Bunu bana kimse demedi. Bir gün durup dururken kendi kendime söyledim, içimden: “Sessizliğin hazinendir. Sessizliğine sahip çık.”

Maun. Düşün ki bir okyanussun. Yüzeyinde kıpır kıpır balıklar, martılar, irili ufaklı dalgalar. Dışarıda ne olursa olsun, ister güneş açsın ister fırtınayla dünya yıkılsın, sen dipte ve derindesin. Duyguların, düşüncelerin, üzüntü ve neşenin geçişine bakıyorsun. Suyun derinliğini görüyor musun? İçindeki sessizliği duyuyor musun?

Maun. “Sessizlik”. Önce dışarıda. Diyelim ki yemektesin, kaşığı daldırırken aklın, gözün, kulağın, tüm duyuların tabakta olsun. Yapabiliyor musun? Yoksa şu lokma bir an önce bitsin de konuşayım mı diyorsun?

Evde “ses olsun” diye televizyon açılırdı. Sessiz oda ne tuhaf, ne dayanılmaz… Sıkıcıydı belli ki. “Böyle kös kös oturulur mu?” derdi insan, “Aç kızım televizyonu da bari haberlere bakalım.” Sonra hep birlikte haberlere bakılırdı. Sabah kahvaltısı, çay-kahve faslı, akşam yemeği… Gün biterken televizyon da biterdi. O anlarda yaşanan tam olarak neydi sahi? Ne, neyle geçiştirilirdi?

Sonra bir gün öğrendim ki Hindistan’da bir bebeğin altı aylık oluncaya dek önceki hayatını hatırladığına inanılırmış.* Neredeyse bir aziz gözüyle bakılırmış onun saf ve temiz sessizliğine. Ne zaman ki yetişkinlerin masallarıyla, türlü oyun ve kurallarıyla toplumun bir parçası olmaya başlarmış, o zaman varoluştan kopar ve bebek, yitirirmiş bebekliğini. Bilgi ağacının meyvesinden tadar, aklın dünyasına adım atar ve ilk sözcüklerini söylermiş alkışlar arasında.

Sonrası mı, sonrası malum. O ilk, eski, en yalın halin, her şeyin sözcüklerle ifade edilmediği, için tertemiz, için saf ve sessiz olduğu bebekliğin özlemiyle, hep bir şeyden huzursuz, tatminsiz ve dengesiz dolaşırmış toplumda, toplumun parçaları. Kuytulara kaçsa da, odalara saklansa da içini susturamazmış.

Aşramdaydık, sessizliği anlamaya, yaşamaya çalışıyorduk.
“Ben,” demiştim bir yarı-gururla, “kahvaltımı bahçede yapıyorum. Tabağımı alıp her sabah, kuru otların üstüne çöküyorum. Yemek masası sohbetinden uzakta, doğayla baş başa… Köpekler de geliyor bazen.”
“Peki, doğayla konuşuyor musun?” diye sormuştu.
Bilememiştim.

Maun. Sessizlik, içeride. Konuşmamaktan da zoru, aklı susturabilmek. Her gördüğünü ve yaşadığını ötekiyle karşılaştırmaya koşullanmış bir akıl, göklere çıkarıp yerlere vurmadan yalnızca “gören” olmayı öğrenebilir mi?

Maun. Kusursuz denge. Derinlerde saklı hazine. Bırak dışarıda dalgalansın sular. Seni en çok çiğnemeden yuttuğun o anlar yorar.

*Osho, The Essence of Yoga, Penguin Books India

Deniz Yalım Kadıoğlu