Her yol gibi ademoğlunun ilerleyişi de iniş çıkışlıdır. Ancak insan egosu öyle korku doludur ki kendini güvende hissetmek umuduyla “istikrar” dediği ve asla ulaşamayacağı bir hayalin peşinden koşar. Halbuki istikrar bizatihi tekamül ile çelişir. Çünkü ruhsal ilerleyiş, zaten iniş çıkışlardaki ivmelenmeden beslenir. Bilinç, aşağı indiğinde yukarıya bakarak ve yukarı çıktığında da aşağıdaki kendisinden öğrenir, biriktirir ve zamanla farkındalık kabuğunu içeriden gagalamaya başlar. Nefis ise her inişinde elindekileri kaybetmek korkusuna kapılır ve her çıkmaya başladığında da bunun daimi olmasını ister ki artık nihayet bir şey “olsun” ve istediği ne ise sonsuza kadar o olarak artık arkasına yaslanabilsin, güvende olsun. Var oluşun tüm canlılığı ve muazzam dinamizmini, o sonsuz akışı, uçsuz bucaksız olasılıkları düşündüğümüzde aslında egonun bu pamuk ipliğine bağlı ham güvenlik isteğinin, bir noktada bilinç açısından yerinde saymaktan yani ölümünün kendisinden bir farkı olmadığını sezebiliriz.
Yıllar önce birisi şöyle demişti: “O kadar mücadele ediyorum, uğraşıyorum. Sonra bir bakıyorum, başladığım yere dönmüşüm. Bu çemberden hiç çıkamayacak mıyım?” Ben de: “Kendine yukardan bakarken bir çemberde dönüyor gibi görünüyorsun ama aslında yandan baktığında bir spiral üzerinde hareket ediyorsun. Başladığın noktaya her döndüğünü düşündüğünde aslında yukarı çıkıyorsun, sadece aynı hizada kalıyorsun.” dedim. Hatta bu yerinde sayma illüzyonu şöyle dursun, ilerlemeye “çalışmak” gerçekten gerekli midir?
Günün birinde daha büyük bir perspektiften bakabilirsek eğer, olmuş olanın, oluyor olanın ve olacak olanın zaten sonsuz şekilde olduğunu bildiğimizde; ilerleme hırsını, aslında tüm felsefesiyle tezat olan ruhsal gelişim yoluna ne kadar sokmaya çalıştığımızı görebiliriz. Sonrasında ise ihtiyacımız olanın sadece farkında olmak olduğunu, ne yöne gittiğimiz fark etmeksizin sırf hareketin kendisini gözlemenin lazım olduğunu anlayabilirsek; gelişimin içindeki iniş çıkışlara istikrar arzusu ile direnmek yerine onunla uyum içinde olabilir ve tıpkı kainat gibi biz de bu ritimden beslenebiliriz.
Vücut içinde uyum ve bütünlük ile diğer hücre ve dokularla “bir olmak” yerine daha çok bölünmek, daha çok yayılmak ve her şeyi kontrol etmek arzusuyla fütursuzca bölünen kanser hücreleri eninde sonunda organizmanın ve tabii olarak kendi sonunun sebebidir. Biz karanlıktaki insanlar ise aslında çoğu zaman kanserleşmeyi bile beceremeyerek hikayeyi sadece kendi sonumuzla noktalıyoruz. Halbuki bir hücre kah bölünür, kah durur. Hatta anne karnında mesela ceninin elleri oluşabilsin diye parmakları birleştiren çizgide bulunan hücreler kendini feda etmek onuruna sahiptirler. Onlardaki bu birlik bilincinin nihayetinde de tek tek hücrelerle ilgili değil bütün bir organizma hakkında konuşuyor oluruz. İşte evrendeki nihayetimiz de birer birey olmak yerine bir bilinç olarak muazzam bir organizma olmaktır. Bir organizma iken kendi ritmimiz şöyle dursun bir olduğumuz her şey ile bezeniriz. O zaman ilerlemenin aslında her zaman ilerlemek olmadığını, durup dinlemenin ise her zaman durmak olmadığını kavramanın gerçek bir ilerleme olabileceğini anlayabiliriz.