ve Zeki Abi vardı. Bunlar biraraya gelmişlerdi ve beni görünce “İşte geldi” dediler. Ama öyle bir bakışla söylediler ki bunu, özellikle de Bahadır Hoca “ne oldu acaba” diye endişelendim bir an. Çünkü Bahadır Hoca’nın gözlerinde hiç öyle bir ifade görmemiştim daha önce. İçinde şaşkınlık, hayranlık, inanamamazlık, saygı, ürküntü… daha nice duyguları taşıyan bir bakıştı ve benim de içimde bir an “ne oluyoz be!” endişesini kabarttı. Sonra Saygın dedi ki dönde bak atölyede ne değişmiş… Kafamı çevirdim ve…

O iki heykel karşımda duruyordu…

Aphrodisias Afrodit’i ve Efes Artemis’i…

Hem de bizim almak için çıktığımız boyutlarıyla ve hem de alacağımız atölyenin imzasıyla…

Birebir karşımızda duruyorlardı…

Sanki kolkola girmişler de “Beyler biz öyle kolayca vazgeçilebilecek kadınlar mıyız?” şeklinde güle oynaya atölyenin kapısının içinden gelivermişlerdi…

Sadece bakakaldım…

Öyle yüksek düzeyde bir şaşkınlık ve akıl tutulması yaşıyordum ki…
Ağlamak istiyordum olmuyordu… Yere kapanmak istiyordum, onu da yapamıyordum…

Hani bundan bir adım ötesi Tanrıça’nın bedenli bir şekilde kapıdan girip “Merhaba Ben Artemis, Hasan’dı di mi?” demesi olurdu ki yani bugünden sonra ona bile şaşırmam hani…

Halen ne diyeceğimi bilmez haldeyim ve hemen eve gelip paylaşmak istedim bunu. Sabaha kadar Oskar Töreni izledim ve saat 6:45’te uyudum, 8:15’te telefonum alarmı çaldı. Kalkmak istemedim ama dedim ki “Söz verdim, öncelikle Tanrıça’ya; ona geleceğime… Sonra da Hoca’mla Saygın’a…” Bu satırları yazarken hoşaf gibiyim ama mutluluk dolu bir hoşaf…

Tanrıça’m her zaman rehberimsin bu evrende… Sen içimizdeki dişil enerjinin sembolüsün, insanın Tanrıçasallığının sembolü ve bu toprakların binlerce yıllık rehberi. 

Bu muhteşem sürprizin için sana nasıl teşekkür edebiliriz bilemiyorum…

İyi ki varız hepimiz…

Gün 1’in ardından Facebook’a yolladığım mesaj

Dünkü Tanrıçalar hikayeme gelen yorumlardan benim de hissettiğimi en güzel anlatanı şu oldu: “Çok umut verici bir yazı”. Kesinlikle! Özellikle de evrende kendini yalnız hisseden bizlere, evren yalnız olmadığımızın mesajlarını yollar durur. Ama biz bunların mesajlarını alır, bir süre etkilenir ve sonra unutur ve yalnız mutsuzluğumuza geri döneriz. Ben de zaman zaman böyle mesajları aldım da hani bu kadar net bir mesajı hiç hissetmemiştim. Bunun mantıklı bir açıklaması yok. Hani “güzel bir tesadüf, hoş bir sürpriz olmuş” diyebilirsiniz de hani “kendini tanıma yolculuğu” kural bir: “Hiç bir şey tesadüf değildir!” Eğer hayatın size mesajlarını tesadüf der geçerseniz, tüm hayatınız bir tesadüften ibaret olur. Tarihe çentik atmış insanların tesadüflerle işi olmaz, onlar yaşananların ötesindeki mesajı alabilmiş insanlardır. 

Şimdi yaşamımıza böyle bakalım biraz da ve şuna karar verelim: Hikayenin ana rollerinden biri mi olmak istiyoruz, yoksa tesadüfen gelip geçmiş figüranlarından mı? Seçiminizi yapın… Ve eğer seçiminiz ben insanlık tarihine bir iz bırakacağım ise o zaman evrenin mesajlarını takip edin… Çünkü o, bizlerle hep konuşuyor…

Dün yaşanan, yüreğini açan herkes için minik de olsa bir umut mesajı olsun ve sizlerin de umut mesajlarını dinleyelim bol bol… 🙂

İyi ki varız ve iyi ki var olmaya devam edeceğiz… Hep birlikte… 🙂

 

Gün 2

Bu sabah da Kaklıç Köyü’ne doğru yola çıktık; niyetimiz Selçuk Müzesi’nde görüp de çok beğendiğimiz “Güzel Artemis” heykelini atölyesinden almaktı. Güzel bir İzmir gününde Bahadır Hocam, Saygın ve ben, önce körfezi geçtik arabalı vapurla, sonra da köye doğru yola koyulduk. Niyetimiz o heykel atölyesini bulmaktı. Köye geldiğimizde ise yolumuzu kaybettik ve bize verilen tariften bir köy evinin önüne geldik. Gördüğümüz sahne ise akıl almazdı. Köy evinin önündeki bahçede Ahmet Adnan Saygun ellerini havaya kaldırmış, bir senfoniye başlamak üzereydi. Lost dizisinde absürd mekanlarda absürd objeler çıkar ya insanın karşısına. Bizim de karşımıza Ahmet Adnan Saygun Konser Salonu’ndaki meşhur heykel çıkmıştı bir köy evinin önünde. Biz de inanamaz şekilde indik arabadan ve köy evine doğru yürüdük. İçeriden saçı sakalı birbirine karışmış Alman’a benzer birisi çıktı. Meramımızı anlattık, “Burası orası değil ama isterseniz buyrun içeriyi gezin” dedi biz orasının bir heykel atölyesi olduğunu duyup da heves gösterince. İçerideki manzara ise inanılmazdı…

Tanrıça’nın selamı

Kocaman bir hangar düşünün ve içeride yaklaşık 5 metre boyunda üç tane insan figürü, kilden, elele tutuşmuşlar. Deniz Gezmiş ve arkadaşları heykelinin çalışmasıymış bu. Girdiğimiz atölye de heykeltraş Ekin Erman’ın çalışma mekanıymış. İçeride 4 tane Atatürk heykeli, birçok büst, çeşitli ebadlarda heykeller ve anlattığım bu sahne vardı. O kadar fotoğrafik bir yerdi ki içim içimi yedi, ama üstad fotoğraf çekmemizi istemedi; bu yüzden hevesim kursağımda kaldı. Derken naylonların altında, beyaz bir heykel gördük ve hepimiz beyninden vurulmuşa döndük…

“Bu Kibele heykeli… New York JFK havaalanına koyacaklar. Ama önce İzmir’de Ticaret Odası önünde 15 gün sergilenecek” diye sakin sakin anlatmaya başladı heykeltraş. Ama biz üçümüz, Tanrıça’nın sabah sabah çıkan formuna şaşkın şaşkın bakıyorduk. Saygın “Bu nedir yahu inanamıyorum, Tanrıça her attığımız adımda bize selam çakıyor” dedi ki aslında o anki duygularımızı en güzel ifade eden cümleydi. Yolumuzu kaybedip bir köyevi diye günümüzün Rönesans Sanatçısı diyebileceğimiz bir üstadın atölyesine yolumuz düşmüştü ve karşımızda Anadolu’nun binlerce yıllık ruhunu yansıtan kocaman bir Tanrıça heykeli bize gülümsüyordu. (Gülümseyen Kibele mi koydu acaba üstad adını bilemedim.)

Orada bir süre geçirdik, üstad bize diğer eserlerini, çektiği fotoğrafları, yaptığı resimleri gösterdi ve bir de üstüne ney çaldı. Rönesans sanatçısı diye boşuna demiyoruz hani. Çok yönlü bir sanatçı tanımış olduk bu tesadüfle. (!)

Üstadla vedalaştıktan sonra da yolumuz Antiksan’ın atölyesine düştü ki heykeli oradan alacaktık. Ama neyle karşılaşacağımızı hiç tahmin edememiştik…

Antik heykel okulunda gibi…

Bergama’ya ve Aphrodisias’a gittiyseniz Dünya’nın en başarılı heykel okullarının orada olduğunu anlatmışlardır size. Eh elinizden geldikçe hayal etmeye çalışırsınız buraları. Biz ise o heykel okulları günümüzde olsa nasıl bir yer olurdu sorusunun yanıtını gözlerimizle gördük. İçeriye girdiğimizde bizi önce gerçek boyutlarında bir Büyük İskender heykeli karşıladı. Ayakta durması için bir vinçle boynundan asılmıştı idam edilmiş mahkum gibi ki eminim yüce komutan böyle görülmek istemezdi. Sonra sahneler iyice acayipleşmeye başladı atölye içinde gezdikçe. Dünyanın en güzel antik dönem heykellerinin birebir kopyalarının arasında dolaşmaya başladık. Buranın kurucusu sıradışı bir insandı ve bundan onlarca yıl önce kimsenin yapmadığı bir iş yapacam diyerek yola çıkmıştı ve bu atölyeyi kurmuştu. Heykellerin orjinallerinin birebir kalıplarını alıp müzelerden kopyalarını üretiyorlardı. Az sonra bizi bir yere çıkardılar ve etrafımız Tanrıçalarla doldu. Her baktığımız yerde ya Artemis vardı, ya Afrodit, ya da Athena. Biz bir tane ararken Tanrıçaların Mekanına düşmüştük ve birebir boyutlarda nice heykel de cabasıydı. İçimden dedim “Arkadaş ne güçlü niyet üretmişsek, tam da merkezine düştük heykellerin, hani bundan ötesi de bir zaman tüneline düşüp 2500 sene öncesine gitmek olur anca.” Oradan “Güzel Artemis”imizin siparişini verip çıktık. Çıkarken Büyük İskender’i bir kere daha selamladık…

Amazon Kraliçesi Smyrna’nın ismini ve Tanrıça’nın ruhunu taşıyan “Güzel İzmir”de Tanrıça peşinde geçen bir gün daha böyle yaşandı. Gerçi biz eril enerji alışkanlıklarımıza Tanrıça’nın peşinde koştuğumuzu ve sonunda da istediğimizi elde ettiğimizi sanabiliriz. Ama süreç her zaman ki gibi işlemişti: Dişi enerji bir süre peşinden gelinmesine izin vermiş ve tamam artık bunlar gerçekten yürekten arzuluyor beni durumunu hissedince de durup gülümsemesini çakmıştı. Hem neredeyse elini kolunu sallayarak giren iki heykelle, hem sabah sabah bize gülümseyen Kibele’yle, hem de en sonunda tam da göbeğine düştüğümüz Tanrıça heykelleri atölyesiyle…

Evrenin mesajı hepimizin üstüne, gönlüne ve zihnine doğsun… 🙂

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...