İnsanoğlu okyanusun derinlerindeki, ağzı kapalı içi su dolu bir şişe gibidir. Amacı berrak kalmak olsa da azıcık hacmini en ufak bir kum, mürekkep, yosun kirletiverir. Sonra da onların ağırlığıyla acısıyla kıvranır durur. Devam etmeye çalışır ama nasıl temizleneceğini de bilemez. Zerre zerre dışarı atmak gibi imkansız bir çaba ile de bir ömür geçirir. Halbuki sadece kapağını açsa, o bütün berraklığını bozan tozlar, kumlar okyanusun enginliği içinde yok olup gidecek. Ama beraberinde kendi suyunun da gitmesinden korkar. Uçsuz bucaksız deryaların içinde kendi iki yudum suyunu bırakmak istemez insan. Gelin görün ki kapağını açma cesareti gösterenler dışarıda daha farklı bir su olmadığını, kendi suyunun özel olduğu düşüncesinin ömürler süren bir yanılma olduğunu keşfeder. Kendi suyundan vazgeçenler aslında hiçbir şey kaybetmemişlerdir.

Saf ve berrak bir su şişesi olmak başta bir amaç gibi dursa da aslında bir araçtır. Hatta kapağını açıp okyanusa karışmak, onunla bir olmak bile bir araçtır. Yolculukta her zaman daha büyük araçlara götüren araçlar vardır. Değil okyanusa karışmak, bizatihi okyanusun kendi olmak bile sadece bir adımdır. Çünkü daha gökyüzü vardır, karalar vardır. Gezegen olunca bile önünde engin yıldızlar, galaksiler beliriverir. Yol anlatılanın, duyumsananın, tahmin edilenin bile öyle ötesindedir ki “daha berrak” olmak, “daha iyi” olmak, “önde” olmak; koca kumsalda diğerinden sadece bir ayak boyu ileride duran bir kum tanesi olmak gibidir.

Yolun büyüklüğü öyle haşmetlidir ki görmeye çalışan bilinci ürpertir. Ama bir yandan da öyle sevgi dolu ve kuşatıcıdır ki o haşmet kimseyi yürümekten alıkoymaz. Bir gün, sonsuza kadar sürecek bir an içinde Her Şey olmak ve Her Şeyi bilmek bile bir nihayet değil bir istikamettir. Bu yüzden acelemiz olamaz. Var olmanın neşesi buradan gelir.

Engin okyanustaki cam şişeleriz, içindeki iyi yudum suya hayran…

Mantar tıpası sımsıkı kapalı, savruldukça açılmasından korkan…

Melih Utku Özcan