Geçtiğimiz günlerde Konya Sille’deki Aya Elena Kilisesini ziyaret ettik. Daha önce ziyaret ettiniz mi bilmiyorum ama burası enerjisi çok güzel bir noktadır. Nitekim gittiğimizde de bomboştu ve o sükunet içinde kutsi alanın enerjisini tatmaya başladık. Huşu içinde bir andı…
Derken yanımızda bir görevli belirdi. Merak ettiğiniz bir şey var mı diye sordu. Sadece bir soru sorduk duvardaki freskler ile ilgili. Sonrasında aralıksız anlatmaya başladı. Fakat sorun şuydu ki anlattığı sadece kuru bilgiden ibaretti. Hiçbir ruh, mana, derinlik yoktu. Sadece bilgi bilgi bilgi. Ve ses tonu enerjisi gittikçe o anı almaya başladı. Susmadı ve anlattıkça anlattı. Sonuçta içeriden birer birer kaçtık. O kutsi alan katlanılmaz hale gelmişti.
Ardından dostlarla birlikte yaptığımız konuşmada, kuru bilgi peşinde olan tarafımızın bizleri hakikatten ve gerçek deneyimden nasıl ettiğine dair şahitliğimizi paylaştık. İçeri ilk girdiğimizde tıpkı fantastik filmlerdeki gibi enerjiler bizleri okşuyordu. Gözle göremiyorduk ama hissediyorduk bunu. Fakat ne zaman kuru bilgi girdi, işte o vakit ruh gitti. Tamam binaya dair bir şeyler öğrendik de ne oldu? Şimdi anlat deseniz anlatamam bile hem aklımda kalmadı, hem de çok gereksiz bilgi… ihtiyacımız olan orada mekanla ettiğimiz dans idi…
Şimdi alın bu resmi hayata giydirin. Kalkıyorsunuz yataktan güne başlıyorsunuz, hayatınızın, mabedi mabedinizin içine birden manipulatif, egosantrik, tek dertleri kendileri olan, kutsiyetten kopmuş nice karakter doluveriyor ve siz artık kaçmak istiyorsunuz oradan. Verdikleri kattıkları hiçbir şey yok. Ama kendilerini iyi satıyorlar: Gündemden haberdar olmalısın, sorumlusun diyerek kendi dünya vizyonlarını veya sende olmasını arzuladıklarını sana enjekte ediyorlar…Veya sadece merakla gereksiz kuru nice bilgiyi dolduruyoruz hayatımıza veyahut da ezbere konuşan ama esasında konuştuklarının hiçbirisini hayatına geçirmemiş, sadece elindekileri iyi pazarlamasını bilenler doluyor içeriye… Zannediyoruz ki onlar bir şey biliyor ve öğretiyorlar bize… Fakat bir de bakıyoruz ki mabedimizden her seferinde bir şeyler eksiliyor.
Hele ki en başta biz içeride kalmak istemiyoruz ki bir an önce nasıl kaçarızın peşine düşüyoruz. Sonra ara dur benim yuvam nerede diye… Bu uğurda dünyayı dönüp dolaşsan yine geleceğin aynı yer olacak. Kendi evin, kendi mabedin… Belki aradaki tek fark, artık evinin kıymetini bilip, onu temiz ve mahremiyetini sağlam tutmak olacak…
O vakit idrak ediyor insan aradığın içindedir ne demek ve işte o vakit insan ezbere düşünceleri, çok bilmiş inanmışlıkları, enerji sömüren gürültücü işgalcileri evinden uzak tutması ve kapı dışarı etmesi gerektiğini anlıyor…
Sonrasında ise geriye yalnızca hep arayıp durduğu o yuva, kutsi mabed kalıyor…
Tam da içinde…