Her 10 Kasım’da illaki yağmur yağması hiç dikkatinizi çekti mi? Cevabınız evet’se, bu yazıyı okuyan bir çok insandan daha dikkatlisiniz demektir.

 

Bilgisayarınızın başına oturmuş, bir yandan radyo dinleyip diğer yandan o siteden bu siteye boş boş dolaşırken bir sitede gözünüze bir fotoğraf çarpıyor. Bir çiçek fotoğrafı diyelim örneğin, bir lale. Ve siz eskilere gidiyorsunuz. Mezuniyet balonuzda kavalyenizin size verdiği lale geliyor aklınıza. Tam bu sırada radyoda kavalyenizle ilk dansınızı yaptığınız  parça çalmaya başlıyor.

 

Taksidesiniz. Trafik çok sıkışık. Düşünceler aklınızdan akıp gidiyor. Çok eskilerde kalmış bir arkadaş geliyor aklınıza. “Kim bilir şimdi ne yapıyordur?” diye düşünüyorsunuz. Sizde numarası olup olmadığını hatırlamaya çalışıyorsunuz. “Bir ara arasam…” diye geçiriyorsunuz içinizden. Trafik açılacak gibi değil. Yapacak daha iyi bir işiniz de yok. Elinizi çantanıza atıyorsunuz, telefona uzanıyorsunuz… Telefon titremeye başlıyor. “Hayırdır…” diyorsunuz merakla ve bakıyorsunuz arayana. Arayan o arkadaştan başkası değil.

 

 

İşinizi kaybettiniz. Çok mutsuzsunuz. Hava da inadına yapar gibi yağışlı, gökyüzü kopkoyu  bir gri. Kış mevsimini hiç sevemediniz zaten. Bugün hayatınızın en kötü günü olmalı. Göz yaşlarınızı eve kadar tutabiliyorsunuz. Sonra eve gelince… Kim bilir kaç saat ağlıyorsunuz. Saat gece yarısını çoktan vurmuşken bir arkadaşınızı arıyorsunuz. Uzun uzun konuşuyorsunuz. Derken arkadaşınız bir tanıdığının tam da size uygun bir iş için eleman aradığını hatırlayıp onunla konuşacağını söylüyor. Az da olsa umutlanıp uyuyorsunuz. Uyandığınızda güneş açmış, kışın ortasında bahar gelmiş oluyor. Şaşırıyorsunuz. Yeni bir gün.  İyi hissediyorsunuz,.

 

Eşinizi aldatıyorsunuz. Evet, iyi bir şey değil bu. Gurur duymuyorsunuz zaten. Fazla üstünde durmamaya çalışıyorsunuz. “Herkes yapıyor, ben yapmışım çok mu?” diye yatıştırıyorsunuz kendinizi. 2 saat sonra sevgilinizle buluşacaksınız. O zamana kadar vakit geçirmek için televizyonu açıyorsunuz. En sevdiğiniz aktörün bir filmi karşılıyor sizi. Seviniyorsunuz. 5 dk izledikten sonra fark ediyorsunuz ki film aldatma teması üzerine kurulu. Rahatsız olup kanalı değiştiriyorsunuz. Bir söyleşi programı var bu kez karşınızda. “Hiç yoktan kültürlenirim biraz” diyerek onu izlemeye başlıyorsunuz. Programın konuğu Ahmet Atlan. Konu, son kitabı “Aldatmak”. Yok artık. Bu kadar da olamaz. Sinirleriniz bozuluyor. Televizyonu kapıyorsunuz.

 

Bunlar gibi “tesadüf”lerin yüzlercesini yaşıyoruz her gün. Ancak farkına varamıyoruz. Hayatımız aslında kocaman bir metaforlar yığını. Her yere geleceğin nasıl olacağına dair ufak işaretler serpiştirilmiş. Bunları görmek için klervoyan olmaya gerek yok. Sadece biraz dikkatli bakmak yetiyor.

 

Yaşanmış bir olaya bakalım örneğin;

Kız telefonda Uğur isimli sevgilisiyle bağıra çağıra kavga ediyor. Bu kavga diğerlerine hiç benzemiyor. Bu kez ilişki sona doğru gidiyor. Kız hissedebiliyor bunu rahatça. Onu sevdiğini, çok sevdiğini düşünüyor. Ve kaybetmek istemediğini… Ancak yapacak bir şey yok. Söylenen sözler giderek kontrolden çıkıyor, yavaş yavaş geri dönüşü olmayan bir yola giriliyor. Tam bu sırada bir uğur böceği konuyor kızın telefonu tutan eline. Kavga durulur gibi oluyor hafiften. İki taraf da giderek sakinleşiyor. Birkaç dakika önce ayrılmak üzere olan bu çift birbirlerini ne kadar sevdiklerini fark edip ağlamaklı oluyorlar karşılıklı. “Seni çok seviyorum, ve asla kaybetmek istemiyorum” diyor kızın sevgilisi. Bu sözle birlikte uğur böceği kızın elinden kanatlanıyor.

 

“Biraz abartı” ya da “milyonda bir olabilecek” bir şey olarak gördünüz bunu. Çünkü insanlığın büyük yüzdesi olarak hayata üstünkörü bakma gibi bir alışkanlığımız var. Sanatlı anlatımın bir parçası olan sembollerin, satır aralarının, çift anlamlı sözlerin/olayları  sadece edebi eserlerde olduğuna dair bir şey geliştirmişiz kafamızda. Sanki romanlarda ya da filmlerde anlatılan hayatlar bizim yaşadığımızdan ayrı, daha “derin” bir dünyada geçiyor!

 

Gönülçelen[1]’in sonunda Holden kardeşinin atlıkarıncada dönüşünü izlerken her şeyin nasıl sürekli tekrar ettiğini ve hayatın aslında bir döngüden ibaret olduğunu anlayabiliyor, bir iki damla göz yaşı dökülebiliyor yanaklarına, ve tam bu sırada yağmur yağmaya başlayabiliyor. Ama bu bizim “sıradan” hayatlarımızda rastlanamayacak türden, fazla derin ve sembolik bir farkındalık, öyle mi?

 

Her yerde yazar ya “Sanatçının görevi hayatın okurun gözünden kaçan ayrıntılarını okura gösterebilmektir.”  diye… Sanatçılar, ayrıntıları yakalama kısmını gayet iyi başarmışlar bugüne kadar. Çok da güzel aktarmışlar, ellerine sağlık. Ancak anlattıkları o ayrıntıların bizzat hayatın ta kendisinden çıkarıldığını, yani kafadan atılmadığını iyi anlatamamışlar sanırım. Ya da biz anlayamamışız. Yazık etmişiz.

 

Bu konu, gazetelerin bulmaca eklerinde ara sıra yer alan “Şaşı Bak Şaşır”  bölümlerini anımsatıyor epeyce. Önce bakıyorsunuz, eciş bücüş buğulu bir karalama. Sonra şaşı yapıyorsunuz gözlerinizi… Biraz kalıyorsunuz öyle. Bir şeyler var sanki ama… Gözleriniz ağrımaya başlıyor. Tam vazgeçecekken resmi görüyorsunuz. İşte orada! Mutlu oluyor ve gazeteyi yerine bırakıyorsunuz.

 

Hayata şaşı bakmaktan ürkmemek lazım. Bir gazete sayfasına yansıtılan basit bir göz oyunu bile insanı şaşırtıp sevindirebiliyorsa bu dünyanın içinde gizlenenlerin sizde yaratacağı etkiler kim bilir nasıl olur…

 

Bir de şöyle düşünün;

Evrenin gözünüze soktuğu mesajları “aman canım tesadüf” diye es geçmezseniz hiç değilse falcılara verdiğiniz paralardan tasarruf etmiş olursunuz. Verdiğiniz kararların doğruluğunu/yanlışlığını anlamak için işin işten geçmesini beklemek zorunda kalmazsınız. Ve arkadaşlarına anlatabileceğiniz mistik olaylar deneyimlemiş olursunuz.

 

Fena mı!


 


[1] Çavdar Tarlasında Çocuklar olarak da çevirilmiştir. (orj. The Catcher in the Rye)