Bugün içtiğimiz sudaki hidrojen atomları yaklaşık 13 milyar yaşındadır.
Yeryüzü, devasa evrende sadece bir nokta ve bu nokta yavaş yavaş ölüyor; hem de bütün güneş sistemiyle birlikte; ancak böyle giderse yakında erkenden yaşanmaz olacak; yani bizler dünyamızın ömrünü kısaltıyoruz. O zaman çocuklarımız, torunlarımız nereye gidecekler?
Bir başka önemli husus da şu: Yakıtları (enerjileri) tükenen yıldızlar, örneğin güneşimiz, zamanla kendi içlerine doğru çöker; merkezî yoğunlukları bu sıkışmayla artar ve nihayetinde patlarlar; süpernovaların başına gelen şey budur.
Yaşamlarımızın evrendeki yıldızlara bağlı olduğu söylenir. Evet, dünyadaki yaşam bu süpernova patlamalarına ve milyarlarca yıldıza, onların durumuna ve konumlarına bağlıdır. Gerçek astroloji budur. Yeterli astronomi, hattâ astrofizik bilgisine sahip olmayan, uydumuz Ay’ın dünyamız üzerindeki etkilerinin farkında olmayan bizim kulaktan dolma sözde astrologlar bir de kalkıp örneğin Uranüs’ün konumuna göre kehanette bulunurlar da, daha güçlü etkiye sahip gökcisimleri ile göksel olayları hiç bilmezler. Güneşteki patlamaların dünyamızın tüm canlıları üzerindeki etkilerinden de hemen hemen tümüyle habersizdirler.
Dünya üzerindeki yaşamın oluşumu denizlerde başlamış, tek hücrelilerden çok hücrelilere, bitkilerden hayvanlara, omurgasızlardan omurgalılara, derken insana ulaşılmıştır. Yani yavaş gibi görünse de kesintisiz bir evrim söz konusudur. Sufî geleneğinde ve en eski tasavvuf metinlerinde hayatın denizlerde başladığı yazılıdır. Bütün bunlar, çağdaş bilimsel anlayışa göre aynen Mevlânâ’nın dediği gibi olmuştur. Budist kozmoğrafyası da evrenin oluşumuna dair yukarıdaki bilimsel kurama tamamen uygundur; buna göre evren oluşmaya, değişmeye devam etmektedir; yıldızların ve diğer gök cisimlerinin hiçbirisi biz sadece onları seyredelim diye, yani aksesuar olsunlar diye oluşmamıştır; hep birlikteki sonsuz oluşum ve sonsuz gelişim durmaksızın sürüp gidecektir.
Yeri gelmişken, bu ‘sonsuz’ kavramının da garip bir yanıltıcılığı var. Hep kullanıyoruz, ama işte böyle yanlış olarak. Bir defa ‘maddesel’ olan aynı zamanda sonsuz olamaz ki; mutlaka zamanla biçim değiştirmek, mevcut biçimiyle tükenip sonlanarak, nihayetinde başka bir şeye ‘dönüşmek’ zorundadır. O halde ‘sonsuz’ ya da ‘sonsuzluk’ nedir?
Bilemediğimiz, anlayamadığımız, açıklayamadığımız veya işin içinden çıkamadığımız zamanlarda kullandığımız sanal sözcüklerdir bunlar. Yoksa sonsuzluğun zihnimize sığması, tanımlanması, anlatılabilmesi mümkün müdür? Gerçekte bu sözde kavramları kullanır, sonra da kendimizi anlattığımızı veya konu neyse onu açıkladığımızı ya da problemi çözdüğümüzü sanırız, hepsi o kadar. Eğer sonsuzluk varsa o durumda iki olasılık söz konusu olabilir; ya biz gerçekte biz olarak yokuz; ya da biz de onun, yani sonsuz olan neyse işte onun bir parçasıyız. Bu hiç öyle göründüğü gibi felsefî birşey değil, üstelik oldukça da basittir. Sonsuzluk belki sürekli oluşumdur, ama böylesine kavranamaz olana sonsuz veya sonsuzluk dersek aslında hiçbir şey söylemiş olmayız. Matematikte de öyle değil midir; sonsuz’la çarpılan ya da toplanan her pozitif sayı veya değer ‘artı sonsuz’, çarpılan eğer negatif bir değerse bu defa da ‘eksi sonsuz’ çıkar, işlem de biter. Peki sonsuzsa işlem nasıl bitiyor; hem sonra daha artı sonsuz’u anlayamamışken eksi sonsuz ne menem birşey olabilir ki? Yoksa şimdi bulunduğumuz yer başlangıç veya sıfır noktası; öncesi eksi sonsuza, sonrası artı sonsuza mı uzanıyor… Hadi matematikte neyse de fizikte sonsuz nasıl olur ve ne demektir? Yani demem o ki sonsuz kavramı fizik bilimleriyle de, pozitif düşünceyle de anlaşılamaz, bırakın anlaşılmayı bağdaşamaz bile.
Doğaldır ki düşünce sonsuza kadar gidemez, gidebilse orası sonsuz olmaz. Zaten bırakın gidip gidememeyi, bunun tahayyülüne de gerek yok; örneğin güneşimizin dünyaya uzaklığı sekiz ışık dakikası iken, ‘bir milyar ışıkyılı’ ne demektir, bunu olsun düşünebilir, kafanızda canlandırabilir misiniz?
O halde, ruhsal rehberlerle veya bilmem hangi gezegenin eterik ortamında bulunan üstün yaratıklarla temas ederseniz lütfen bunları sorar mısınız? Hepimizi aydınlatabilir, ya da bir açıklama getirebilirlerse bütün insanlık olarak onlara müteşekkir oluruz…
Bütün bunlar çıplak gözle görebildiklerimiz, duyabildiklerimiz, bilebildiklerimiz. Peki ya bütün bu gözle görülebilir, kısmen bilinebilir maddesel oluşumun ötesinde ne vardır, ya da neler oluyordur? Maddi olarak ne olduğumuz, nereden gelip nasıl ad ve biçim değiştirdiğimiz önemli de, zihin ve şuur (bilinç) olarak da gelişebiliyor muyuz; yoksa sadece koşullanıyor, koşullandırılıyor ve koşullandırıyor muyuz? Dünyamızı çirkinleştirirken, maddi ve manevi bakımdan gittikçe yaşanılamaz hâle getirirken; durmadan çatışırken sonunda acaba nereye varacağımızı düşünüyor ya da umut ediyoruz? Bütün bu kitlesel enerji dönüşümleri bizi nereye gitmekte olduğumuza dair hiç düşündürmeyecek midir? Sadece basit kişisel çıkar hesaplarıyla, içimizdeki cevherin farkına varmadan, şuursuz bir biçimde kaderine razı olarak gelip sonra da yine şuursuzca ne olduğumuzu anlamadan çekip gidecek miyiz? Peki bu kendimize de, başkalarına da haksızlık değil midir? Bir şeyleri, ama en başta da kendimizi heba etmiyor muyuz? Bu derin uyku ve bilinçsizlik hâli daha ne kadar sürecek? Öyleyse biz neyin mücadelesini veriyoruz, insanlık idealinin mi, kolaycı ve basit çıkarlarımızın mı? Makam, mevki, para hırsı nereye kadar gidecek? Bu son doğumumuzdan, ya da böylesine ve bu haldeki oluşumumuzdan önce neydik, neredeydik; ve buradaki kaçınılmaz vedamızdan sonra ne olacağız, nereye gideceğiz? Ortalama yetmiş ‘dünya yılı’ kadar iyisiyle kötüsüyle (ki bu kavramlar bile görecelidir) bir ömür sürdükten sonra ne oluyor, ne olacak? Zaman izafiyse, önceki ve sonraki boyutların ‘zaman’ ve ‘mekân’ kavramlarının da halen yaşadığımız dünyadakinden farklı olması gerekmez mi?