Ruhsallığın Toplumdaki Yeri

Günümüzde erkeğin toplumdaki rolü ve sorumluluğu ile ilgili bazı fikirler gelişmeye başladı. Tarihsel bir açıdan bakıldığında ise erkeğin ve kadının yaşadığı sorunların beraber ortaya çıktığını görüyoruz. Bu da ruhsallığın toplumsal hayatta oynadığı rolün zayıflaması ile alakalıdır. Ruhsallığın ve erkekliğin çok içiçe geçtiği geçmişimizle kıyaslandığımızda,  bugün bir kriz yaşadığımızı söyleyebilirim. Bu makalede, modern erkeğin yaşadığı kafa karışıklığının aslında kendi köklerinden kopartılmış olmasından kaynaklandığını ortaya koymaya çalışıyorum.

Bugünün dünyasının aslında en büyük sorunlarından birisi inisiyatik gelenek ile olan bağın kaybolmasıdır. Fransız metafizikçi yazar René Guénon’a göre bu düşüş (decadance) olarak tanımlanan mevcut ruhsal iklimden dolayıdır. Bu tanımlamayı mutlaka açacağız elbette ancak bu durum aynı zamanda “geçit adetleri” (rites of passage) olarak tanımlanan törensel inisiasyonun kaybolması ile paralel olarak eşzamanlıdır ve bunu da açıklamaya ihtiyaç vardır. Birbiriyle elele giden bu iki durum modern insanı büyük bir kaybolmuşluk haline getirdiği gibi maddiyatçılığa düşkünlük ve sosyal ahengin bozulmasına da ön ayak etmiştir. Bu iklim, mutlak bilinç ile, yaşamın kutsallığı ile derinden bir kopuşu getirmiştir, veya bu kopuş diğer saydığımız sonuçların nedenidir.

Géunon bunu çok güzel ifade eder. Karanlık çağ öncesinde yaşayan insanları mesela Satya Yuga insanının inisiyatik bir geleneğe veya geçit törenine ihtiyacı yoktur. O çünkü zaten atman ile yani içindeki tanrısal öz ile temas halindedir. Kimi doğulu alimlerce günümüzden yaklaşık 5,000 yıl önce (kimine göre biraz daha erken) başlayan Kali Yuga yüzünden maneviyatta büyük bir düşüş gerçekleşmiştir. Bir diğer deyişle insanlığın kolektif bilincinde bir kış mevsimi hakimdir. Gerek tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı (Musevilik, Hristiyanlık ve İslam), gerekse Doğu dinlerinin – Budizm, Konfüçyizm, Hinduism ve Taoizm – bile aslında ilk çıkış noktalarındaki parlaklıklarının çok uzağında birer dogmaya dönüşmüş durumdadırlar. Dinlerin, insan ile tanrı arasında ki bağlantıyı gerçekten, tamamıyla ve derinden kurmak yerine (ki başlangıç idealleri bu yöndedir) ancak genel anlamda bir toplumsal düzenleyici kurallar bütününe dönüşmesi, ve hatta politik amaçlara alet olacak hale gelmesi bundandır.  Ancak, yaşanan manevi düşüşten dolayı, daha doğrusu hakim ruhsal iklimin kış olmasından dolayı dinlerin yaşadığı başarısızlıktan yola çıkarak, kurunun yanında yaşı yakmamak gerekir. Çünkü her ne kadar etkisi geniş kitlelere ulaşamamış olsa da her dinin özünde, insanları o aradıkları kopuk bağ ile bir araya getiren batıni (ezoterik, içsel, gizli), bir diğer deyişle mistik yollar mevcuttur. Musevilikte Kabala, Hristiyanlıkta Gnostizm ve İslam Tasavvufu gibi. Aynısı doğunun manevi hayatlarında da mevcuttur, mesela Yoga ve Tantra aslında dini niteliklere sahip olmayan, kişiyi birlik haline götüren yollardırlar. Taoculukta ve Zen Budizmdeki inisiyatik gelenekler de bu türdendir.

Bugün dünya çapında yaşanan ruhsal kriz aslında bu tradisyonların büyük ölçüde kaybolmasından dolayıdır. Benim görüşüme göre bu durum 5000 yıl önce başlayan Kali Yuga, ki bu aynı zamanda Maya takviminin Uzun sayım takvimin başlangıcına denk düşmektedir, ile başlamıştır. Bu düşüş son 250 yıl içinde ise Endüstri devrimi sayesinde son haddine gelmiştir. Basit bir örnek olarak Japonya’nın zen kültürünü vermek mümkündür. Endüstyelleşmenin bir sonucu olan 2. Dünya savaşı sonrasında Japonya’da özel hayat tamamen ortadan kalkmış, kadınlar dahil bütün herkes çalışmaya mecbur bırakıldığı için ikebana, çay seremonisi dahil tüm zen uygulamaları ender uygulanan bir hobiye dönüşmüştür. Bugün Japonya’daki zen manastırlarının hemen hemen tamami turistik yerlerdir ve inisiyatik yönlerinden eser yoktur. Anadolu’da da bir zamanlar olduğu gibi Japon gündelik hayatı zanaatkarları, esnafı ve askeriyle (samuraylar), belli tradisyonler içerisinde manevi hayat ile bir bağ içerisindeydi. Kişinin yaptığı iş onu satoriye (direk vizyon, aydınlanma) götürecek bir yol olarak görülürdü. Tradisyonel bağların koparılmasının bugün dünyayı nasıl bu hale getirdiğini, ekolojik felaketlere, aşırı madiyyatçılık yüzünden oluşan toplum içi aşırı rekabete ve bozulmaya nasıl getirdiğini görmek çok zor değildir. Bu saydığım sorunlara getirilen kominist çözümlerin işe yaramadığını tarih bize göstermiştir. Bir yanlışı başka bir yanlışla düzeltemezsiniz. Kapitalizmin çözümü komünizm olamaz çünkü her ikiside Batıni (içsel) yönden zayıftır ve insanı zahiri (dışsal) yönden değiştirmeye çalışır. İnsanların iyi niyetli, düzgün ve dürüst olmasını sağlamak onların içsel huzura ulaşmak için içtikleri akarsuları kurutarak mümkün olamaz. 1917  devriminden sonra batıni ve mistik tradisyonların kellesinin uçurulması Sovyetler Birliğinin takip eden dönemde üfürkçülerle dolmasına yol açmıştır. Evrende varolan alan yokolmaz. Siz o alanı boşaltırsanız yerini mutlaka bir şeyler dolduracaktır ve eğer mistik tradisyonları kesip atarsanız yerini hokkabazlar dolduracaktır. Elbette hiçbir toplum mükemmel işlememiştir ve işlemeyecektir. Ancak aynı sorunlarla başa çıkmak üzere daha iyi yöntemler kullanabiliriz. Bu yolların bazıları deneyimlerle sabit geleneksel yollardır ve bu tradisyonları kesip atan devrimler, iyi niyetli kazalar olarak tanımlanır. Ahenkli bir toplumsal yapıya ulaşmanın yolu devrim değil evrimdir ve bir öncekini tamamen söküp atmak yerine budamak veya güzel yönlerini koruyarak değişiklikler yapmaktır.

“Kapitalizm ve Protestan Ahlak” eserinde Max Weber’in ortaya koyduğu gibi bozulma, gelenekten bir sapma ile daha kötü noktalara gelmiştir. Evet belki Protestanlık öncesinde çok adaletli bir düzen sürmüyordu Katolik Klise. Ancak Protestan devrim Hz. İsa’dan beri gelen inisiyatik geleneği bozduğu gibi getirdiği yeni ahlak anlayışı işe aslında bugünün dünyasının tamamen bozulmasına yol açan kapitalizme olanak tanımıştır.

Geçit Adetlerinin Eksikliği ve Babasızlık

Şimdi gelelim inisiyatik tradisyonların yokolmaya yüz tutması ile elele giden endüstriyelleşme ve onun bir sonucu olarak geçit adetlerinin ortadan kalmasına. Aslında geçit adetleri de elbette bir tür inisiasyondur ancak Geuneonyen anlamdaki inisiasyondan farklı olarak illa ki derin anlamda bir batını çalışma için değildir ve bir Guruya bağlanmayı gerektirmez. Bu geçiş törenlerindeki “geçiş” daha çok çocukluktan erginliğe geçiş deneyiminin kişinin içine işlemesini sağlamasıdır.

Her ne kadar bildiğim geçit adetleri örneklerinin  çoğu erkek çocuklarının ergenliğe geçişine dair olsalarda, “kadınlığa geçiş” adetleri de mevcuttur. Bunlara bir örnek olarak Küba’da kız çocuklarının ilk adet günlerinde kadınsı bir kıyafet ile sokaklarda alkışlanarak yürümesini verebiliriz. “Erkekliğe geçiş” törenleri ise daha zorlu ve sıkıntılı örneklerle bilinirler. Bunun nedeni olarak ilk akla gelen erkeğin kadınını, ailesini ve hatta toplumunu koruyan, sorumlulukları daha yüksek bir rol olarak görülmesi olsa da, aslında pek çok toplumda kadının zaten hamilelik, doğum, adet dönemi gibi zorlu süreçlerle doğal olarak yüzyüze olması, erkeklerin onlarla eşit seviyeye gelmesi için daha zor bir şey yapmaları gerektiği olarak yorumlanır. Bunu yerli Amerikan törenlerinden Güneş Dansı ve Ay Dansı arasındaki fark ile çok net görebiliriz. Güneş Dansı sadece erkeklerin yaptığı ve inanılmaz zorlu ve kan dökülen bir süreç iken Ay Dansı kadınlara has bir seremonidir ve çok daha hafif ve neşeli bir süreçtir.

Bu geçiş törenlerine güzel bir örnek, bu konuyu detaylıca işleyen ve Iron John (Türkçesinin başlığı talihsiz bir çeviriyle “Sert Erkek, Güçlü Erkek”) kitabıyla ünlü Robert Bly’ın anlattığı Afrika kabilesinde erkek çocuğun geçtiği süreçtir. Erkeklik yaşına gelen çocuk ormana bırakılır ve aç susuz bir şekilde hayatta kalması, kendi yolunu bulması beklenir. Başardığında kabilenin yaşlı erkeklerinden oluşan bir çembere oturur. Herkes ahşap bir kaba kendi kanından akıtır ve çocuğun bunu içmesi beklenir. Verilen mesaj “bugüne kadar seni annen besliyordu, artık erkeklerden beslenmeyi de bil” olarak özetlenebilir. Hindu çocukları 20-30 metrelik bir yükseklikten bungee jump tarzı atlayarak yaptıkları tören bir başkasıdır. Aborijinler, Museviler veya başka pek çok toplumda böyle geçişlerin izlerini görmek mümkündür.

Gerek eldeki örnekleri çoğunlukla erkek cinsine ait olmasından, gerekse benimde bu cinse ait olmamdan dolayı daha çok erkekliğe geçiş törenlerinden bahsedeceğim.

Robert Bly’a göre, ve bence de çok aşikar olarak, endüstriyelleşme ile beraber bu geçiş törenleri modern toplumdan silinmiştir. Bunun yerini daha yüzeysel ve erkekliğin yanlış anlaşılmasına yol açacak örnekler toplumda yer almaya başladı. Mesela askerdeki eğitim çavuşu veya işyerindeki patron, erkeğe bir tür inisiasyon vermeye başladı. Ancak buradaki sorun maneviyatın bu çerçevenin tamamen dışında kalması ve erkek olmanın sertlik, kabalık, agresiflik ile bir tutulur olmasıdır.

Bu konuda yazılan önemli kitaplardan “Kral, Savaşçı, Büyücü ve Aşık”ın giriş bölümünde bu durum olgun olmayan bir erkekliğin dünyada hakim olması olarak açıklanır. Pek çok feministin savunduğu gibi dünyanın temel sorunu çok fazla erkeklik (masculinity) değil, çok fazla olgunlaşmamış erkekliğin hakim olması ve olgun erkeğin ortadan kaybolmasıdır. Robert Bly aynı durumu “Babasızlık” olarak tanımlar. Endüstriyel devrim ile beraber baba sürekli olarak uzun saatler işyerinde çalışmak zorunda kalır ve ailede yeterince varlık gösteremez. Bu kız çocuğu için büyük bir sorundur elbette ancak erkek çocuk için sorun daha büyüktür. Kız çocuğu kendi inisiasyonunu annesinden alabilirken erkek çocuk onu erkekliğe inisiye edecek kişiden yoksundur. Bunun kuşaklar boyunca böyle devam ettiğini düşünürseniz erkeklik adına aktarılacak geriye ne kaldığını sormak tuhaf olmaz.

Bahsi geçen nedenlerden dolayı bugün erkekliğin içi neredeyse tamamen maneviyattan boşaltılmış hale getirildi. Halbuki Tantrik gelenekte en yüce erkek arketipi Tanrı Şiva’dır. Şiva güçlü ve kaslı yapına ek olarak, merhametli ve sevgi dolu olarak resmedilir. Elbette çok daha önemli özellikleri de vardır Şiva’nın. Saf bilinci temsil eder, mükemmel bir zihinsel ve ruhsal berraklığı vardır ve tüm yogilerin olduğu gibi Şaktilerin (Tanrıçaların) gurusu, öğretmenidir. Şiva üzerine sayfaları dolusu başka şey yazılabilir ancak şimdilik bunlarla yetinelim.

Bugün erkekliğin içinin maneviyattan yoksun bir hale getirildiğini ve önceki yüzyılın maço erkek modelini bugün yumuşak erkek modelini aldığını gözlemliyoruz. Son yıllarda dikkatimi bu konuya verdiğimden beri o kadar fazla sayıda kadın hayatlarında bir erkeğin eksikliğinden bahsettiğini duydum ki inanamazsınız. Elbette hayatların bir erkek olmadığı anlamına gelmiyor bu, ancak bahsettikleri şey bir Şiva’nın eksikliği. Biraz farkında olan kadınlar bilinçli, merhametli ve aynı zamanda kendini bilen ve manevi anlamda kendini geliştiren bir erkek istiyorlar. Farkında olmayan kadınlar ise, bugün empoze edilen yumuşak erkek modelinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyorlar ve her ne kadar bir süreliğine bu boşluğu maço erkek ile doldurmaya çalışsalarda aslında içlerinde ne istediklerini bilmiyorlar. O kadar kaybolmuş durumdaki olgun ve hakiki erkeklik… Neyi kaybettiğimizi bile hatırlamak bir mesele.

Şu açıdan bakın mesela, yüzlerce yıl önce anadoluda tüm dergahlar erkek sufilerle doluydu ve kadın sufiler azınlıktaydı. Hindistan’da yoga aşramları erkeklerle doluydu ve yoga yapan çok az kadın vardı. Bir de bugün halimize bakın. İstatistik vermeme gerek yok herhalde, her şey o kadar aşikar ki…

Fatih Keçelioğlu