Şu dakika içinde, şu satırları okurken içinden çıkamayacağına inandığın ve bu yüzden fena halde acı çektiğin bir durumla yüzyüze olabilirsin. Karnın ateşle dağlanıyormuşcasına yanıyordur belki… Kendini zincirlere vurulmuş, hareket edemez halde, başın öne eğik, yerde beton zeminin üzerinde diz üstünde, gözlerinde yaşlarla duruyor hissediyorsun hatta… Onlarca yıldır böyle hissederek yaşadın hayatını muhtemelen… Karnın dağlanarak, kalbin acıyarak, kendini suçlayarak… Emin ol, yaşadığın bu hali çok iyi biliyorum, çünkü bahsettiğim, kendi içsel dünyamda da hissettiğim şey yıllardır. Karnımın tam da ortasındaki o hücredeki hapsedilmiş benin, acıyarak hissettiği ve acının hafiflemesi için çevresini de acıtmak istediği, ama daha fazla suçlu hissetmemek için o acıtma hissini, yine kendine yaşattığı bir kısır döngü… Kısacası, bu hapishaneyi sen yarattın, kendini kendin zincirledin ve suçlayıp suçlayıp kendini, her türlü işkenceyi yine kendin yapıyorsun kendine… Hasan…

 

Ama artık çıkış yolunu biliyorum, buldum ve benim gibi acı çekenlerle paylaşmak istedim… İlk adım öncelikle kafanı kaldırıp bulunduğun hücreye bir bakmak ve içerisini görmek… Zincirlenmiş halde ve gözlerimiz yaşlarla doluyken, daha önce yaptığımızı zannettik bunu, ama yapmadık biliyor musunuz… Acımızla öyle doluyduk ki yapamadık… Şimdi o hücreye İyice bakmanın zamanı; duvarlarına, tabana, tavana ve zincirlerimize… Canımızın acısını bol bol haykırarak ifade edeceğiz sonra, içimizde tuttuğumuz ne varsa… Ama iyice boşalıncaya kadar, iyice taa ki güçten düşene kadar… Gözyaşlarımız kalmayana kadar… Ama bu sefer canımızı acıtmak için değil, o öfkeyi salıvermek adına… Sonrasında ise içinden çıkamadığımız o durumun, aslında bize neyi anlatmaya çalıştığını, neyi kazandırdığını ve en önemlisi, bizlerin neden böyle bir senaryo yaratmayı seçtiğimizi göreceğiz…

Az önce red mi etti sizi sevdiğiniz kişi, canınız çok mu yanıyor; peki hangi inançla yarattın bunu sen? “Ben asla sevilemem” inancıyla mı? Ya da hak ettiğinden daha mı azını kazanıyorsun, çok çalışıyorsun ama azıcıkla mı yetinmeye çalışıyorsun? “Ben değersizim” inancından olabilir mi bu? Hayallerin var, ama bir türlü gerçekleştirmek için gereken adımı atamıyor musun? Yerinde çakılı mı kaldın öylece? “Ben güçsüzüm” inancı desem size… Bu ve daha niceleri… Peki ya hayatınızın hangi döneminde, kimden almayı seçtiniz bu inançları? Seçtiniz diyorum, çünkü bu senaryoyu yaratmayı siz seçtiniz, ben seçtim ve ona en uygun olumsuz inançları da hayatımıza biz ekledik ve bunu ekleyecek en uygun kişileri de seçtik başlangıç noktamızda… Bu yüzden annemden, babamdan, amcamdan, öğretmenimden… “Allah belasını versin onların, mahvettiler beni!” söyleminin hiçbir faydası olmaz. Bilakis zincirlerimizi daha da güçlendirir kin, nefret ve bela okumak, hele hele ki başkalarını suçlamak… Parmağımızı karşıya sallamayalım hep, kendimizde olduğunu görelim sorumluluğun diye yaratmadık mı o zincirleri… Evet, ellerimizi zincirlemenin hediyesi buydu aslında bizlere… Yaşadığımız her şeyin sorumluluğunun kendimize ait olduğunu hatırlamak için, parmağımızı karşıdakine yöneltmekten vazgeçmeyi hatırlamak için kendimiz yarattık onları; öyle değil mi?

Peki ya boynumuzda niye zincir var? “Bak artık etrafına, kaldır başını” hatırlatması değil mi o bize? Ya o duvarlar? “Şu kadarcık hücrede bile sonsuz güzelliği bulabilirsem, dış dünyayı nasıl dolu dolu yaşarım” meydan okumasıyla yaratmadık mı biz bunları… Ama ne oldu da çıkamaz olduk oradan?

Unuttuk… Hepsini bizim seçtiğimizi, yarattığımızı ve her şeyden kendimizin sorumlu olduğunu unuttuk… Daha da neşelisi; deneyimi dibine kadar yaşayabilmek ve çözümünü kendimiz bulabilmek adına, zincirlerin anahtarlarını da yuttuğumuzu unuttuk. Bizi kurtarsınlar diye yalvarıp durduk, ama anahtar hep içimizdeydi, hep bizimleydi… Bizden başka kimse de açamaz o kilitleri, açamayacak da… En başından yaptığımız anlaşma böyleydi… Oyun böyle… Kendi varoluşunu keşfetmenin başlangıçlarından birisi bu işte… Varolmak için varolmamayı deneyimlemek… Ama o kadar varız ki varolmamaya çalışırken bile varız… Bu da yaratılışın güzelliği işte…

Şimdi o zaman önce hücremize bakmanın ve ondaki sonsuz güzelliği yakalamanın zamanı. Cehennem gibi bir evliliğin içindesiniz de çıkamıyor musunuz? Ya da belki de siz veya en sevdiğiniz ağır bir hastalık yaşıyor? Veya inanılmaz büyük borçlarınız var, ne yapacağınızı bilemiyorsunuz? Belki de ağır taciz altındasınız da kimselerle paylaşamıyorsunuz? Büyük ihtimalle de işinizden nefret ediyorsunuz… Hepimiz farklı seviyelerde yaşıyoruz bunları ve maalesef kaçış sadece bir süreliğine rahatlatabiliyor bizleri. Çünkü içeride halen o hücrede, zincirliyiz ve eninde sonunda daha da zorlu koşulları yaratmayı başarıyoruz, kaçtığımız durumdan da öte… O zaman şimdi derinine gireceğiz bu yaşadıklarımızın. Eğer kendimiz yapamıyorsak da bir uzmandan destek alarak yapacağız bunu.

Biz hangi inançla yarattık bu deneyimi ve neyi görmemiz gerekiyor. Başkasında değil, başkasına ve başkalarına yansıttığımız kendimizde… Çok lanet bir karım var. O zaman içindeki laneti gör ve lanet olmanın armağanı neymiş onu keşfet. Bu ne boktan dünya böyle… İçindeki boktan seni keşfet, keşfet ve armağanını al boktan olmanın… Nefret ediyorum tüm herkesten! İçindeki nefreti gör ve nefretin armağanını al… Hiç öyle durmasa bile her bir negatifliğin taşıdığı büyük bir armağan, yani mesaj vardır ve bize farkında olmadığımız enfes şeyler armağan etmişlerdir… “Altın karanlıkta saklıdır. Bir kişi karanlığı bilinçli hale getirmeden, sadece ışık imgelemeleri yaparak aydınlanamaz.” demiş Carl Young.

İşte o altınları bulup topladıkça tahmin edemeyeceğimiz ölçüde zenginleşeceğiz her anlamda. Önceden lanet ettiklerimizin aslında nasıl teşekkürü hak ettiğini de fark edeceğiz bu durumda ve teşekkür ettikçe de yürekten, en büyük zenginliğimizi keşfedeceğiz: Kendi varoluşumuzu…

Sonrası mı? Bir an yüzümüzü tatlı bir meltem okşayacak… Sonra etrafımızda duvarların olmadığını fark edeceğiz, kollarımız rahatlıkla hareket edebiliyor olacak aynı zamanda. İlk başlarda biraz zorlansak da ayağa kalkabileceğiz ve ardından kendimizi şahane bir kırın tam ortasında buluvereceğiz. Çevremizde kendi varlığımızı keşfedimizi ve kendimizi olduğumuz gibi kabul edişimizi, sonsuz sevgiyle kutlayan sayısız güzel varlığı göreceğiz, kimisi bir zamanlar en büyük kabusumuz olan…

Artık ne duvar var, ne de zincir… Tebrik ederim güzel varlık, artık özgürsün…

Şimdi varlığını yaşamanın tam da vakti…

Hadi… 🙂

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...