Bu dinadamının deneysel psikoloji bilgisi var mıdır, varsa yeterli midir; gerçekten de bilimsel araştırmalar sırasında dinsel inancıyla çelişen sonuçlar elde etmeye başladığında onları inkâr yoluna mı sapacaktır; veya kendisine “mutlak doğrular bunlardır” diye dayatılan dinsel kurallardan, ilkelerden ve dogmalardan kuşkulanma özgürlüğüne sahip midir? Kaldı ki dinsel inanç farklılıkları bilimsel gerçeklerin ‘gerçekliğini’ etkileyebilir mi? Böyle konularda aldatılmış veya kendi kendini aldatmış olabilir de, aşağıda sayacağımız diğerleri gibi, ama bu kez din destekli yani bir bakıma dinden torpilli olarak kalkıp da toplumu aldatma hakkı var mıdır? Ayrıca, acaba konumuzla ilgili olarak, gelişmiş ve gelişmekte olan ruhsal araştırmaları ne kadar izleyebilmiştir?
Bu ve benzeri nedenlerle dinadamlarının önyargılı düşüncelerinin ve bilimi inkâr ederek dinsel kuramları öne çıkaran yanlı ve koşullu açıklamalarının hiçbir değeri yoktur, olmamalıdır da.
Gelelim günümüzün sözde astrologlarına… Onlar her şeyi bilir ya; nasılsa kanıtlama yükümlülükleri de yok; doğum tarihinizi ve saatinizi veriyorsunuz, bütün özelliklerinizi sıralıyorlar ya; şimdi işi daha da ileri götürmüşler, aynı bilgilerle bu kez örneğin önceki hayatınızda, onbirinci yüzyılda Meksika’da yaşamış bir büyücü-herbalist olduğunuzu şıp diye anlıyorlar.
Şimdilerde ufocular da bu işe merak sardılar. Onlar da zaten yıllardır sözde astrologlar ve parapsikologlarla birlikte çalışıyorlar, sonuçları bazı sözde aydın ve yarı-aydınların beklentilerine göre çeşitlendiriyorlar; örneğin hangi takımyıldızından geldiğinizi, kaç kez bedenlendiğinizi, hattâ bundan sonraki görevlerinizi bile bir güzel sayıp döküveriyorlar. Geçmiş yaşamlarınızda kaç kez erkek, kaç kez dişi olduğunuzu söyleyenler bile var. Kahve falının gelişmişi yani…
Yeniden bedenlenmeyi destekleyen gözlemler ve olaylar artmaya başlayınca şimdilerde bir de ‘ortayolcu’ dinadamları türediler. Hani şu televizyon kanallarına ikisini-üçünü bir arada çıkardıklarında kavgasız gürültüsüz bir programı dahi bitiremeyenlerden sözediyoruz. Peki dinlerin kutsal kitapları ve teoloji, dinî konularda hem de iki profesörün taban tabana zıt yorumlar yapabilmesine nasıl imkân verebilir; bu kadar anlaşılamaz mıdır, ya da her okuyan ‘din âlimi’ (!) orada yazılanı başka türlü anlayabilir mi?
Sonunda baktılar ki bu iş karışık, pek çok örnekolay da reenkarnasyonu adeta kanıtlar mahiyette; çoğunluğu yine de ‘reenkarnasyon dinin esaslarına aykırıdır’ dese de örneğin Diyanet İşleri eski başkanı Prof. Dr. Süleyman Ateş’in aşağıda alıntısını verdiğimiz yazısındaki gibi yorumlar giderek artmaya başladı:
“Reenkarnasyonu reddedenlerin kanıtları sağlam olmadığı gibi iddia edenlerin kanıtları da sağlam değildir. Bazı âyetlerden böyle birşey olduğu anlaşılıyor ama bazılarından da tersi anlaşılıyor.” [S. Ateş, Gazete Vatan, 12. 08. 2008]
Ama bununla da kalmayıp, aynı yazıda öyle şeyler söylüyor ki, hem zihinler iyice karışıyor hem de âyetlerin ve hadislerin kanıt olarak gösterilmeye çalışıldığı birbirini izleyen dört cümle kendi içinde bile büyük çelişkiler taşıyor:
“Ana rahminde döllenen ceninin daha ilk andan itibaren ruhu vardır. Ama belli zaman sonra hücrelerarası iletişim sağlanınca ona bilinç verilir ki işte bu durumu Peygamberimiz ruhun üflenmesi olarak anlatmıştır. Bu durumda da çocuğun, ana rahminde fiziksel organları tamamlanınca ona ruh üflenir, yani bilinç verilir. Hadiste bilinç verilme süresi ortalama üç ay olarak belirtilir.”
Şimdi soralım, “siz buradan ne anladınız?”, ya da “nasıl bir kanaate vardınız?” Kavramlar yanlış, süreler çelişkili; cümlenin başı ile sonu birbirini tutmuyor; sanki kafalar kasıtlı olarak karıştırılmak istenmiş.
Oysa ki sayın Ateş, 05. 03. 2003’te şöyle yazıyordu:
“Reenkarnasyon, islam bilginlerinin çoğunluğu tarafından reddedilmiştir (…) tenasuh [ruhun bedenleri dolaşması] demek olan bu açıklama, cumhurun anlayışına aykırıdır.”
İşler iyice karıştı, demek ki beş yıl beş ay sonra bile yorum değişmiş. Üstelik bu durumda reenkarnasyonun gerçekte varolup olmadığına uzak geçmiş islam dinadamları cumhurunun aralarındaki muhayyel oylamanın sonucuna bakarak mı karar vereceğiz… Aslında bugün de fazla birşey değişmiş değil. Hayrettin Karaman, Bayraktar Bayraktaroğlu, Nihat Hatipoğlu… gibi medyatik olmuş dinbilgini yazarlar da tıpkı eskilerin çoğunluğunda olduğu gibi tümüyle ‘red’ yolunu seçmişlerdir. Örneğin Hayrettin Karaman kendi sitesinde şöyle yazıyor:
“(reenkarnasyon inancını) Kuran-ı Kerim’den ve hadislerden çıkarmak ve delillendirmek mümkün değildir.” Yani o da böyle anlamış… ve devam ediyor: “(sayılanlar) … yeniden bedenlenme inancının İslam’a aykırı olduğunun kesin kanıtlarıdır. Yeniden bedenlenmenin aklî ve ilmî hiçbir delili yoktur.” (14. 07. 2003) Bu hoca bu konuda çok katı, hiç açık kapı bırakmıyor. Peki ‘olabilir’ diyenler acaba Karaman’a göre sapkınlık yoluna düşmek üzere olabilirler mi?
Bu konudan bir biçimde sıyrılmaya çalışan kimi dinadamlarımızın söylemleri de şöyle: “Yüce dinimize göre reenkarnasyon yoktur. Bütün bu yaşananların başka bir açıklaması olmalıdır.” Peki dine göre reenkarnasyon yoksa, ama ortada da böylesine inkâr edilemez olgular varsa, en çok senin ilgilenmen ve araştırman, bu konuda bir biçimde çaba göstermen gerekmez mi? Gerçi örneğin bilimadamları ile işbirliği gibi bir kaygınızın olmadığı, daha doğrusu böylesi bir korkunuzun olduğu biliniyor ama salt “dine göre yoktur” gibi bir açıklama bilimsel olabilir mi, ya da sizce yeterli midir. Yani iman’la kabul veya ret herşeyi çözmüş, meseleyi halletmiş olacak mıdır?
Sizce önemi var veya yok ama, demek ki kesin olarak ‘dînen böyledir’ de denilemiyor. Herkes kendi hocasından ne öğrendiyse onu tekrarlayıp duruyor ve en doğrusunu kendisinin bildiğini sanıyor. Gerçekteyse birşey bildiği yok; sadece “öyle inanıyor”. Peki, esasını bilmeden herhangi bir biçimde ‘inanmış olmak’ mıdır önemli ve yeterli olan. Üstelik “dînen böyledir” derken de birbirleriyle çelişip duruyorlarsa, hangisine inanacaksınız?
Bu konuda sadece dinadamlarında değil bilimadamları arasında da henüz fikir birliği oluşmamış. Psikologların önemli bir bölümü reenkarnasyon saplantısına hastalık nitelemesinde bulunuyor ve ‘dissosiyatif kimlik bozukluğu’ içinde değerlendiriyorlar; ama o tanımlama yine de daha çok ‘çoğul kişilik’ kavramına ilişkin gibi görünüyor. Psikanalistler de bölünmüş durumda; henüz emekleme dönemini yaşayan parapsikologlar çok daha makul; deneysel psikoloji uzmanlarıysa kapıları hemen kapatmayıp reenkarnasyonun ‘incelenmeye değer’ olduğunu kabul ediyorlar. Ölüm ânında vücudun 21 gram kadar hafiflediğini öne sürenler de var (hattâ bu konuda bir de sinema filmi yapıldı); ve sonra da soruyorlar, “bu cevher, ruh, öz, töz, bilinç… adına her ne derseniz deyin, işte o şey nereye gidiyor?”
Biraz daha geçmişe bakarsak, hemen tüm vedantik, hinduistik ve budistik uzakdoğu dinlerinde reenkarnasyon inancı vardır. Özellikle de Tibet lamaizminde oldukça yaygındır. Aksine yadsıyanlar tektanrılı-ibrahimî önasya dinleridir (musevilik, hristiyanlık, müslümanlık üçlemesi). Esasında onlarda da İsa’nın yeniden gelecek olması, mehdîlik… gibi inanışlarla bazı tereddütler ve birden fazla anlamda yorumlanan kutsal kitap metinleri ile dinkoyucularının bir kısım sözleri bu konuda yorum farklılıklarına neden olabilmektedir. Doğa dinlerinin neredeyse tümünde ruhun yeniden bedenlenmesi mümkün görülüyor. Kaldı ki klasik-skolastik islam ne kadar reddetmiş olursa olsun, islam toplumları içinden yetişmiş çok sayıda sufî (Mevlânâ dahil) insanın tekâmülüne ve ruhun gidip-gelmelerle gelişebileceğine; sonuç olarak taş, toprak, bitki, hayvan, insan döngüsünü tamamlayıp nihayetinde insan olarak gidip-gelmelerin sonucunda, meleklerden de üstün olan insan-ı kâmil düzeyine erişilebileceğine inanmıştır.
Bilinen en eski metinlerden olan ‘Sama Veda’nın Katha Upanişad’ında Ölüm Meleği, bir sorusu üzerine Nachiketa’ya şöyle der: “Sadece kendini beğenme ve çıkarlarını gözetme konusunda akıllı olup da gerçekte cehalet cehenneminde yaşayan, dünyanın tutkularına kapılmış ahmak kişi, kendisi gibi kör olan diğerlerine yolunu sorar ama hep olduğu yerde döner durur. Dünya malının gösterişine aldanan bu düşüncesizlere ebedî âlem’e giden yol açıklanmamıştır. ‘Yalnız bu dünya gerçektir ve bundan sonrası yoktur’ diyenler doğum-ölüm döngülerinden geçerlerken nasılsa tekrar tekrar avucuma düşeceklerdir”.
Upanişadlar bundan en az üçbinbeşyüz yıl önce akıl, zihin ve ruhu bugün dahi hayran olunacak biçimde açıklamışlar ve ikibinaltıyüz yıl kadar önce de yazıya dökülmüşlerdir.Şöyle kayıtlıdır; “Beden bir arabadır, ruh da onun içindeki yolcu gibidir. Bu arabanın sürücüsü akıl, dizginleriyse zihindir.” Ne kadar yalın ve güzel değil mi? Upanişadları, hattâ mümkünse bütün veda’ları bugünkü bilgilerinizle, akıl ve zihninizle okuyun; sonradan gelen bütün dinlere nasıl ışık tutmuş ve onları derinden etkilemiş olduklarını göreceksiniz. İsa’nın ve hristiyan azizlerinin sözleriyle islam peygamberinin ilk dönem edimlerine, hattâ pek çok âyetin ve hadisin kaynaklarına orada rastladığınızda hayret edeceksiniz… Örneğin Taittiriya Upanişad’ın ortalarında bir yerde şöyle yazar: “Sözcükler tanrıyı ifadeden, zihinse onu kavramaktan âcizdir.” Bu anlatımın hemen hemen aynısını İncil’de de, Kuran’da da bulabilirsiniz.
Ayrıca Kuran’da adı geçen, kökleri gökyüzünde, dalları ve yaprakları yere uzanan cennet ağacı dahi hinduların kutsal kitabı Bhagavad Gita’nın 15’inci bölümünden alınmıştır. Aynı paradoksal ağaçtan İncil’de de sözedilmektedir.
Yaradılışa ilişkin olan Aiteraya Upanişad’ın da Tevrat’ı ve Kuran’ı nasıl etkilediğini gördüğünüzde yine hayli şaşıracaksınız…Bütün bu benzerliklerin ilginç olmaları bir yana, bazı şeylerin aynı kaynaktan geldikleri hususunda da bizleri düşündürmesi gerekmektedir.
Yeniden doğumları fanatiklikten uzak ve aklıbaşındalıkla savunanların bugünkü görüşlerini genel olarak şöyle özetleyebiliriz: “Reenkarnasyon ilâhi adaletin tecellisidir, ama zihnin ve benliğin tesellisi olmamalıdır. Ona bağlanırsanız bunun adı bencillik olur. Yaşam sonsuz olduğuna göre reenkarnasyon(lar) da kaçınılmaz ve zorunlu olarak sürüp gidecektir.” Mesele sizin ondan ne anladığınız ya da onun ne olmasını istediğiniz değildir. Doğrusu ne olduğunu veya ne olabileceğini birisine ya da birilerine sormak yerine kendinizin araştırmasıdır. Nasıl mı? Örneğin bilinçlenmeyle ve meditasyonla işe başlayabilirsiniz.
Reenkarnasyon, bilincinizin bedeninizden sıyrıldıktan sonra, ya da halk arasındaki yaygın ve yanlış söylemdeki şekliyle ruhunuz bedeninizden ayrıldıktan sonra, o ruhun bir süre sonra halen içinde bulunduğumuz fiziksel dünyada yeniden vücut bulması ya da tekrar bedenlenmesi midir? Halbuki tekâmül yolunda tekerrür olmadığını biliyoruz. Yoksa siz böylelikle benliğinizin sürekliliğini mi düşünüyorsunuz olanca bencilliğinizle… Ya da egonuzun süregelen birşey olduğunu mu farzediyorsunuz. Anılarınız, zihniniz, deneyimleriniz, bilginiz midir yeni yaşamda sürüp gidecek olanlar… Sakın ruhsal varlığınızı sahte-benlik dediğimiz egoyla karıştırmış olmayasınız?
Şimdi gelelim yanıt bekleyen sorularımıza:
Dünyadaki tek boyutlu doğrusal zaman sizi yanıltıyor olmasın… Bu durumda sınırlı ve kısıtlı olan sıradan düşünce süreciniz reenkarnasyonu anlamaya yeterli olabilir mi… Peki doğrusal dünya zamanının dışında, bizim bilebildiğimiz o zamanın birimleriyle ölçülemeyen başka ve çok farklı bir zaman boyutu daha olabilir mi… Eğer bir ruhsal bedeniniz varsa, o bedenin fiziksel bedeninizin belleğinden farklı bir ruhsal belleği de olabilir mi… ‘Ben’ ve ‘ego’ acaba ruhsal mıdır, yoksa sadece zihinsel midir? Zihinsel ise sadece birer yanılgı mıdır… Beden ölüyor, ama ruh ölümsüz müdür? Öyleyse ruh neden yapılmıştır… Ruh, zihin ve bilinci ayrı ayrı tanımlayabilir misiniz; yani neye ruh, neye zihin, neye bilinç diyorsunuz… Aura nedir, astral ne demektir, kozmik ne demektir; ‘Varlığın Birliği’ size birşey ifade ediyor mu… Bütün bunlara açık, kesin ve tereddütsüz yanıtlar verebiliyor musunuz; veremiyorsanız reenkarnasyonu nasıl bileceksiniz, anlatmaya çalışılsa dahi nasıl anlayacaksınız… Tüm bu sorulara verilecek cevaplarınız yoksa o vakit reenkarnasyonu boşverin…
Devam edelim… Reenkarnasyon gerçekte var mı, ya da olmasını siz mi istiyorsunuz… Ölümsüzlüğün peşinde misiniz; yoksa ‘öyle olsa ne iyi olurdu’ demeye mi getiriyorsunuz? Böyle bir fikre sarılmak sizi rahatlatıyor mu? Ruh kavramı sakın (birilerinin dediği gibi) zihninizin size bir oyunu olmasın… Yani hiçbir şeyin kalıcı olmadığını farkeden zihin, ya da bağlı olduğunuz inancın dinadamları sakın sizi avutmak için önünüze ‘ruhun ölümsüzlüğü’ söyleminin yanına bir de ona bağlı ‘genedoğumlar’ efsanesini koymuş olmasın. Yani hiç durmaksızın yeniden bedenlenecek bir ruhun böylelikle sürekli olması fikri acaba gerçekte ‘korkak’ ama ‘kalıcılık arayan’ zihnin bir ürünü olabilir mi?
İkinci aşama sorularımızsa şunlar olabilir:
Karma kuramına göre ulaşılan bütün sonuçlar aynı zamanda yeni oluşumların da nedenleri olacağına göre, bütünüyle sonuçlanan bir önceki yaşam bir sonraki yaşamı az ya da çok şekillendiren nedeni mi oluşturacaktır?… Neden-sonuç ilkesinin yanında, üstüne üstlük bir de herşey birbirine bağlı ve bağımlı ise, bu durum aynı zamanda biraz da ‘kadercilik’ sayılamaz mı? Biraz olsun sayılabilir denilecekse böyle bir şey kesintisiz dönüşümün mantığıyla çelişir mi, çelişmez mi? Kaldı ki o halde yine asıl belirleyici sizin dışınızdaki ‘Yüce İrade’ olmuş olmaz mı?… Neden-sonuç ilişkisine ve ‘karma’ya ne ölçüde müdahale edilebilir; irademiz bu manipülasyonu ne kadar yapabilir?
* * *
Reenkarnasyon, bizim dinadamlarının kendileri bilmeden anlatmaya çalıştıkları gibi hindu ve daha önceki dinlerden esinlenen tenasuh, yani rastgele ruh göçüne dayanan bir kavram ya da anlayış değildir. Onlarda sonraki yaşamda yeniden hayvan bedenine dönme dahi söz konusu olabilmektedir. Oysa ki bizim anladığımız yeniden bedenlenmenin amacı tenasuh değil tekâmüldür; tanrısal adaletin tecellisine akıl, zihin ve en önemlisi bilinçle katılmaktır. Bu nedenle sürekli brahmanik veya eski hinduistik tenasuhtan söz eden islamcı profesörlerin çoğunluğu, aşırı derecede ve tekyanlı biçimde koşullanmış olmaları nedeniyle ciddi yanılgı içinde olup bilmedikleri bir konuda toplumu da yanıltmaktadırlar. Ruhçularsa bizce, reenkarnasyonu ‘ruhsal planlar’ ve ‘tebliğler’le birlikte bütün diğer aslî görevlerinin önüne geçirerek (ve maalesef aynı biçimde bilgiden ve algıdan uzak düzeye çekerek), böylesi bir konuya yoğunlaşmış olmakla bir başka büyük yanılgı ve ihmal içindedirler. Çünkü öncekiler bilinçsiz bir ‘reddiye’ye, ikincilerse bilinçsiz bir ‘ön kabul’e teslim olmuşlardır.
Reenkarnasyon ve karma kavramları birbirlerine bağlıdırlar. Genedoğumlar Doğu’da Taoculuk dahil en eski inançlardan beri; Ortadoğu’da Eski Mısır’dan, Batı’da ise Pisagor ve Eflatun’dan beri var olagelen bir kuramdır. Maya ve İnka toplumları da, kızlderililer de yeniden doğumlara inanırlardı. Anadolu’nun eski kültürlerinde de (yezîdîler, nusayrîler… vd.), hattâ şaman ve budist olan eski türk toplumlarında da bu inanca rastlanmaktadır.
Geleneksel musevîlikte yer almayan ruh göçü, bir tür ezoterik yahudilik demek olan Kabala’da vardır. Skolastik teologlarının şiddetle reddettiği reenkarnasyona hristiyanlıkta ilk kez 3’üncü yüzyıldan 6’ncı yüzyıla kadar Origencilik akımıyla yer verilmiş ve 19’uncu yüzyıldan itibaren de daha bir hoşgörü ile bakılmaya başlanmıştır. Oysaki İmparator Justinianus reenkarnasyonu ve Origenciliği putperestlikle eş tutmuş ve İstanbul Konseyi’nde kabul ettirdiği bir bildiri ile “ruhun önceden varolduğunu ve ölümden sonra tekrar bedenlenmelerle dünyaya döndüğünü destekleyenlerin aforoz edileceğini” ilan etmişti. Bugün de reenkarnasyonu kabul eden çağdaş hristiyan mezhep ve akımları mevcut olup bunlardan en ünlüleri ‘Liberal Catholic Church’ ve ‘Christian Spiritualist Movement’tır.
Karma ile ‘kadercilik’ gerçekte birbirlerine hiç benzemedikleri gibi taban tabana zıttırlar. Kadercilik, yaşamın anlamının küçümsenmesine ve amacının yitirilmesine yol açar; eylemlere ve onların etkileri ile sonuçlarına bağlı karmik görüş ise yaşama sürekli ve durmadan tazelenen gerçek anlamını kazandırır.
O nedenledir ki kadercilik bireysel varoluşun ve varolanın anlamını da ortadan kaldıracağı için, gelişme potansiyeline sahip bir varlık olan insana yakışmaz. Özetle kadercilik pasif, tüketici ve miskin; karma ise aktif, üretken ve mistiktir.
Dünya dediğimiz konukevinde kalma süremizi belirleyen beş temel faktör şunlardır: Kalıtım, beslenme, hastalıklar, stres ve kazâlar. Tüm bu etkilerin toplamına ‘kader’ diyebiliyoruz. Dinsel kadercilikse insanın tüm iradesine, yaratıcılığına ambargo koyarak benliğini yokeden; aklını, kişiliğini, bilincini ayaklar altına alan, onu aşağılayan bir tahakküm anlayışına sahip olma demektir. Yani ruh ve ruhçuluk ne kadar farklıysa, kader ve kadercilik de en az o kadar farklıdır.
Karma kuramı, biyolojik, fizyolojik ve embriyolojik kalıtımın gerçekleriyle çelişmez. Keza reenkarnasyonla evrim teorisi de çelişmezler; dikkatle incelenirlerse tam aksine birbirlerini tamamladıkları görülecektir. Kalıtım daha çok fiziksel özellikler üzerinde etkili olup, giderek azalan miktarlarda da zihinsel ve ruhsal özellikler üzerinde kısmen belirleyici ya da etkileyici olabilmektedir. Kaldı ki, o kadar abartılsa bile, bu etkilerin yaratıcısı sadece ebeveynler midir? Çoğu zaman tek yumurta ikizlerinin dahi yetenekleriyle psişik yapıları farklı olabilmektedir.
Evrim teorisi fiziksel ve biyolojik yaşamın, kısacası maddesel dediğimiz yaşamın oluşumu ile gelişimini açıklarken, karma ve reenkarnasyon kuramları zihinsel, ruhsal ve bilinçsel yaşamın oluşum ve gelişimini açıklamaktadırlar. İkisi birlikte değerlendirilmedikçe doyurucu bir açıklama yapabilmek mümkün olmayabilir.
Evrimleşerek bugünlere kadar geldik; gelirken de gerek fizyolojik olarak bu biçimlere gerekse de psişik olarak bugünkü yetişkinliğimize ve gelişmişliğimize eriştik. Herhalde insan da insanlık da bundan üçbin ya da dörtbin yıl önceki insandan ve insanlıktan oldukça farklı. Peki bundan sonra evrimleşmeyeceği nasıl düşünülebilir? Evrimin sonlanması evrenin sonu olurdu… Amaç hâsıl olmuşsa o biçimde devamın anlamı da olmazdı; veya yapacak-yapılacak birşey kalmamışsa kıyamet günü gelmelidir, değil mi? Çünkü öylesi bir durum yolun sonu olurdu…
Reenkarnasyon düşüncesi aslında, dilerseniz adına ruh diyebileceğiniz o yaşamsal cevhere, onun ana rahmindeki cenine üflenirken ilk kez yaratılmış olması yerine, başlangıcı olmayan geçmişten beri varolduğunu ve sonsuza kadar da varolacağını öne sürerek gerçek saygıyı göstermiş olur. Yani o cevher, semavî dinlerin söylediği gibi, belirli bir anda varedilip sonsuza kadar gidecek birşey değil de, öncesiz sonsuzdan evrimleşerek gelip sonrasız sonsuza gidecek birşey olmalıdır.
Önerimiz, hangi inançtan olurlarsa olsun dinadamlarının basmakalıp ve ister kabul, ister red yönündeki önyargılı yorumlarından çok, bu konudaki bilimsel araştırmalara itibar etmenizdir.
Reenkarnasyon konusunda en ciddi bilimsel çalışmalar ABD’li psikiyatrist Prof. Dr. Ian Stevenson tarafından yapılmıştır. Araştırmalarının büyük çoğunluğunu üniversitelerde gerçekleştirmiş ve dört farklı üniversitede tekrarlanan deneylerle sürdürmüş olan Stevenson, geçmiş yaşamlarını hatırladıklarını söyleyen ikibinden fazla çocuk üzerinde inceleme yapmış ve araştırmalarının sonuçları reenkarnasyon teorisini kesin sayılacak ölçüde doğrulamıştır.
Bilim çevrelerinde büyük ses getiren bu araştırmalar kitap halinde de yayımlanmış olup en tanınmış eserleri “Twenty Cases Suggestive of Reincarnation”, “Where Reincarnation and Biology Intersect”, “Children Who Remember Previous Lives” ve “European Cases of the Reincarnation Type”dır. Nedense hiçbirisi maalesef dilimize çevrilmemiş bu kitaplardan başka Dr. Stevenson “Cases of the Reincarnation Type” adlı yapıtının üçüncü cildini Lübnan ve Türkiye’deki olaylara ayırmıştır (Ocak 1980). Ayrıca, adını tam olarak hatırlayamadığım için burada yazamayacağım avustralyalı bir doktor da Hatay’a gelip araştırmalar yapmış, yeniden doğduklarını söyleyenlerin öykülerini toplamıştır.
Şimdi burada iki şeyi düşünmek gerekiyor. Birincisi, bizim bilimadamlarımız kendi içimizde ve topraklarımızdaki bu tür olayları dikkate bile almazken okyanusun her iki yakasından, dünyanın öbür ucundan gelen psikiyatristler araştırabiliyor. İkincisi, acaba bizim kafalarını kuma gömmüş teologlarımız, adının önünde ‘profesör’ unvanı olan dinadamlarımız böylesi çalışmaların varlığından haberdar mı değiller, yoksa dil mi bilmiyorlar; ya da araştırmaktan korkuyorlar mı? Kanıtlarını hep yüzyıllar öncesinin arap kaynaklarından sunduklarına göre demek ki başka birşey bilmiyorlar. Onun için yazımıza ‘adamcağız’ diye başladık ya… Bir de kalkıp hiçbir şeyi araştırmadan ve konu hakkında hiçbir şey bilmeksizin, salt dinsel bağnazlıkla ‘yoktur’ diye kestirip atmayı bilimadamlığı sanıyorlar. Bu olacak şey midir?
Böylesine ciddi ve önemli bir konuda kimseyi koşullandırmaya çalışmıyor, hiçbir fikri de empoze etmiyoruz. Zaten mesele aslâ ikna olup olmama sorunu gibi ele alınmamalıdır. Kimilerimiz bu konuda bir kanaat sahibi olabileceği gibi bir şeyler yaşamış da olabilirler. Yaşananların birbirine benzemesi de gerekmez. Ama artık bunca bilimsel araştırma ve bunların sonucunda elde edilen inkârı imkansız kanıtlar reenkarnasyonun varlığını neredeyse kesinlikle ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Reenkarnasyon vardır, ama bugün için bilinebildiği kadarıyla nedir ve nasıl bir süreçtir?
Reenkarnasyona ilişkin olarak uzak geçmişin hatırlanması ancak ilk ve erken çocukluk dönemlerinde mümkün olabiliyor. Aradan yıllar geçtikçe ya bu tür anılar unutuluyor ya da geçmişle bağlantı kopuyor. Bir de bu konudaki yeteneğini ya da yatkınlığını bir süre daha sürdürebilen olağandışı kimseler vardır. Böylesi doğal yeteneklerin dışında kalanlar arasında ise mistikler, üst düzey yogiler veya farkındalığını geliştirebilmiş ehl-i tarik olanlar (yolda yürüyebilenler) ile bu konuyu bilimsel olarak inceleyip doğru çıkarımlamalara varan bilimadamları ve ciddi araştırmacıları sayabiliriz.
Esas olan ’doğrunun bilinmesi’ ise, bizim görüşümüz; reenkarnasyonun varlığından yana böylesine sağlam kanıtların dikkate alınması, tamamen dinsel korku ve kaygılardan kaynaklanan yüzeysel ya da üstünkörü ve önyargılı söylemlere ise itibar edilmemesi yönündedir.
Yüzyıllardır diyoruz ki; insanı cehalet ve bağımlılıktan kurtaracak olan bilgi ve kısmî bilgilenme, bir başka taassuba ve bağımlılığa neden olmamalıdır. İşte bunun yolu ‘bilimsel şüphecilik’ (scepticism)tir. En doğru bildiklerimizden, ya da bildiğimizi sandıklarımızdan dahi yeri geldiğinde şüphe edebilmeliyiz. Başka türlü gelişme olmuyor. Aksi halde buna bir de kaderciliğin kolaycılığını ve tevekkülün olanca tahribatını eklediniz mi, alın size tüm şuursuzluğuyla bastıran ‘gericilik’…
Doğu halklarının nerdeyse ortak görüşü olan karma/reenkarnasyon inancına aşırı derecede bağlanan veya onu benimsemiş olduğunu sananların bir kısmı, Batı’nın kaba materyalist düşünürleri ile bu düşüncelerin izdeşlerine çoğu zaman kıyasıya saldırır (özellikle tutucu hindular) ve acımasızca eleştirirler. Kanaatimizce bu çok yanlış bir tavırdır. Varoluşumuzun sadece bir bölümünü bilen ve araştıran materyalist düşün ve bilim adamlarına teorimizi zenginleştiren, yolumuzun aydınlatılmasına yardımcı olan, bizi tekrar tekrar düşünmeye sevkeden kimseler olarak bakabilmeliyiz. O tür düşüncelerin izdeşleriyle özgürce tartışabilmeli, kanıtlar sunabilmeli ve her mütalâadan kendimizi geliştirmiş olarak ayrılabilmeliyiz. Sağlanan bilimsel ve ruhsal gelişmeler neticesinde kaba materyalizmin ve ateizmin insanın aklına ve bilincine artık hitap edemediği görülmektedir. Ama yine de diğerlerinden daha özgürlükçü ve anlayışlı olduklarından, onlarla konuşup tartışabilmek, görüş alışverişinde bulunabilmek, dinsellerle kıyaslanamayacak kadar kolay ve yapıcıdır. Bir yanda fiziksel duyularımızla algılayamadıklarımızı yok sayanların, diğer yanda hakkında gerçekte hiçbir şey bilmedikleri söylemlere körü körüne ve tamamen önyargılı biçimde inananların bulunması çok ilginçtir. Bize göre her iki tavır da tutuculuk olup aklın, gerçeğin ve bilincin yolundan bilerek veya bilmeyerek uzaklaşmaktır.
Buradaki asıl mesele şudur: Bilinçdışı olan, tamamen önyargılara ve önkabullere dayanan şeylerden, tabii bu arada tüm yapay ve gerçek dışı koşullanmalardan kurtulabilecek misiniz? Yani gerçekte ‘siz’ olmayan ama ‘siz’miş’ gibi size dayatılmış olan, kendiniz hakkında ‘sizi’ koşullandıran; gerçekteki-siz’i değil ama sizin zorla en önemli parçanız haline getirilmiş olan koşullu zihninizi, o yapay biçimde oluşturulmuş her türlü hurafe ve basmakalıplıktan kurtarabilecek, ya da tüm onları aşabilecek misiniz? “Aşkınlık” zaten bir bakıma da zihnin aşılmış olması demektir. Tabii bütün bunların söylemesi kolay da…
Toplum denilen bu organize ama şuursuz-sanal-yapay düzenleme tarafından yüzünüze o kadar çok maske takılabiliyor ki, dilerseniz siz de her role uygununu bulabilirsiniz. Peki ya özgün yüzünüz hangisi? Ancak aydınlanma yoluna girebilmişseniz gerçek yüzünüzü, o hiç bozulmamış, katışıksız, boyasız-makyajsız yüzünüzü bulabilir ve görebilirsiniz. Yani aynadaki yüz dahi sizin gerçek yüzünüz olmayabilir, pekçoğumuz için de muhtemelen değildir. Çünkü geldiğimizden gidişimize kadar rol-modellere uygun çok çeşitli yüzler kullanırız, kendimizi buna mecbur hissederiz. Zaten toplum ve çevremiz de bizden bunu beklemektedir; aksi olursa yadırgar ve bunu bize de belli ederler. Bu nedenle siz de hemen kendinize ve ‘yüzünüze’ çekidüzen verirsiniz. Ebeveyn yüzü, yönetici yüzü, politikacı yüzü, dinselin yüzü… hep böyle oluşurlar. Böylece esaretiniz ve yapaylığınız artar; siz, siz olmaktan yavaş yavaş uzaklaşırsınız. Davranışlarınız içtenliğini de, tutarlılığını da yitirir. Ama olsun, birilerinin, çevrenin, toplumun istediği gibi; onların beklentilerine uygun; onların yadırgamayacağı; sizi kabullenecekleri biçimde davranmaya başlamış ve bu rollere alışmışsanız ‘gerçek kendi’nizden uzaklaşsanız da mesele yoktur. Üstelik başarılı da olursunuz, sizi kabullenirler, beğenirler, seçimde size oy da verirler; önce küçük, sonra orta, daha sonra büyük çapta bir lider de olabilirsiniz… ama artık siz, gerçek siz değilsinizdir. Artık başkaldıramazsınız, gerçekte kurulu düzenin dişlileri arasında ezildiğinizi dahi farkedemezsiniz; hep kişiliğinizden bir şeyler yitirir, ama ‘büyük adam’ olursunuz… Tek şartı bütün bu toplumun koyduğu “sınırlar içinde tutarlı” olmanızdır. Artık rahat rahat başkaları için yaşayabilirsiniz, ama ortada gerçek-siz olmadan. İşte o nedenledir ki siyasetçi ya da dinadamı için “kendine olduğundan çok topluma zararlıdır” diyebiliyoruz. Çünkü aydınlıkta, herşeyin düzenli, doğal ve şuurla yaşandığı toplumlarda çoğu kez bunların adı sanı duyulmaz, kendilerine gerek kalmaz; bizdeki gibi her gün medyada boygöstermezler; herşey yolunda gidiyorsa zaten onlara ne gerek vardır ki. Ama geri kalmış toplumlarda siyasetçi ile dinadamı ne yapar eder kendinden sözettirir, kendini sürekli hatırlatır, önemsetir; yine de başarılı olamazsa, bile bile ortalığı karıştırır. Seçilebilmeleri tamamen size bağlıdır, ama seçildikten sonra tepenize çıkar, sizi horlar, hep yukarıdan bakarlar. Toplantılarda, miting meydanlarında, vaazlarında hemen seslerini yükseltir, yüzünüze karşı size yüksek tonlardan bağırıp çağırırlar. Onu dinleyenler de “Ne müthiş adam!” der; geçer gidersiniz…
Aydınlanabilmek için bunların etkilerinden de kesin olarak özgürleşebilmiş olmalısınız. Aksi halde varoluşa gerçek anlamda katılamaz; katıldığınızı sanırken hep bir yerde vaya bir yönde, bir tarafta edilgen biçimde saf tutmuş olabilirsiniz. Gerçekte bu dünya da, bu beden de zaten size ve hepimize tanrının bir lütfudur. Bu idrakin yanında bir de akıl ve bilinç sahibi iseniz siyasetçinin de dinadamının da bize verebileceği birşey kalmamış demektir. Bu noktaya dikkat ediniz; eğer siyasetçi de dinadamı da bize hâlâ birşeyler verebiliyorsa, demek ki yeterince gelişmemişiz demektir. Onlar bizlere ancak yapaylık ve taraf tutmanın hoşgörüsüzlüğünü bulaştırabilirler. Çünkü bir yerde saf tutan, taraf olan, ayrışmıştır; kendileri öyle olduğu için özlemleri de bizlerin ayrımcı ve ayrıştırıcı olmamız yönündedir; onlar bizi hep kendi yanlarına çekmek istemezler mi? Ama işte o vakit tarafsız ve özgür olamaz; doğallığımızı yitirir, yapaylaşır, belli bir düşüncenin veya inancın neferi oluruz. İstedikleri bizim özgür, demokrat, hoşgörülü, farkında ve gerçek “biz” olmamamızdır.
Karl Popper, “Şanssızlığımız, zekâmızın bilincimizden daha hızlı gelişmesidir” diyordu. Doğrudur, çünkü zekâmız hızlı gelişmiş ama bilgelik ve olgunluk getirmeye yetmemiştir de ondan.
Zihinsel süreçte daha başından bir şeyi varsaymaya da yoksaymaya da eğilim gösterilmiş olunabilir. Yoksayılanlardan başlanamaz, çünkü süreç orada sona ermiştir. Ama bir kez varsayılmışsa, yani inanılmış ve iman edilmişse, ondan sonraki düşünsel süreç artık hep bu varsayımın ya da inancın üzerine inşa edilir. Bu durumda önce genel anlamda ‘düşünce’nin ne olduğunu, daha sonra da kendi ‘düşünme sürecimizi’ irdelememiz gerekmez mi? Aksi halde olanca koşullanmışlığımız ve tekyönlülüğümüzle omurgasızlardan ne farkımız kalır…
Zihnin o varsayımdan özgürleşmesi iki şekilde olabilir: Yukarıdan aşağıya olanı uzun sürebilir, acılı ve yıkıcı olabilir; temelden çözümlemekse daha radikal ve kısa sürelidir.
Örneğin yine bir varsayım olan inanç için de benzer şeyleri söylüyoruz ve hep diyoruz ki, “İnanç, gerçeğin aranmasında engel olmamalıdır.” Korku kökenli inançlar en kötüleridir; çünkü onlar bilinci gölgeler, karartır ve onu, gerçeği bilme-öğrenme sürecinin dışına iterler. Bir kere inandınız mı artık ‘aramaz’sınız; tabii burada ‘şuursuz teslimiyet’ anlamındaki inançtan sözediyoruz… Esas olan ‘bilmek’tir, gerçeği bilerek ve olduğu gibi kabullenmekse erdem…
Oysa ki inanç değiştirmek aslında hiç de zor ya da kötü birşey değildir. Çünkü inanç ‘yapay’dır; bulunmuş, keşfedilmiş değildir; sadece ‘edinilmiş’tir. İsa’nın havarileri kimlerdi sanıyorsunuz; tabii ki din değiştirmiş yahudilerdi. Muhammed’in ‘ashâb’ı da dinlerini, inançlarını geride bırakmış, onlardan vazgeçmiş eski putperestler değil miydi…? Sonradan peygamberin kayınpederi, hattâ ikinci halifesi olan Ömer bin Hattâb bile, Muhammed’in peygamberliğini ilanından sonra tam yedi yıl daha putperest olarak kalmış, yedi yıl onun can düşmanı olmuş; hattâ birkaç kez onu öldürmeye teşebbüs etmişti. İnanç da, inançlı olmak da, inanç değiştirmek de işte böyle birşeydir; öyledir de sadece sizinkine dönüldüğünde mi iyidir?
Maalesef çoğumuz reenkarnasyona da işte böyle bakıyoruz. Ya ‘vardır’ diyerek, ama hiçbir şey bilmeden kabulleniyor veya genellikle de semavi dinlerin etkisiyle ‘yoksayıyoruz’. Ama artık inkâr edilemez biçimde bir takım veriler ortaya çıktığında bu kez yine dinsel motifleri kullanıyor, bazı hocalarımızın dediği gibi meseleyi ‘cin işi’, ‘şeytan işi’ olmalarına kadar vardırabiliyoruz. Bu, hakkında gerçekte hiçbir şey bilmeden ve araştırma gereği duymadan inkâr yoluna sapma kolaycılığıdır. Yani öncelikle zihinsel modelinizin ortaya çıkarılması gerekecektir. Peki bu durumda kendi kendinize karşı ‘yansız’ ve ‘nesnel’ olabilecek misiniz? Bu nokta çok önemli, çünkü bu başarılamazsa, yani önce kendinize karşı nesnel olmayı başaramazsanız olaylar ve olgular karşısında da nesnel olamazsınız. Bu kesinlikle ‘tarafsız tanıklığı’ gerektirir ki, onu sağlayacak bilebildiğimiz tek enstrüman meditasyon’dur. Meditasyonun belki çoklarına ilk duyduklarında tuhaf ya da abartılı gelmiş olan bilimsel yönü ya da bilimsel olduğu savı burada en azından yöntemsel olarak doğrulanmaktadır. Dinadamlarımızın yoga ve meditasyon karşıtlığının nedeni de budur. Çünkü o özgürlüktür, tarafsızlıktır, zihnin aşılması ve sürekli yenilenmedir. Düşünmenin doğası anlaşılmadan düşüncenin aşılması mümkün değildir. Bu nedenledir ki meditasyonda ilerledikçe zihinden bilince yöneliriz, olgunlaşırız; gittikçe daha erdemli hâle geliriz, ki bu durumda artık bilgelik yolunda ne kadar mesafe alabileceğimiz bizi kısıtlayan dışsal etkenlere değil, doğrudan bize bağlıdır.
Gerçekte yapay ve geçici olan şeylere sıkı sıkıya tutunursak ya da tutunduğumuzu sanırsak yanılırız. Ve işte o zaman ya bilmediğimiz bir şeyi bildiğimizi sanma yanılgısına, ya da aslında kolaylıkla bilebileceğimiz bir gerçekliği bir türlü görüp de bilememe talihsizliğine düşeriz. Bilgiye, zihne ve olaylara bağımlılık hep böyle gelişir ve güçlenir. Sonra da onlara dört elle sarılmaya başlar, onlarsız yaşayamayacağımızı sanırız… Oysaki hiçbirimiz ‘gerçek kendi’mizden başka hiçbir şey değiliz. Yaşamda ara hedeflerimizin olması hiç de kötü birşey değildir; kötü olan onların yaşamın bütününün, bütünsel anlamının ve amacının önüne, hattâ bizim de önümüze geçmiş olması ve aşırı önemsenmeleridir. İşte o vakit biz, biz olmaktan çıkıyor; o veya onlar olmaya başlıyoruz. Çarkın bir vidası olmaktan öteye gidememişseniz, işinizi yeterince iyi yapamadığınızda, eskidiğinizde, aşınıp yorulduğunuzda değiştirilen bir parçadan başka bir şey olmazsınız. O nedenledir ki pek çok emekli kendini boş ya da boşlukta hisseder. Ardından o çok değerli olgunluk günlerinde de boş işlerle uğraşarak yaşamının geri kalanını hebâ etmiş olur. Tüm dışsal farklılıklar geçicidir, kalıcı olan sadece içsel cevherdir; yani işte o bizi biz yapan, bizi insan yapan şey… Merkezden aldığı enerjiyle sürekli kendini yenileyip gerçek dindarlıkla, meditasyonla, yeniden doğumlarla, farkındalıkla, gittikçe daha üst ve nitelikli enerjileri kullanarak tekâmül yolunda özgürce ilerleyebilecek olan tek ve gerçek özümüz.
Zihin dönüştürülebilir olduğuna ve bizler de bunu başarabileceğimize göre demek ki bu dönüşüm büyük ölçüde irademize bağlıdır, duyularımız ve düşüncelerimizle etkilenebilir birşeydir; o halde buradan da fiziksel bir yanı olduğu ortaya çıkmaktadır. Fiziksel yani maddesel boyutu da olduğuna göre iki yönü olmalıdır. Yani tekâmül ettirilebilir ve süreksiz olduğundan bozulabilir de… Ama kesin olan tarafı sonlu olmasıdır, bu da karakteri itibarıyle fiziksel olduğunu gösterir. Yani oluşumu görünen ya da görünmeyen başka bir takım nedenlere ‘bağlı’ ve onlarla ‘bağımlı’dır. Nedenler, koşullar ve varolan etkileşimler değiştiğinde zihnin yapısı da değişebilmektedir. Bu nedenle de ‘güvenilemez’dir. Onun içindir ki ‘kalıcı da değildir’.
Kısaca geçelim; nispeten daha kalıcı ve daha az değişken olan unsur, aynı zamanda zihinle de bağlaşık olan ‘ruh’, ama asıl tanrısal cevher ise ‘bilinç’tir.
Her yeni deneyim zihne birşeyler katar; tabir yerindeyse ruh bundan çok daha az etkilenir, bilinç ise zaten ‘farkında’dır. Zihin gerçekte akıl-beden ilişkisinin bir oluşumu ve sonucudur, özünde yapaydır; ruh, bedenin yaşamsal unsurudur. Ama bilinç tanrısal olan bütünleyicisi ve insanın yücelticisidir. Bütün tekâmül bilince bağlıdır. Ondan esinlenmedikçe ve ona varılamadıkça beynin, aklın, zekânın, zihnin ve ruhun bütün fonksiyonları eksik, güvensiz ve verimsiz kalırlar.
Dağılıp çözülücü, biçim değiştirerek dönüşücü; kendisi çamur, gaz veya kül olucu olan; yani günlük dildeki karşılığıyla ‘yokolucu’ bedenin, kaynağı çok farklı ve daha süptil olan aslî hayatiyet unsurlarını (akıl, zihin, ruh, bilinç) da beraberinde yokedeceğini düşünemeyiz. Üstelik onlara dair kayıtlar bir başka ortamda veya boyutta yerlerini almışken. Yani her şeyi, bedenin o çok sınırlı varoluş veya onun doğrusal dünya zamanıyla ölçülebilen ‘hayatiyet’ süresiyle ölçmeye kalkarsak kesinlikle yanılırız. O nedenledir ki ruhçuların ‘bedensel varlık’ veya ‘bedensel ruh’ söylemleri tümden yanlıştır. Bedenin ‘yaşayan’ bir beden olabilmesi için, adına ne derseniz deyin böyle bir cevhere ihtiyacı vardır. Yani biyolojik veya fizyolojik bütünlük ya da noksansızlık bedenin yaşıyor sayılabilmesine yetmez; ama o zihnin/ruhun/bilincin varlığını sürdürebilmesi, içinde yer alabileceği bir bedenin mevcudiyetine bağlı değildir. Yani ‘canlı’ denilen bir beden ruhtan/bilinçten yoksun kalamaz, öyle bir durumda şuurlu varlığı sürdürülemez; ama ruh/bilinç, fiziksel bir beden olmadan da varlığını sürdürebilir. O nedenledir ki ‘bedensiz varlıklar’ denilerek anlambilimsel olarak görünürdeki bilinmezliğiyle desteklenmiş biçimde kavramsal kargaşa yaratmak ve sonra da bu durumdan yararlanmak, istismarcılık kabul edilmelidir.
‘Orası’ – ‘burası’ demek her ne kadar doğru değilse de anlatım kolaylığı sağlaması bakımından ifade etmek istersek, bir bakıma nasıl ‘orası’ buranın mahkemesiyse, ‘burası’ da oranın mahkemesi; her ikisi de birbirinin hem sonucu, hem de nedenidir. Böyle bakılırsa diğer birçok felsefî kavramın yanında Tao’yu da daha iyi anlamak mümkün olabilecektir.
Reenkarnasyonu reddederek tekdoğumluluk düşüncesini kabul eden korku kökenli dinsel düşünceler tanrısal adaletin nasıl tesis ve tecelli edeceğine dair ciddi sorulara hiçbir tutarlı yanıt verememektedirler. Böyle olunca ister istemez ruhsal tekâmül fikrine de fiziksel evrim teorisine de sözbirliği etmişcesine karşı çıkmaktadırlar.
Yani diyelim ki 2015 yılında bir kadın hamile kaldığında, o tarihte ansızın ve yepyeni bir ruh yaratılacak (veya başka birilerinin dediği gibi, önceden yaratılıp da ‘askıda’ bekletilen ruhlardan biri), o cenine hayat verecek; doğan bebek 12-15 yaşlarına ölecek ve daha hayatı doğru dürüst tanımadan, yeterince olgunlaşıp kendini geliştiremeden, dînen sorumlu tutulduğu sürenin sevap-günah muhasebesine göre ya ebedî cennete, ya da yanarak cezasını çekmek ve tanrının gazabını tatmak üzere o feci cehenneme gidecektir. Halbuki biliyoruz ki hatâlar da birer öğretmendir. Kimi zaman deneyim kazandırır, kimi zamansa olgunlaştırırlar. Hiç hatâ yapmamış olmak gibi bir durumdan zaten söz edilemez. Peki aynı dinler, uzun yıllar günahkâr sayılanların daha sonra nâdim olarak çok iyi, makbul, çok üstün şahsiyetler hattâ din büyükleri haline gelebildiklerini de söylemiyorlar mı? Öyleyse böyle bir tanrısal adalet olabilir mi?… Veya çok küçükken ölen ve hiçbir deneyim yaşamadan, kendilerini geliştiremeden, bu dünyayı hemen hiç bilmeden terk eden çocuklarımız için; dine göre günahsız bir biçimde cennete gideceklerinden, onları bizden erkenden aldığı için tanrıya şükür mü etmeliyiz? Sonucunda bu noktaya çıkan, böylesine yanlış bir mantık ve anlayış olabilir mi? Peki böyle bir dinsel anlayış ve dinbilim olabilir mi? Hem her bir doğum için her defasında yeni bir ruh yaratılıyor, veya onca yıl bekletilenlerden sırası gelen birisi kullanılıyor, ama hiçbir deneyim yaşamadığı için öldüğünde doğrudan cennete gönderiliyorsa ve yaşayabilen hemen herkes kaçınılmaz olarak bir ölçüde günahkâr oluyorsa, buradan ister istemez ‘o halde dünya kötüdür’ sonucu çıkmıyor mu? İşte klasik dinadamının, zihinlerin varmasını istediği nokta budur. O halde, bu çarpık mantıkla, ikinci adımda kaçınılmaz biçimde varılabilecek düşünce de şudur: “Kötü olan, ya da insanı kötülüklere sevkeden, bir şekilde sizi günahkâr duruma getirmesi kaçınılmaz olan böylesi fanî ve aldatıcı bir dünyayı boşverin. Önemli olan öteki âlemdir. Orada salâha ve felâha erebilmek için de bize kulak verin. Sizi ancak biz selâmete ulaştırabiliriz”. İşte sonuç, işte ‘yok’ denilen ruhban sınıfı ve onların marifetleri…
Tabii böyle din adamlarına kızarak tanrısal adaleti sorgulayamayız. Bu durumda yapmamız gereken şey, önce kendi aklımızı ve zihnimizi sorgulamak olmalıdır. Taraf tutan, zalim, insanın önce kaderini oluşturan, sonra da kalkıp bunun hesabını soran adaletsiz bir tanrısal planlama olmamalıdır, olamaz da. O yüzdendir ki insanları gerçek dindarlığın yolundan alıkoyan en önemli etkenler işte böylesi cahil dinadamlarının söylemleri ve telkinleridir diyebiliyoruz. Dinadamlarının, böyle durumlarda insanların yoldan çıkmasının vebalini kalkıp da şeytana yüklemeye çalışmaları tam anlamıyla sorumsuzluk, kolaycılık ve saçmalıktır. Üstelik böylesi bir şey, tanrısallığın karşısında yer aldığı söylenen şeytanîlik kavramını, dolayısıyla da şeytanı yüceltmek olmaz mı?
Şurasını da unutmamak gerekir ki, genellikle bizim ‘başlangıç’ dediğimiz ‘zihnimizdeki başlangıç’, ‘son’ dediğimiz de ‘zihnimizdeki son’dur. Yani bunlar zihnimize ve onun kullandığı sınırlı-doğrusal zamana özgü ve zihnin onu kendince, kısıtlı ve hatâlı kavrayışının sonucu oluşan yanılgılardır.
Gündelik hayat ve onun meşguliyetleri, daha nitelikli bir yaşam sürdürebilme mücadelesi, başkalarıyla rekabet ve yarışma güdüsü maalesef insanın gerçek içsel gelişimi için daha fazla imkân ve zaman ayırabilmesine engel olmaktadır. Kendimizi geliştirmek ve dönüştürmek elimizde olmasına rağmen çoğu kez bu olguyu düşüncemize taşıyabilmekte zorlanıyor, kimi zaman da önceliği ister istemez başka şeylere ve diğer sorumluluklarımıza vermek zorunda kalıyoruz. Oysa ki yaşama saygı tam aksi bir tutum ve davranışı gerektirmektedir. Öyle olunca da saygıyı, şefkati, hoşgörüyü ve tabii tüm bunların yanında içsel gelişimimizi ihmal etmiş oluyoruz. O zaman ruhsal gözümüz açılamıyor, dünyayı ve çevremizi hep eksik görüyor, eksik algılıyoruz. Bu da kaçınılmaz olarak bizi bencilleştiriyor, olası bir farkındalıktan uzaklaştırıyor. O halde klasik eğitim ve öğretimin ötesindeki daha ileri bir başka eğitime ihtiyacımız var demektir. Üretime katılmayı düşündüğümüz kadar ‘varoluşa katılmayı’ da düşünebilmeliyiz. Unutulmaması gerekir ki, hürmet, ihtiram, rahmet, merhamet… gibi etimolojik olarak aynı kökten gelen bu sözcük ve kavramlar yaşama saygımızı ve sevecenliğimizi besler ve güçlendirirler. Bu, dışsal dünyayı ihmal etmek ya da ona karşı duyarsızlaşmak değil, aksine daha bilinçli bir içsel yaşama erişerek dışsal yaşamı da daha doğru algılamak, doğru ve olumlu etkilenip olumlu etkileme gücünü kazanmış olmaktır.
Daha doğru ve tutarlı bir içsel gelişime erişemedikçe herhangi bir sanat eserinden, örneğin resimden, müzikten, mimariden, heykelden… yeteri ya da gerektiği biçimde etkilenebilir veya onun tadına, güzelliğine, zevkine varabilir misiniz? İçsel gelişimde yol almadıkça tüm yaşamımız boyunca cahil ve duygu fakiri olarak kalmamız kaçınılmazdır… Bu da en azından ‘idrak noksanlığı’ değil midir? Yani, önce içimizdeki tanrısal olana erişebilmeliyiz ki, çevremizdeki tanrısal ihtişamın farkına varabilelim. Bunun aksi mümkün değildir; başaramazsak koşullara ve sorunlara teslim olmuş oluruz. Onun adı da ‘içsel huzur’ olamayacağı gibi gerçekte ‘mutluluk’ da değildir; olsa olsa ‘kendini aldatma’ olabilir.
Unutmayınız ki gerçek, ne düşüncenizin ne de zihninizin ürünüdür. Ama eğer sizin zihniniz, aklınız ve düşünceleriniz büyük ölçüde gerçeğin ürünü ise ve bilinçle iletişimi üst düzeye çıkabilmişse ne mutlu size…
Meselenin aslı bir bakıma şudur: Ruh ya da zihin kalıcılığı ararken, zamanla bağlandığı şeylere ve maddesel değeri olan birtakım nesnelere, olmasını arzuladığı ya da o an için işine geldiği gibi önem, kalıcılık ya da süreklilik atfetmiş, onların mutluluk kaynağı olduğunu sanmıştır. Çünkü kendi bağımlı olduğundan, sürekli bağımlılıkla ilişkili ya da bağımlılık yapan maddeler, nesneler ve fikirler arayıp durmuştur. Halbuki onların tümü gelip geçici, önemli bir kısmı da sahtedir. Sürekli olanı araken gelip geçici olanlara kapılmak en büyük aldatmaca ve tabii ki aldatılan için de en büyük yanılgıdır. Ama o çoktan bunlara inanmaya ve kapılıp gitmeye hazır hâle gelmiş veya getirilmiştir.
Dinseller, psikolojik gelişimden, çoğu kez sonraki muhtemel değişim nedeniyle korkarlar. Gerçek anlamda tinsel olamadıkları için sürekli gergin ve endişelidirler. Onlar için dünya ve bütün evren, ruh ve madde olarak bölünmüştür, böyle olunca doğal olarak içsel bütünlüğün sağlanması da yaşamın birliğinin algılanması da bir türlü gerçekleşemez.
Bugün fiziksel yapımızla ruhsal yapımızın, ayrı ayrı düşünüldüklerinde dahi birbirlerini karşılıklı olarak nasıl etkilemekte olduklarını bilmeyenimiz yoktur. Ama acaba hepsi bu kadar mı? Başka yapılarımız veya başka bedenlerimiz yok mudur? Doğu mistik geleneklerinde yedi farklı bedenimizden sözedilmekte olduğunu önceki yazılarımda ifade etmiştim. Keza batının ‘teozofi kuramı’nda da, her insanda algılanabilmesi kişisel gelişim süreci ve düzeyine (farkındalığa) bağlı olan birbirinden farklı ama birbiri ile ilintili yedi farklı bedenden sözedilir. Teozofideki bu yedi beden fiziksel, duygusal (astral), zihinsel, ruhsal, üst-spiritüel, yüksek (monad) ve kozmik bedenler olup ilk dördü kişisel oluşumlarla, son üçüyse yüksek bilinç ve algılama düzeyleriyle ilişkilidir. Kesinlikle Doğudan alındığı ve kısmen çarpıtılarak da olsa, ‘kök çakra’dan ‘taç çakra’ya kadar çıkan, yani yoğun’dan süptil’e ya da kaba fiziksel’den kozmik’e doğru yükselen yedi çakralı sisteme benzetilmeye çalışıldığı çok açıktır. Teozofi kuramı ve daha sonra Rudolf Steiner’in kurup geliştirdiği Antroposofi Derneği batı ruhçuluğunu derinden etkilemiş ve biçimlendirmiştir.
Bizim dinadamlarımız nedense hep islamın, Eski Yunan’ın etkisiyle bilim ve felsefede çok kısa bir süre gelişme gösterdiği dönemden pek çok örnek verirler de bütün Avrupa, Ön Asya ve tümüyle Ortadoğu henüz herşeyden habersizken bugün dahi hayran olunan, düşünsel plandaki o çok büyük ve önemli gelişmeleri yaşamış ve İslam sufîleri de dahil olmak üzere dünyanın tüm geri kalanını derinden etkilemiş olan Doğu bilgeliğinden, oraların felsefi gelenekleriyle biliminden hiç sözetmezler. Onlara göre, olumlu olan herşey kendi dinleri ile başlamış olup önceki dönem tam bir ‘cahiliye’ dönemidir (!). Oysa ki koskoca hint, çin, türk, inka ve aztek uygarlıkları; devâsa sümer, mısır, roma, pers ve eski yunan dönemleri… onların gözardı etmeleriyle yok mu sayılacaktır… Bunları bilmiyorlarsa ayıp, kasıtlı davranıyorlarsa hem aldatmaca hem de günahtır…
Yine kadim doğu geleneklerinin pek çoğunda insanın birden fazla ruhu olduğu söylenirdi. Çağdaş psikoloji bilimi de Gurdjieff’i doğrularcasına insanın birkaç özbenliği olduğunu kabul eder; bu benlikler ilgi alanlarıyla, eğitimiyle, dinsel inancıyla, yaşamını kazanma biçimiyle… ve daha pek çok faktörle etkileşim halindedir. Karl Marx da şöyle dememiş miydi: “Bir köylü, köylü gibi düşündüğü için köylü olmamıştır; köylü olduğu için köylü gibi düşünür.”
İyi bir araştırmacı ilgili disiplinlerle ve bilim dallarıyla ilgisini ve ilişkisini aralıksız sürdürebilmeli, bilimsel çalışmaları yakından izlemeli; gerek yolu izlerken gerekse de bazı sonuçlara erişebilmeyi başardığında hem onlara karşı tarafsız olmayı hem de o sonuç ve değerlendirmelerden dahi özgür olmayı başarabilmelidir.
Kutsal kabul edilen eski metinlerin hemen hepsinde reenkarnasyondan söz edilmiş ama ayrıntılı bilgi verilmemiştir. Nedeni insanlarımızın henüz hazır olmamalarıdır. İnsanlık için üçbin-beşbin yıl nedir ki? Ama artık yepyeni ve çok farklı bir idrak boyutuna ulaşmış bulunuyoruz; tabii ki bu erişim her dönemde çok az sayıda kimseye nasip olmaktadır ve bu hep böyle olmaya devam edecektir. Zaten herşey doğru görebilen, bilebilen, anlayabilen ve farkında olabilen için değil midir?
Hinduların kutsal kitabı Bhagavad Gita’da şöyle yazar: “Nasıl insan eskiyen giysilerini çıkarıp yenileriyle değiştirirse, (bedende oturan) ruh da eski bedeninden sıyrılır ve zamanı geldiğinde (koşullar oluştuğunda) yeni bedenine girer” II/22.
Yeniden doğumları kabul eden Batı’daki ilk büyük düşünür, Eflâtun’u da deriden etkilemiş olan Pisagor olup, bu konuda Stoacılar’a da fikir babalığı yapmıştır. Geçmiş yaşamlarını hatırlayan ve ayrıntılarıyla anlatan Pisagor’un yeniden bedenlenme inancı Orfik (Orpheus’tan) kökenli ve tekâmül amaçlı olup bu inancını Mısır’daki incelemeleri sırasında edinmiş olduğu tahmin edilmektedir.
Keza vahdaniyet de Doğu inançlarında öylesine yaygın ve ortak bir kabuldür ki örneğin hindulara göre ‘Kali’, tanrının fiziksel doğa biçimindeki görüntüsüdür. Benzer şekilde, budizme göre ‘nirmanakaya’ da Buda’nın sadece fiziksel görünümü, yani bir bakıma maddî biçim almış olan bedeni/elbisesidir. Kısaca özetlersek; bu inanca göre hepimiz aynı bütünün parçalarıyız ve amacımız da doğaya ve tüm insanlara bencillikten arınmış bir biçimde sevgi ve şefkatle hizmet verebilmek ve bu yolda her türlü kişisel tutkularımızı terketmektir. Bu hizmetlerimiz ölçüsünde tekâmülümüz gerçekleşir; karmamızın etkilerini de yaşamdan yaşama taşırız… Nihayetinde ‘Bir’ olanla, mutlak ruh’la, gerçek öz’le (sva), … bir oluruz. Hindu inancının da, az çok benzeşen budizmin de buraya kadarıyla sorunumuz yok. Ancak dinlere, mezheplere bölünüp organize olarak; şekilciliğe, ritüellere, seremonilere boğulup esasını yitirmiş olmalarıyla sorunlar da başgösteriyor. Bütün bu olumsuzluklar kaçınılmaz olarak o asalak ruhban sınıfını ortaya çıkarıyor, kutsal denilen metinler lastik gibi yorumlanıyor; sonra da yapaylaştırılan dinsel inançlara dayalı çatışmalar, hattâ kıyımlar başgösteriyor. Tanrı kavramı kişiselleştiriliyor, işin içine büyük ölçüde korku karıştırılıyor, zihinler esir ediliyor.
Yoksa her tür inancın içinden Mutlak İrade’ye saygılı, onu doğru algılayabilmiş ustalar çıkabiliyor ve yolumuzu aydınlatmaya devam ediyorlar. Bugün de, o kadar eleştirdiğimiz hindu düşüncesinin içinden son derece değerli ustalar çıkıp insanlığa samimi gayretleriyle ışık tutmaktadırlar. Ustaların kökenlerinin budist, zen, taocu veya müslüman… olmaları hiç farketmez. Tanrısallığı hissetmiş olmaları, ışığı algılamış olmalarıdır önemli olan; yöntemler değil. İnsanlığın ihtiyacı olan gerçek dindarlık da zaten budur. Yoksa bütün dünyayı şeklen kendi inancınızın mensubu yapamazsınız. Yûnus’un ilâhilerinde, Mevlânâ’nın Fîh-i Mâfîh’inde, eski Zen metinlerinde, Buda söylemleri Tripitaka’da, Tao’da, İsa’nın mesellerinde… doğru bakıp da görmesini bilenler için aynı kaynaktan gelen hikmetler vardır… Örneğin Zen’deki bambu gelir, mevlevîlikte sazlıktaki kamış oluverir. Zaten Zen öyküleri de mevlevî menkıbelerine çok benzerler. Dikkatlice bakarsanız ortak yönleri sizi şaşırtacaktır. Öğrenci-öğretmen ilişkilerinden öğretim yöntemlerine, törenlerde kullanılan müzik âletlerine kadar pek çok benzerlik gözlemlenebilir. Mevlânâ’daki Zen etkilerinin Tebriz’li Şems’ten sonra artmış olduğu çok açıktır, ama bunlar ancak her ikisini de bilenler tarafından anlaşılabilir.
Ortaklaşılan tabii ki din değildi, ama ‘dindarlık’tı. Çünkü dinler bir biçimde sistematize edilmiş oldukları için yapay ve o nedenle farklı; dindarlıksa tek, doğal ve evrenseldir. Bu nedenledir ki dinselliğin dindarlığı olmaz; gerçek dindarlığınsa organize olmuş bir dini yoktur. Bugün için de aynı şey geçerlidir ve eğer bir dinin tutuculuk derecesinde izdeşi iseniz, gerçek anlamda dindar, nesnel ve hoşgörülü olamazsınız.
Dinler, dünyadaki en nadide varlık olan, türünün başlangıcından bugüne kadar her birinin bir eşi daha yaratılmamış olan insanı ve onların oluşturduğu bütün insanlığı kendi dar kalıplarına sığdırmaya çalışıp dururlar. Hem de her bir din, en doğrusunun, tek doğru ve kusursuz olanın kendileri olduğunu, tüm diğerlerinin yanlış ve sapmış olduğunu bıkıp usanmadan tekrarlayıp durarak. Şöyle de bir şart koşarlar; ‘sadece bizim dediğimiz biçimde inanacak ve yalnız bizim dediğimiz şekilde ibadet edeceksin’. Onun yanında da kafanızı sürekli karıştırmaya yetecek kadar bir dolu şekil şartı sıralayıp dururlar. Kimileri yaşamınızın her alanına müdahale eder, onu kendi önerdikleri ve olmasını istedikleri gibi birörnek düzenlemeye çalışır, aynı kalıba sokmak isterler. Oysa ki dünyanın sonu gelene kadar hiç birimizden bir tane daha yaratılmayacağını umursamazlar. Yeter ki sen sürekli, kayıtsız-şartsız biçimde onları izle…
Dinadamları için hiçbir zaman ‘insan’ amaç olmamıştır; onlara göre insan daima bir ‘araç’tır. Onlar bireysellikten sürekli korkmuşlardır; karşılarında hiçbir zaman tek başına, özgür, farkında bir insan istemezler; hep bir ‘güruh’ ya da bir ‘cemaat’ olsun isterler. Tek tek insanla uğraşılır mı; bu son derece tehlikelidir; her zaman akl-ı evvel’in biri çıkıp dinsel büyüyü bozabilir. Ama ‘biçimlendirilmiş’ kitleler çok kolay yönetilebilirler ve onlar bu nedenledir ki toplumdaki herkesin birbirine benzemesini isterler, ama nasıl? Sadece ‘kendi istedikleri’ gibi… Bu ise insanı yüceltmek değil, aksine önemsizleştirmek, sindirmek hattâ bir bakıma değersizleştirip aşağılamaktır. Korku esaslı inançlarının temelinde bu yatar, üniform topluluklar kolay yönetilebilirler… Sürekli diz çöken, af ve bağışlanma dileyen, âciz olduğuna inandırılmış; kendini aşağı, dünyayı da aldatıcı görmekten dolayı bir türlü birey olamayan; tek başınalıktan alıkonulmuş, gerçek iradesi yok edilmiş; sürekli taklit eden, aslâ yaratıcı olamayan; hayallerinden bile korkan, özgür düşünme gücünü ve yeteneğini yitirmiş kişilerden oluşan saf, iyi niyetli ama çoğu yaşayan ölüler haline gelmiş ‘inançlı’ yığınlar. Herkes vasat, herkes korkak, herkes günahkâr, sıradan ama son derece itaatkâr…
Tanrıya şükür ki yeni bir bilinçlenme dönemine girmiş bulunuyoruz.
Yeni dönemde bir kere daha hatırladığımız, hattâ derinden hissettiğimiz nihai amaç, bilince ulaşmayı engelleyen nedenlerle koşulların ortadan kaldırılmasıdır. Bunların arasında yanlış eğitim ve koşullanma, sıradan ve şuursuz dinsel kökenli inançlar, zihinsel dönüşümü engelleyen olumsuz çevresel koşullar, maddesel tutkular, bir takım basit ve sıradan zevklere aşırı bağlanma… sayılabilir. Bütün bunlar gerçek anlamdaki özgürlüğün ve farkındalığın önündeki ciddi engellerdir. Çünkü böylesi bir durumda doğallıktan uzaklaşılır, duyularımız yanıltıcı; algılamalarımız yanlış; genel düşüncemiz mantıksız, çarpık ve düzensiz; ilişkilerimiz sağlıksız; kişilere ve olaylara bakışımız hoşgörüsüz; genel zihinsel ve ruhsal yapımız da kaçınılmaz olarak yeterli sevgi ve şefkatten yoksun olur. O zaman istediğimiz kadar şekilsel ibadetlerle vakit geçirelim, dinsel buyruklara uymak için çabalayalım, gerçek tanrısallık anlayışının uzağında kalır, o bilince erişemeyiz. İşte o zaman hep söylediğimiz gibi hristiyan, müslüman, hindu, budist… olmanızın anlamı kalmaz. Oysa ki tüm bu olumlu özelliklere sahipseniz yukarıdaki dinsel inanışlara az çok bağlı veya mensup olmanızın, bu defa da olumlu anlamda önemi kalmamış demektir.
Aslında ‘ruhsal ağırlıklı bir yaşam sürme’ tanımı da eksik ve yanlıştır. Doğrusu ‘bütünleşik yaşam sürme’ olmalıdır. Mevlânâ’nın söylediği bundan farklı bir şey değildi: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol!” Ama burada eksik kalan şey ‘ne olduğumuzu bilmek’te gizlidir. İşte o zaman aydınlanma yolundaki asgari şartlar yerine getirilmiş demektir. Zaten aydınlanma denilen şey de bir bakıma sıradan farkındalığı da aşarak tanrısal realiteye, yani ‘bilince erişme’ değil midir? Sıradan farkındalık başlangıç için önemli ve gerekli bir adımdır; ama yeterli değildir.
Özgürleşme de, farkındalık da şuurlu olmalıdır; bu tutarlılığa erişebilmenin yolu bir tek şeyden, zihnin dönüşümünden geçecektir. O zaman zaten bütün eylem ve edimlerimiz, tüm yaşam tarzımızla birlikte insanlık ideallerine ve tanrısallığa uygun bir seyir izleyecektir. Bunun uyandıracağı huzur, bizi kaçınılmaz olarak ‘Birlik’ duygusuna ve düşüncesine götürecektir. Kimilerinin ‘ruhsal’, bizimse ‘bütünleşik’ olarak nitelediğimiz yaşam biçimi de aslında budur. Başlangıçta hangi inancı benimseyerek yola çıktığımızın ya da ‘kültürel’ olarak hangi dinsel veya felsefi inançlardan etkilenmiş olduğumuzun bu aşamada hiçbir önemi yoktur, varsa da zamanla kalmaz; onun yerini kaçınılmaz olarak ‘Varlığın Birliği’ anlayışı alacaktır. Ego’dan arınmış gerçek sevgi, şefkat, merhamet ve özetle bilgelik oradadır. Bu gerçek ‘insan olabilme süreci’dir.
Şuurumuz (bilinç) kapalı, örtülü veya karartılmışsa, sentetik ve toplama unsurları da içeren bir düzenek olan ruh yolunu yeterince doğru bir biçimde bulamaz. Blincin aydınlığından yararlanamayan ruhsal bir yaşam bu nedenle eksik ve yetersiz kalır. Yani her zaman aslolan bilinçtir. Bilinç ‘gerçek-kendi’mizdir, bizim ‘tanrısal’ olan varlığımızın özüdür.
Ortadoğu dinlerinde tek başınalığa aslâ müsaade edilmez. Bu dinlere göre bizi her an, her durumda, her ne yaparsak yapalım sürekli olarak ya tanrı izler ya da görevlendirdiği melekleri… Yani bu sembolik olarak ‘özgür olmadığımız’ ve aynı zamanda da sürekli olarak gözetim, denetim ve himaye altında bulundurulmamız gerektiğine dair, daha sonra koşullanmaya dönüşecek olan bir tenbih ve telkindir. Hep ‘sürü psikolojisi’ne sahip ve ‘sürü kültürü’ne ait olmamız istenir. Onlarda ibadetin bile cemaatle veya toplu halde yapılanı makbuldür. Unutmayınız ki ‘sürüden ayrılanı kurt kapar’ da bir peygamber sözüdür. Ortadoğu’nun son üç dininin peygamberi de yaşamlarının bir bölümünde çobanlık yapmıştır. Yuhanna İncili’nde olduğu gibi, İslam peygamberinin hadislerinde de çobanlıktan övgüyle söz edilir ve ‘çobanlık yapmayanın peygamber olamayacağı’ vazedilir. İslam peygamberi orta ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve ticaretine peygamber olduktan sonra da, hattâ Medine döneminde de devam etmiştir. Veda Haccı’nda yetmişten fazla (bazı kaynaklara göre ise yüzden fazla) büyükbaş hayvanı (deve) kurban ederek, kırk taneden fazlasını bizzat kestiği bilinmektedir. Nitekim bugün de hac ibadeti sırasında onbinlerce kurban kesilmekte ve kesilen hayvanlar heba olup gitmektedir. Maksat ticaret olsun… Bugünlerde neyse yine soğuk hava koşullarını haiz frigorifik kamyonlarla taşınarak pek az da olsa bir kısmı değerlendirilebiliyor; eskiden neredeyse tamamı, kesildikten sonra topluca gömülmekteydi.
* * *
Gençlik yıllarının önemli bir bölümünü (en az 11-12 yıl) ve muhtemelen çarmıh’tan sonraki yıllarını da bugünkü kuzeydoğu Hindistan ve Tibet’in bulunduğu topraklarda geçiren, böylelikle 18-29 yaşları arasında Doğu bilgeliği ile tanışıp büyük ölçüde etkilenen ve bu sayede içinde yetişmiş olduğu yahudilikten, yapısı ve karakteri itibarıyle bambaşka bir inanç ve yaşam biçimi çıkaran İsa, ‘tanrının krallığı’na ulaşabilmek için iki koşul öne sürerdi. Bunlar, “yeniden doğmadıkça” ve “tekrar çocuk olmadıkça” oraya varılamayacağı ve ikisinin de birer gereklilik, hattâ zorunluluk olduklarıdır. Ön Asya ve Ortadoğu’nun o zamana kadarki bütün inanç sistemleri korku esaslı, yasakçı ve aşırı derecede ritüelikti. Hristiyanlık ilk kez ‘ahlâkçı’, sevgi, merhamet ve bilgeliğe dayanan ‘mistik’ bir inanç sistemi olarak ortaya çıkmıştı. Dikkat edilirse, o yörede İsa düşüncesinden önceki ve daha sonra yaygınlaşma imkânı bulabilen dinsel inançlarda mistik ve ezoterik boyut ya hiç yoktur, ya da bir hayli zayıf ve önemsizdir. Zaten islama da sufîlerce sonradan kazandırılmıştır.
Buradaki ‘çocuk olma’nın ne anlama geldiğini önceki yazılarımızda açıklamış, zihnin doğum ânındaki kadar saf ve temiz bir ‘tabula rasa’ olmasının, ya da Zen izdeşlerinin ‘başlangıç zihni’ veya ‘Buda zihni’ dedikleri kadar arınmış, daha doğrusu ‘bozulmamış’ haldeki aslî niteliğine dönmesinin kastedildiğini belirtmiştik.
Bilindiği gibi ‘yeniden doğuş’ kavramı bütün semavi dinlerde halen de tartışmalı olup, geriye kalanlardan kimilerinin tekâmül için insanın yeniden ve yeniden bedenlenmesinin ve kendisine tanınan fırsatları kullanarak her seferinde daha üstün ve daha bilinçli olarak varoluşlarını sürdüreceğine, kimilerininse gittikçe daha bilinçli hâle gelerek bu dünyada ve bu yaşamında yeniden doğacağına işaret ettiğini ifade etmiştik. Ama reenkarnasyonu kısmen kabul edebilen inançlarda buradaki tek bir yaşamın ve sadece bir kez bedenlenecek olmanın bu amacın gerçekleşebilmesinde ne ölçüde yeterli olabileceği tartışılmamıştır. Yani yukarıda belirttiğimiz gibi semitik-ibrahimî dinlere göre, dünyaya gelmiş ve gelecek her insan için yeni bir ruh yaratılmış olmakta ve daha ana rahminde cenin-beden’e ‘üflenmekte’dir. Bu inançlarda henüz doğmadan ölenlerle, doğum sırasında veya erken çocukluk yaşlarında ölenlerin ruhlarının doğrudan cennete gideceği kabul edilmektedir; çünkü onlar ‘sınavdan muaf’ ve her türlü ‘günahtan münezzeh’tirler. Böylesi bir mantığın anlaşılabilmesi, kabulü ve benimsenmesi ‘o inancın sahibine’ kalmıştır. Hal böyle olunca, yani insanın sadece bir kez böyle bir şansa sahip olduğu kabul edilince, semavi dinlerde kayıtsız şartsız itaat ve kulluk ile kadercilik ve korku ister istemez ön plana çıkmış ve bütün bu tür dinlerin ortak ve belirleyici özelliği haline gelmiştir. Bu durumda bu dinlerin kısa bir zaman sonra ihtiyaçlara cevap verememeleri, gelişmenin ayakbağı olmaları, bozularak temel felsefelerinden uzaklaşmaları ve tüm yaşamına müdahale etmiş oldukları toplumların zaman içinde ortaya çıkabilecek yeni ihtiyaçlarına cevap verememeleri kaçınılmaz olacaktı, öyle de olmuştur.
Reenkarnasyonun “sürekli gelişim” mantığına göre ise herhangi bir yaşamınızda insan-ı kâmil olmayı başarabilirseniz o, buradaki son doğumunuz olacaktır; önceki yeniden doğumların her biri gerek tekâmül için gerekse de evrensel adaletin tesis ve tecellisi için birer fırsat ve gerekliliktir.
Yeri gelmişken, İsa’nın yaşamına ilişkin söylencelere de değinmeden geçmeyelim.
Bu arada İsa’nın çarmıhtan sonra Paskalya Günü’nde ve daha sonra da Hamsin Yortusu’nda havarilerine ne şekilde göründüğü, yani fiziksel bedeniyle mi ruhsal bedeniyle mi onları ziyaret etmiş olduğu hristiyan teologlarınca bugün de tartışılmaktadır. Yaygın olan kabul rûhen belirdiği yönündedir (dedublüman olduğunu sananlar da vardır). Zaten kimilerine göre çarmıhtaki cansız olduğu sanılan bedeninin kaybolduğu ertesi gün farkedilmiş, kimilerine göreyse kendisini en yakından tanıyanlarca cesedi kaçırılıp bilinmeyen bir yere gömülmüş, ama sonra mezarı boş bulunmuş; bir daha da ortalıkta görünmeyince cennetteki babasının sağ yanında yer almak üzere göğe yükselmiş olduğu efsanesi yaratılmıştır.
Bir başka yakıştırma da, çarmıh sonrası koma halinden Yüce İrade sayesinde kurtulduğu ve 29 yaşından önceki 10-12 yılını geçirdiği Hindistan’a dönüp Keşmir’de bir yogi olarak öldüğü şeklindedir.
Zaten miladî takvimin başlangıcının İsa’nın doğuşuyla doğrudan ilişkisi olmadığı gibi, iki tarih arasında yaklaşık beş yıllık bir zaman farkı vardır. Örneğin İsa, 7 Nisan 30 tarihinde çarmıha gerildiğinde 35 yaşındaydı.
Bir kısmı ciddi belgelere, önemli bir bölümü de efsane ve söylentilere dayandırılan yaşamöyküsü özetle şöyle:
“İsa, Hindistan’daki ilk yıllarını Sindh ve Puri şehirlerinde geçirmiş; hindularla geçinememiş, hattâ onlarla çatışmış; oradan da Benares üzerinden budistlerin hakimiyetindeki bölgeye geçerek o yöreye yerleşmiştir.
Daha sonra bugünkü Filistin’e dönmüş, dönüş yolu üzerinde zerdüşt dini ile ilgili bilgiler edinmiştir. Dönüşünde Yahya (Baptist John) ile tanışmış ve onun tarafından vaftiz edilmiştir.” …Sonrası, çarmıha kadar hayatının en iyi bilinen dönemidir. Bundan sonrası yine karanlık olsa da, araştırmacıların kanıt olarak öne sürdükleri verilere inanılacaksa; “… akşam karanlığında Yusuf (Aritmathea’lı Joseph) tarafından çivileri sökülerek çarmıhtan indirilir, yaraları sarılır ve Yusuf’un mezarına konur. Sonra oradan da taşınır; ertesi gün cesedi mezarında bulunamayınca göğe uçtuğu efsanesi (ama sadece Luka İncili’ne göre) oluşur. Saklanıp tedavi edildikten üç gün sonra yavaş yavaş ayağa kalkacak hâle gelir; sadece en yakın müritlerine görünür. Doğu’ya yapacağı ikinci seyahate kadar Genezareth Gölü’nün kenarında saklanır (unutmamak gerekir ki o aynı zamanda bir yogidir). Yola çıkar, bir yıl kadar sonra Şam’da Pavlus’la buluşur ve İkinci Doğu Seferi’ne Şam’dan başlar. Hindistan’da yine budistlerin arasında yaşar.
Rus araştırmacı Notoviç’e göre Jesus’un Tibetli lamalar arasındaki adı ‘Buda İssa’dır ve İran, Afganistan, Kuzey Hindistan yolu üzerinden geri dönüp Tibet’e yerleşmiş; Zerdüşt dinini, jainizmi ve hinduizmi de tanımış ama benimsememiş (özellikle kast sistemini), hayatının kalan dönemini Budistlerin arasında geçirmiştir. Kaldı ki bugün elimizde gnostik bir “Tibet İncili” de mevcuttur. Tahminen 85 yaşında iken Keşmir’de ölmüş, Srinagar’a gömülmüştür.” Pek çok araştırmacının bulabildiği izler, Siegfried Obermeier’in yukarıda özetlediğimiz öyküsüyle uyuşmaktadır.
Öncekileri gibi, günümüzün büyük hindu ve budist düşünürleri de bugün İsa’dan ve onun bozulmamış haldeki özgün felsefesinden hep saygıyla sözetmektedirler.
Paramahansa Yogananda bir gün şöyle söylemişti: “Her ne kadar egosu tarafından en barbarca yollarla köleleştirilmeye çalışılmaktaysa da, insan, uzaydaki bir noktada sınırlanmış bir beden değil, esas olarak her yerde hâzır ve nâzır olan ruhtur.” Bunu yaşayabilen bir insan moksha’yı, samadhi’yi, nirvana’yı ve ebedi cennet’i çoktan bulmuştur. İşte o vakit bir daha bu biçimde enkarne olmaya da gerek kalmaz. Artık onu daha üst bir boyutta ve daha üstün tanrısal görevler beklemektedir. O göreve erişmek de doğal olarak ‘vuslat’ olacaktır. Dilerseniz bir kez daha soralım; Yogananda’nın bu sözlerinin bütün büyük mistiklerin, sufîlerin ve Zen üstadlarının söylediklerinden bir farkı ya da onlarla çelişir bir tarafı var mıdır?
Nasıl daha pek çok bilimsel gerçek, bir yandan etrafımızda dolanıp dururken bir yandan da bizim onları keşfetmemizi, ortaya çıkarmamızı bekliyorsa; henüz adına bir türlü ‘bilimsel’ diyemediğimiz spiritüel gerçekler de bizlerin onlara ulaşmasını beklemektedir. Ne var ki ilk sayılanlar bilgi, akıl ve zekâ ile; sonrakilerse daha çok kalple, açık bir bilinçle ve farkındalıkla bulunabilecektir. İşte o nedenledir ki bu dünya o bakıp da göremeyen pek çokları için hep ‘cehlistan’ olarak kalacaktır.
Reenkarnasyon sürekli oluşumdur; bazı dinlerin örtbas etme çabasında olduğu tanrısal bir tekâmül aracıdır. Hava ve su ile başlayan, toprakla süren, farklı boyutlarda enerji kullanımları ile (sembolize edilmiş adıyla ‘ateş’) devam eden bu dört temel elementlik fiziksel oluşum, en basit şekliyle de olsa tanrısal iradeden yoksun biçimde gerçekleşemez. Kaldı ki daha ileri aşamalarda bu oluşum, her boyutun ortamına ve koşullarına bağlı olarak, başka unsur ve elementlerin katılımıyla ve farklı enerjilerin kullanımıyla sonsuza kadar sürüp gidecektir.
Her bilinçli canlının amacı bulunduğu ortamı aşıp onun ötesine geçmek olmalıdır. İşte biraz önce anlatılanların kadercilikten farkı bir bakıma buradadır… Ama onca koşullanmışlığımızdan sıyrılıp, zihinlerimizdeki yüklerden arınmadıkça bu gerçeklere ulaşabilmek bir yana, öylesi bir yola girebilmek için en küçük bir arzu duyamaz, üstelik böyle bir arzuyu dinsel taasubumuzla kalkıp bir de lânetleriz.
Bir defa unutmamak gerekir ki hiçbir yeni enkarnasyon öncekinin benzeri ya da tekrarı olamaz; o da sonsuz yaşamın bir parçasıdır ve doğal olarak durmaksızın sürüp giden varoluş hiçbir zaman ve hiçbir biçimde kendi kendini tekrar etmez.
Şimdi bir düşününüz; eğer bilincimize varamayacaksak, aydınlanmada mesafe alamayacaksak hayatın anlamı kalır mı? Veya yaşam sadece hayatta kalabilme ve fiziksel bedeni bir süreliğine ‘taşıma’ mücadelesi midir, ya da bu kadarı yeterli midir? Hep bize dayatılanları, reçeteleri, dogmaları izlemek ve hep bizden öncekileri yineledikten ve tamamen onlar gibi yaşadıktan sonra günü gelince, üstüne hiçbir şey katmaksızın çekip gitmek gerçekte yaşamak mıdır? En eski inançlara göre doğum ve ölüm denilen olaylar, fiziksel evrene ilişkin yanıltıcı ve göreceli ifadelerdir. Asıl doğamız her yerde mevcut olan Yüce Bilinç’tir. Bedenlenmeler bir bakıma karmik zorunluluklardır, hepsi o kadar. Avatarların misyonu, daha sıradan olanlara göre özeldir. Tanrısallığı idrak etme yolunda ustalaşanların gelişlerinin de gidişlerinin de farklı olması gerekmez mi?
Oysa ki ölüm sadece geçici bir birlikteliğin sona ermesidir. Çünkü bir tarafta sürekli olan unsur (tin, şuur), diğer tarafta geçici fiziksel beden var iken; sınırlı ve süreli olan parçanın, yani fiziksel unsurun, nasıl büyüyüp gelişti ise aynı şekilde zamanla bozulup çözülmesi ve nihayetinde bu entegre ama geçici oluşumu sürdüremeyecek hâle gelmesi de kaçınılmazdır. Doğum ile meydana gelen fiziksel bileşenlerin tamamı bu bütünlüğü sona erdiren hadise ile birlikte çözülür, dönüşür, yine yaygın ve yanlış bir söyleyişle yokolur. Daha kalıcı olan bileşenler ise varlığını ve gelişimini sürdürürler. Geriye sonsuz hayat ve bilinç kalır. Sonsuz hayat o bilinci fiziksel dünyada taşıyacak yeni bir araç (beden) oluşturduğunda, tanrısal irade ile fiziksel âlemde yeniden, oradakilerin görsel ve fiziksel olarak algılayabileceği biçimde vücut bulur. Hiçbir şey yok olmaz, sadece ad ve biçim değiştirir. Sonsuz hayat, ilâhi nizamın dönemlerine bağlı ve vücut bulduğu ortamın imkânları ve boyutlarıyla mütenasip olarak devam edip gider.
Doğumu fiziksel bakımdan ve maddesel yönüyle bir varoluş olarak doğal karşılarken ölümü de, çeşitli bileşenlerle oluşmuş bu fiziksel formun, doğal gelişim süresinin sonunda, bir biçimde karşı konulamaz olan değişimi ve varoluş sürecinin ara merhalesi olarak görememek veya görsek de kabullenememek, insan olarak en büyük yanılgılarımızdan ve zaaflarımızdan birisidir. Ancak gerçeklerden uzaklaşma tutarsızlığımızdan, maddeye ve tutkulara bağımlı olan egoya sıkı sıkıya sarılıp nihayetinde süreklilik arzusuna tutsak olmaktan kaynaklanan böylesi koşullanmalar aşılabildiği takdirde insan daha mutlu ve huzurlu olabilecek, ya da bu konudaki bilinçlenmesi ölçüsünde en azından buna ilişkin ıstırabı hayli azalacaktır.
Yani, bir başka söyleyişle, doğumun sadece fiziksel bir varoluş değil, aynı zamanda tensel, tinsel ve bilinçsel bir entegrasyonla gerçekleşen fırsat olduğu anlaşılabilirse, varoluşa ilişkin konuların da buradaki oluşumun doğal ve kaçınılmaz sonuçlarının da doğru anlaşılması ve ortaya çıkması muhtemel sorunların çözümlenmesi, ya da en azından getireceği geçici kedere katlanılması kolaylaşacaktır.
Bütün organlarımız doğar doğmaz gelişerek bir yandan da ölmeye başlayan, sınırlı ve sonlu fiziksel nesnelerden yapılmıştır. Bu anlayışa sahip olur ama ötesine geçemezseniz, yani orada saplanır kalırsanız ancak ateist olabilirsiniz; bir adım sonrası materyalistliktir; derken agnostik, diyalektik, deist, idealist, … hattâ teist de olunabilir. Ama bunların tek başına hiç birisi kendinizi de içinde bulunduğunuz evreni de anlamaya ve açıklamaya yetmez… Sadece açıklayabildiğinizi sanırsınız. Dolayısıyla kültürel olarak bunların herhangi birisinden yola çıkmış olmanız bir şeyi değiştirmez; sadece ‘sorgulama’ya nereden başlamış olduğunuzu belirler. Önemli olan, Varoluş’un tek gerçeği olan Varlığın Birliği’ne erişebilmektir. Tek bir yaşamla ona varılamaz; ve o nedenle sayısız reenkarnasyonlar gerekli ve zorunludur.
Doğumunuzdan bugüne neleri getirdiğinize bir bakın, şaşıracaksınız. Peki bugünden, buradaki son gününüze ve o günden de sonrasına neleri götürebileceğinizin ipuçlarını orada göremiyor musunuz? Yani bugün için ‘benim’ dediklerimizin gerçekte ne kadarı sizindir?
Duyular ötesi âlemde ‘yaşama’ yeteneğimizi de, gidip-gelmelerdeki tercih haklarımızı da hep içinde bulunduğumuz âlemlerde ve ortamlarda edinebileceğiz. Ama fiziksel duyular âlemine bağlı ve bağımlı kaldıkça yeterli ve gerekli olan tekâmülü sağlayamayız. Özgür, hangi düzeyde olursa olsun ‘farkında’, duyarlı, şefkatli ve tek başına olamayanın bütün bunları başarabilme olanağı yoktur.
Yaşanıp bitmiş olan geçmişiniz bütün ağırlığıyla üzerinize çökmüşse ve siz de geçmişinizden bir türlü kopup kurtulamamışsanız, ya da bir başka deyişle çeşitli bağımlılıklarınız nedeniyle onu ‘aşamamış’sanız gelecek enkarnasyonunuza nasıl özgürce, sevgi ve şefkatle, gerçek tekbaşınalıkla, beklentisiz ve tarafsızlıkla bakabileceksiniz? Bakamazsınız, çünkü o zaman işin içine kader kavramı yanında tüm bilinçaltınız da dahil edilmiş olacaktır.
Geçmiş yaşamların bilgisi ancak samskara’lar algılanabildiğinde kazanılabilir. Ve bu geçmiş deneyimlerle onların bizde bırakmış olduğu izlerin olumlu olanlarını geliştirip olumsuz olanlarından arınmak şimdiki yaşamda mümkündür, hattâ amaç da bu olmalıdır.
Yani bir bakıma bilinçaltı zihin biçiminde adlandırabileceğimiz bu zihinsel mirasımız üzerinde tasarruf yetkimiz ve hakkımız mevcuttur. ‘Öyle oldu, yaşandı-bitti, değişmezdir’ diye bir kayıt ve kısıtlama yoktur; zaten öylesi bir durum tekâmülün de mantığına aykırı olurdu. Kaldı ki ‘yetenek’ dediğimiz de uygun koşullar oluştuğunda ortaya çıkan bu genetik ve zihinsel mirasımızın gelişmiş unsurlarıdır. Halen içinde yaşadığımız ortam ve onun koşulları ne kadar baskın ve belirleyici olursa geçmiş yaşamlara ait mirasımızdan o kadar uzaklaşır ve olumlu unsurlardan o denli yoksun kalırız, çoğu zamansa haberimiz bile olmaz. Ama bütün bu kayıtlar bilincimizin bir yerinde depolanmış olarak saklı durmaktadırlar. Zayıf olan bellek, tembel olan zihindir; bilinç ise özünde kusursuzdur. Ona erişemiyorsak, noksanlık bizdedir. Bu bakımdan Raja Yoga geçmişimize yoğunlaşmada süreyi kısaltacak olan uygun bir araç olabilir. Ama yine de esas olan, geçmişi arayarak bir umut uğruna zaman kaybetmek değil, bu yaşamda şefkat ve bilgelik kazanarak ileriye bakmak olmalıdır. Zaten o zaman geçmişi de daha kolay kazanabiliriz.
İki insan arasındaki olumlu etkileşimin, hattâ aşkın izahı dahi geçmişte varolma kuramı doğru anlaşılmadan yapılamaz. Ruhsal, astral ve bilinçsel çekimi başka türlü açıklayamazsınız. Tabii çeşitli bedensel dürtülerle oluşan ve adına gündelik dilde yanlışlıkla aşk denilen, daha doğrusu aşkla karıştırılan kaba ve içgüdüsel çekim gücünü kastetmiyoruz. O da gereklidir, ama konumuz bu değil.
Gerçek merkezlerine bir türlü ulaşamayanlar, eğer bir arayış içinde iseler, sonunda gerçekte kendilerinin olmayan sanal ya da yapay merkezlerini oluşturacaklardır; bu kaçınılmazdır, çünkü onu sizden içinde yaşadığınız toplum ister. Bu biçimde yarattığınız, yaratabileceğiniz şeyse gerçek değildir; zihni temel alan, koşullu ve yargılarla dolu bu araç egonuzdur. O aynı zamanda size kendi kendinizi önemseten şeydir. Zaten toplum da onu günden güne besler, teşvik eder, yüceltir. O güçlendikçe de gerçek-kendi’nize yabancılaşırsınız.
Oysa ki ego ile bilgelik, ego ile aydınlanma bir arada olamadığı gibi, gerçek reenkarnasyon kavramı da bir arada olamaz. Mesele önce sizin yukarıdakilerden hangisini tercih edeceğiniz, besleyip güçlendireceğiniz meselesidir. Ego, bilince giden yoldaki en önemli bariyerlerden birisidir. Böylesi bir durumda bilinçsizce reenkarnasyon kavramına kapılıp gitmek, sonunun nereye varacağı belli olmayan ruhsal bir maceraya atılmak olacaktır.
Bize göre, ego dediğimiz geçici benlik, daha ilk andan itibaren zihnin bedenle ve fiziksel dünya ile etkileşiminden oluşan algısal yanılmaların birikimleri ve bunların etkilenebilir-bozulabilir olan yapay tezahürlerinin toplamıdır. Geçici benlik bu süreçte zihinle birlikte oluşur ve onunla beslenir. Yani pek çok dışsal etkenle gittikçe örselenip-bozulması muhtemel olduğu gibi; duyular, akıl, bilgi ve zekâ ile yoğrulan zihnin yeniden bilince, öz-varlığa yönelmesiyle egodan kurtulmak da pekalâ mümkün olabilir. Gerçek benlik denilen bilinç özgün, geçici benlikse, etkileşim içinde olduğu zihin kadar yapaydır. Adetâ aslının gölgesidir ve niteliği bu gölgenin nereye yansımış olduğuna bağlıdır. İşte bizim bu tanımımız, Buda’nın bir türlü (bilerek) yapmadığı, Nagarjuna’nınsa o gün için eksik bırakmış olduğu tanımlamanın bugün için tamamlanmış biçimidir.
Eski budist ve Zen metinlerinde kastedilen benliksizlik, bu yapay benlikten uzaklaşarak gittikçe arınmış olma hâlidir. Sufîlerin izlediği yol da, o yoldan amaçladıkları da aynı şeydir. Aydınlanma da zaten o yapay benliğin terkedilmesiyle doğum-ölüm döngüsünden kurtuluştur. Yapay benlik, mistiklerin çeşitli tarzdaki ifadelerine göre, zamanla tanrısal olanın içinde erir, dönüşür; veya zihin piştikçe o da yanar; yahut da okyanusa karışarak sonunda “bir olur”. Ancak doğruda ego hedef alınarak ondan vazgeçmeye çalışılırsa başarılı olunamaz. Doğrusu, anlayış değişikliğini gerçekleştirmek, daha özgür olmaya çalışarak farkındalığı artırmaktır.
Bu arada unutmamak gerekir ki din, bilinmeyenin bilinemeyen olarak kalmasından yanadır (çünkü o gücünü bilinemeyenden alır); bilim ise, eğer mümkünse bilinebilir olmasından yana. Aralarındaki temel farklardan birisi budur. Bu noktada dinadamıyla bilimadamının amaçları ve hedefleri de, dünya görüşleri de ister istemez çelişecektir.
Osho diyor ki; “Eğer hiçbir sonuca koşullanmaz, hiçbir dine ve felsefeye bağlanmadan sadece özgür ve açık olmayı başarabilirseniz, gerçek gelir ve sizi bulur.” Kimileri için kendisi başlıbaşına gerçek bir gizem olan hayat, aslında herkes için bir arayış olmalıdır. Bu dünyaya fiziksel bedenleriyle hergün yüzbinlerce yeni insan gelip bir o kadarı da gidiyor. Ama nereden nereye… Nasıl… Neden…? Dünyayı, yaşamı, kendinizi bilmeden öteâlemi, ruhlar dünyasını, spatyomu, âhireti… vb. nasıl bileceksiniz ki. Size bu çeşitli isimlerle sunulmuş dünyalar ve varoluşlar da o zaman birer koşullandırma olmazlar mı? Başkalarından edinilmiş fikirlerle hiçbir konuda gerçeği bulamayacağınız gibi aynı şekilde parapsikoloji ve reenkarnasyon konularında da aradığınızı bulamazsınız. Gerçeği arayanın önündeki tüm engeller, başta koşullamalar ve önyargılar olmak üzere, burada da aynen geçerli olacaktır. Geçici bedenlerinize bağlanarak, onun sınırları içinde kalarak, onun size dayattıklarıyla yetinip onları kabullenerek ve o sınırları aşmadan mı reenkarnasyonu algılayabileceksiniz… Hemen belirtelim, meditasyonu yaşamadan reenkarnasyonu anlayamazsınız. Çünkü bu farkındalık ve aşkınlık gerektirir. Bedenle birlikte zihni de aşmak gerekir… Beden, akıl, duygular, düşünceler, ruh… sırasıyla aşılabilmelidir. Yani dünyanın aşılabilmesi bütün bunlar aşılmadan gerçekleşemez. Dünya aşılmadan da reenkarnasyon anlaşılamaz. Kısacası ve biraz farklı bir anlatımla, aydınlanma yoluna girmeden, hattâ o yolda belirli bir gelişme ve ilerleme sağlanmadan reenkarnasyon anlaşılamaz. Bunlar olmaksızın anlayabildiğini, bilebildiğini sananlar yanılgı içindedirler.
Geçici-fiziksel bedenimizin bir yerinde saklı ya da gizli, elinizi uzatsanız kolayca tutabileceğiniz kalıcı-tinsel bir cevher var mıdır? Bedeni bir elbise gibi düşünürseniz neden olmasın. Arayın, ancak kendiliğinizden ya da telkinlerle sanal birşeyler üretmeyin; sadece özgür bir gözlemci olun ve kararı yine siz verin. Ama önce zihnen arayabilecek duruma gelebilmeli, aramak için gerekli araçlarla donatılmış olmalısınız. Aksi halde doğru bakamaz; veya baksanız da göremez, farkedemezsiniz.
Cisimlerin kütleye bağlı çekim kuvvetini de (örneğin yerçekimi) göremiyor ama varolduğunu biliyoruz ya da etkilerini ve sonuçlarını algılayabiliyoruz, ölçebiliyoruz. Bugün zihin gücü de kısmen ölçülebilmektedir, zekânın belli konulardaki yatkınlık düzeyi ve çıkarımlama yeteneği de. Yakın bir gelecekte bellek kapasitemizi de yaşam gücümüzü de ölçebileceğiz, hattâ inanıyorum ki daha sonra da bilinçsel gelişmişlik düzeyimizi… İçimizde mevcut bir yaşam enerjisi vardır, ya da ‘prana’ denilen ve Batı dillerinde tam karşılığı bulunmayan, ‘yaşamı sürdüren tanrısal güç’; işte onun da kanıtlanıp ölçülebileceği, kıyaslanabileceği günler pek uzakta değildir. Bütün bunlar, beynin diğer gizemleriyle birlikte çözümlendikçe arzular, takıntılar, tutkular… bunların oluşumu, etkileri ve sonuçları da günışığına çıkarılmış olacak ve işte o zaman yeni bir insan ve insanlık algılaması boygösterecektir.
Sonsuzun erişilmez olduğu muhakkaktır, aksi halde sonlu olurdu; ama tanrısal olana erişebilmek mümkündür, tabii tamamen tinsel ve bilinçsel olarak; çünkü o her yerdedir, sonsuzluksa imgesel sonsuzda…
Peki şimdi bütün bunlar birer gizem değil midir? O halde çözüm için, ya da bir kısmını olsun anlayabilmek için gayret göstermemiz gerekmez mi? Yoksa herkes bilinçsizce ve bilgisizce bahtının rüzgârına kapılıp gidecek mi, daha da kötüsü bununla mı yetinecekler veya avunacaklar; bu kadarı yeterli midir?
Zihnimize yüklenmiş bunca hazır bilgi ve önyargıyla, onca koşullanma ve korkuyla, bugüne kadar bilinmeyen olarak kalanı nasıl bilebileceğiz? Yine birilerine sorup danışarak mı; dinsel inançta olduğu gibi psişik konularda da yine hep birilerinin söylemlerine mi itibar edeceğiz. Bizim aşılacak aklımız, duyularımız, aşılıncaya kadar nesnel çözümleme yapabilecek zekâmız ve en önemlisi kendi bilincimiz yok mu?
Gerçek anlamda bilmeye, o şeyi henüz bilmediğimizi bilmekle başlayabiliriz…
Yeniden bedenlenme olayları son yıllarda böylesine artıp bilimadamlarınca da incelenmeye başladığına göre acaba tanrısal planlamaya göre artık bu konularda bizlerin de ‘uyanmamızın’ ve ‘araştırma’mızın zamanı gelmiş olamaz mı? Hattâ belki bütün bunlar çok eskilerden beri sürekli vardı da tıpkı fizik kuramları ya da matematik problemleri gibi biz onları yeni farkediyor olamaz mıyız? Yerçekimi ya da sıvıların kaldırma kuvveti, sanki biz onları tanımlayıp formüle etmeden önce yok muydu? Bu durumda kimileri de, eğer üzerinde çalışılırsa kendi inançları yerine bazı kadîm uzakdoğu inançlarının haklılığının, ya da en azından onların daha hoşgörülü olduklarının ortaya çıkacağından korkuyor olmasın?
İnsanlık olarak yeni bir idrak dönemine girdiğimiz kesin. Dünya artık eskiyle kıyaslanamayacak kadar büyük bir hızla değişiyor. Bu değişime ayak uydurabilmek için zamanı boşuna harcamamak, bütün bu olguları tarafsız, nesnel ve bilimsel bir biçimde araştırmak, irdelemek ve yorumlamak gerekiyor. Bu arada harika çocukların, indigo ve kristal çocukların doğumlarının sıklıkla gözlenir olması, görebilenler için bir başka işarettir. Gerçekte ise kristal veya indigo çocuklar, genellikle geçmiş yaşamlarında geliştirmiş oldukları yeteneklerinin olumlu etkilerini taşımakta olup, uyanmış çakralar, hareketli enerji kanalları ve etkin kundalinileriyle doğanlardır.
Kısacası, evrensel yasalar bizim inancımıza gerek duymazlar; onlar bizden önce vardı, bizden sonra da varolmaya devam edeceklerdir; biz onları henüz bilmesek, hattâ inkâr etsek de… Mesele onların ne kadarını anlayabildiğimizdir.
İnsan aklının ve zihninin varoluşla veya tanrısal planla uyum içinde çalışabileceği gelişmişliğe ulaşabilmesi için daha çok çaba gösterilmesi gerekecektir. Örneğin telepati bunlardan birisi ve en basitlerindendi. Reenkarnasyonun kanıtlanması da insanlık için önemli bir aşama olacaktır. Hipnoz, durugörü, telekinezi, auralar, hattâ ufolar… hep belirli bir kozmik plana göre yavaş yavaş sağlanan farkındalıklar ve ona bağlı gelişmeler, ulaşılabilen aşamalar olacak ve işte o zaman pek çok şeyin, örneğin bu arada gerçek astrolojinin de ne olduğu anlaşılacaktır.
Günümüzde astronomlar, astrofizikçiler, biyokimyacılar, genetikçiler, kuantum bilimcileri her gün yeni keşifler yapmaktadırlar; üstelik bütün bunların hızlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Nihayetinde bunların tamamının varlığın birliğine dair kanıtlar olduğu, henüz anlayamayanlar tarafından da çok geçmeden anlaşılacaktır. Maalesef bu konularda da ilgisiz ve geri kalmış ülkelerden biriyiz… Bilimadamlarımız kayıtsız kaldıkça, yöneticilerimiz böylesi araştırmalara kaynak ayırmaktan kaçındıkça, dinadamlarımız da bu konulara eğilmedikleri sürece, başları hep kuma gömülü kalmış olacak, kitleleri yanılttıktan ve engelledikten sonra da öylece göçüp gideceklerdir. Oysa ki geçmişte ruhsal araştırmalara ilgi duyan yöneticilerimiz olmuştur. Örneğin Sultan Abdülhamit’in, uluslararası parapsikoloji kongrelerine temsilci gönderdiği bilinmektedir.
Dünyanın sonunun gelmekte olduğuna dair saçma kehanetler hep semavi dinlerdeki ‘kıyamet günü’nden esinlenen mutsuz ve umutsuz insanların uydurduğu felaket senaryolarının sonucudur. İnsan dünyayı yaşanmaz hâle getirebilir, ama sonunu getiremez. Bu husus ‘Büyük Plan’a ait bir meseledir ve sıradan insanı aşar. O nedenledir ki bu tür senaryoların tümü ile şimdi adlarını saymak istemediğimiz kuram ve kehanetler, yıl tahminleri, sözümona şifrelerin hepsi de saçmasapan, korku kökenli, özünde insanı ve onun tekâmülünü yadsıyan, pesimistik, yarı-dinsel uydurmalardan ve istismarcılıktan başka birşey değildir.
Bazı şeyler iyi anlaşılmadıkça reenkarnasyon hakkında ne söylense aydınlatıcı olamaz, doğruları yansıtabilmekte âciz kalınmış olunur. Bilginin, bilimin ve bilinmesi gerekenlerin sonsuzluğu böylesine ortada iken, onun henüz çok küçük bir kısmına erişebildiğimiz halde, elde edebildiklerimizle ne kadar çok böbürlendiğimizin, ne kadar ahmakça büyüklük tasladığımızın acaba farkında mıyız?
Akıl, zihin, ruh ve bilinç konularındaki kimi hinduistik niteleme ve tanımlamalarına katılamadığımız, ama kendisinden kişisel olarak da çok şeyler öğrendiğimiz büyük yoga ustamız Iyengar’ın güzel bir sözü vardır: “Neylersiniz ki sonsuzu bilmek için elimizdeki araçlar sonlu. Sonlu, sonsuza karışıp kaybolduğu vakit herşey sonsuzlaşır.” Ne kadar doğru; zaten yoga ‘bir olmak’, meditasyonsa ‘bütünleşmek’ demek değil midir? Peki, -üslubumuzu bağışlayın ama- şimdi eğer bu Yûnus’un veya Cüneyd’in, Niyazî’nin sözüdür dersek kabul etmeye hazır olup da, bir hindu söylemiştir dediğimizde peşinen red mi edeceksiniz? Ne kadar büyük bir olgunlukla, riyâsız ve çıkarsız, sevgi ve bilgelikle söylenmiş olduğu apaçık ortada değil mi… İşte o nedenledir ki özünde ‘ayrımcılığı’ taşımakta olan bazı sıradan ‘inançlar’, insanlığın gerçeği bulabilmesinin önündeki engeller haline gelmişlerdir. İtirazımız gerçekliklere ve genel doğrulara değil, dinsel propaganda ile insanlığın bölünmesinedir. Belli bir dinsel inancı yüceltmenin anlamsız olduğunu söylerken de kastımız buydu.
Reenkarnasyon düşüncesine de böylesine koşulsuz bakabilmeliyiz. O, Büyük Plan’ın, Evrensel Nizam’ın insana armağanı ve fırsatıdır. Tekâmül için sevgiyle ikram edilmiş rahmetidir, bilinç kapılarını açmaya imkân veren en büyük mükâfatıdır; o, zihnin ötesine ulaşabilmemizi sağlayan yolun başlangıcıdır. Bir defalık oluşumun zorlayıcılığı veya tekli varoluş hoşgörüsüzlüğü anlamsızdır, ilahî adalete yakıştırılamaz, olacak şey değildir; üstelik bizler gibi yaradılışın sınırlı ve zihin ağırlıklı, ama aynı zamanda da sorumlulukları olan, büyük potansiyele sahip oluşumlarına karşı haksızlık olurdu. Tanrısal Planlama öylesine merhametsiz, katı ve sevgisiz olabilir mi? O nedenledir ki reenkarnasyon bir anlamda tanrısal şefkatin de kanıtıdır.
* * *
Öteâlemde cezalandırılma ve cehennem kavramları söz konusu olduğunda dostlarımızla ve üstadlarla hep şunu tartışmışızdır: Bilgimizin sınırları nedir, yani neyi ve ne kadar bilebiliriz? Basitçe ifade edersek, doğru olduğuna inanarak, ya da kusur, kabahat ve suç olduklarını bilmeksizin yaptığımız yanlışlar yok mudur? Bunun yanında salt insan olmaktan kaynaklanan zaaflarımızın da olabileceğini biliyoruz. Yani eksik bilmekten, her konuda aldığımız koşullu eğitimden; kaçınılmaz olarak bilgi birikimimize ve zihnimize bağlanmaktan; hâfızamıza ve kendi çıkarımlama gücümüze ve becerimize güvenmekten kaynaklanan hatalarımız vardır ve olacaktır. Peki tüm bunlar nedeniyle -ki çoğu farkında olunmadan, ya da doğru oldukları varsayılarak yapılmış işler, eylemler ve edimlerdir- suçlu bulunmak, cezalandırılmak, cehennemde yakılmak tanrısal adaletle ne ölçüde bağdaştırılabilir? Dinadamları, hemen herkesin, uzun ya da kısa bir süre cehennem deneyimini yaşayacağında ısrarcıdır. Yeterince bilinçli ve farkında olabilseydik zaten bu kusurları işlemeyecektik. O halde kabahatlerin, kusurların, suçların ne kadarı gerçekten bizimdir; hangilerinden sorumlu tutulabiliriz… Bu üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.
Vicdanlı, şefkatli, merhametli, sevgi dolu; yani gerçekten bilinçli ve farkında olan bir kimse zaten bilerek kusur işlemeyecektir. O halde ne kadar suçlanabilir, ya da bunların ne kadarından sorumlu tutulabilir? Kuşkusuz ki burada, ibrahimî dinlerce, tanrı tarafından peygamberlere tanınmış olan ‘şefaat etme’ hak ve yetkisinden sözetmek istemiyoruz. Çünkü o da dinler tarafından bir başka bağımlılık vesilesi ve itaat bahanesi haline getirilmiş ve tamamen o amaçla kullanılagelmiştir. Esasen şefaat kavramı mantıken de yanlıştır. Eğer ortada Varoluş’a, tanrısal olana karşı bilerek işlenmiş bir suç varsa, karşılığını nasıl olur da bir başkası affettirir veya yok saydırabilir?
Kendi içsel dünyamızın gerçeklerine ne kadar ulaşabildik, ne kadar vâkıf olabildik, ya da bu yolda ne kadar mesafe alabildik ki? Adına ister tanrısallık deyin, ister başlangıç zihni, isterseniz de Buda doğası; ya da insan-ı kâmil veya nirvana; işte onun neresindeyiz… Ama görüyoruz ki hemen bütün inanç sistemleri, dinler, ezoterik akımlar hep aynı şeyi arıyorlar; o aynı cevheri; o başlangıcı ve sonu olmayan evrensel huzur ve rahmeti… Ama onun korkaklıkla, ezilmişlikle, kadercilikle ve koşullanmış bir zihinle bulunabilmesi aslâ mümkün değildir. Sonsuz ve sınırsız olan böyle idrak edilemez… Aksine cesur, özgür, sevgiyle ve farkındalıkla yola koyulabilirsek o vakit bir umut vardır. Biz hep şuna inanmışızdır: Tanrının resmî dini olamaz, çünkü hem o taraf tutmaz; hem de evren durağan olmadığından kalıplarla dogmalarla algılanamaz; üstelik her an yeniden oluşan kesintisiz ve birbirine bağlı sonsuz yaşamda öylesine spesifik, ayrımcı, dogmalar ve yasaklarla dolu, dinsel ve oldukça kısıtlı bir inanç sistemi vasıtasıyla ve onun dar kalıplarıyla varoluş algılanamaz, kavranamaz.
Dışımızdaki makrokozmosu, ancak içimizdeki mikrokozmostan yola çıkarak anlayabilir, irdeleyebiliriz. O durumda da içsel olan mikrokozmosun doğru bilinebilmesi gerekir. Bu farkındalığa erişebilen için zaten içerisi-dışarısı farkı da ortadan kalkar; çekirdekle çeper bir olur; cevherle ışın bütünleşir… Meditasyon dediğimiz şey de nihayetinde budur.
Osho, tanrıya sözde inandıkları halde gerçekte ateist olanlardan sözeder. Bize göre de bunların sayıları son yıllarda maalesef çok artmıştır. Çünkü inançları ithal, ödünç, sentetik ve sahtedir; büyük ölçüde de korku temellidir. Yani bu inanç onlara ait değildir, onların değildir.
Doğru kullanılıp geliştirilebilirse hepimizde birtakım fiziksel ve ruhsal güçlerin varolduğu görülecektir. Bunlara neden ‘doğaüstü güçler’ denildiğini anlamak mümkün değildir. Örneğin medyumluk doğaüstü müdür; durugörü, duyular dışı idrak, telepati, telekinezi, bazı materyalizasyonlar… bunların hiç birisi doğaüstü veya paranormal değildir ki. Bize göre bunlar ve daha birçokları (deja vu dahil) normal olaylardır. Geliştirilebilir olan hiçbir güç olağandışı veya normalötesi sayılamaz. Herkesin yetenekleri farklıdır. Kaldı ki o konuda yeteneği olmayan dahi kendini bir yere kadar geliştirebiliyor. Herkes resim de yapamıyor, heykel de; şarkı da besteleyemiyor, hattâ basketbol de oynayamıyor; ama bütün bunlar eğitim ve disiplinle az veya çok ama bir yere kadar geliştirilebiliyor.
Dr. Davidson, ‘derin şefkat meditasyonu’ uygulayan Tibetli bir keşişin o sıradaki beyin faaliyetlerini ve beynindeki fonksiyon değişikliklerini çok gelişmiş ve hassas aparatlarla laboratuvar ortamında incelemiş ve keşişlerin gerçekten de beyinleri üzerinde nasıl hakimiyet kurabildiklerini kanıtlayarak National Geographic TV’de yayınlamıştır.
Mahatma Gandhi’nin, apandisit ameliyatı sırasında narkoz almayı kabul etmeyerek, ameliyatının başından sonuna kadarki süreyi tamamen açık bir şuurla ve etrafındakilerle konuşarak geçirdiği bilinmektedir. Daha önce de hintli bir dinî lider çok daha zor ve ağır bir ameliyatta yine narkoz almamış ve operasyon süresini derin meditasyonda geçirip, zamanı geldiğinde yine kendi iradesiyle girmiş olduğu derin yoğunlaşmadan çıkabilmiştir.
Ne kadar çok öğrenirsek, aslında ne kadar cahil olduğumuzu fark etmiyor muyuz?
Bugün hiçbir fiziksel gıda almadan, hattâ kimi zaman su dahi içmeden, sadece günışığı ile uzun yıllardır yaşamını sürdürmüş ve halen de sürdürebilmekte olan kadın ya da erkek bazı ‘aziz’lerin varolduğu biliniyor; ama bu durumun yaşamsal gerekliliklere veya fiziksel-fizyolojik zorunluluklara dair doğru bildiklerimizle hiçbir biçimde açıklaması yapılamıyor.
Aslında pek fazla açıklamaya da gerek kalmıyor. Bugün için beynimizin en iyi ihtimalle ancak onda birini kullanıyoruz. Duyularımız zaten sınırlı. O halde algılarımızın da hayli kısıtlı olmasından daha doğal bir şey olabilir mi? Beynimizin gelişmesi oranında düşünme, algılama, bilgi edinme ve çıkarımlama yapma kapasitemizdeki artış yanında psişik güçlerimizde de ona bağlı olarak neden artış olmasın ki? Toplam kapasite artışı kuşkusuz onları da olumlu etkileyecektir; hattâ bu kaçınılmazdır. Yeteneklerimizi ve onlardaki artışı kabul ediyoruz da, örneğin sadece altıncı his veya telepatideki ya da durugörüdeki artışı neden kabul edemiyoruz. Kaldı ki bunlar en basit ve geliştirilmesi en kolay olan psişik güçlerimizdir. Aydınlanmada yol alındıkça zaten bu güçler de hem nicelik hem de nitelik bakımından olumlu etkilenecektir. Örneğin sanatçıların aydınlanmaları ile mistiklerin aydınlanmalarındaki süreçler biçimsel olarak önemli benzerlikler gösterirler; ama varlıklarının aydınlanan bölümleri ile işlevleri farklıdır. Bir başka incelikli nokta da örneğin kundalini’nin hangi çakrada uyandığına bağlı olarak beyindeki o merkezin harekete geçmekte olmasıdır.
Hiç sulanmadıkları ve kökleri sürekli kupkuru olduğu halde sadece günışığı ve havadaki nemle beslenen, nihayetinde fotosentezle gerekli dönüşümü gerçekleştirip ihtiyacı olan elemanları bünyesine katarak hayatiyetlerini sürdürebilen ilginç bitkiler vardır. Yukarıda sözedilen insanlarımızın fiziksel organizmaları da zamanla pekalâ buna benzer bir sürece adapte olmuş olabilirler.
Varoluşumuza büyüme, gelişme fırsatı olarak bakmalıyız. Ama çoğumuz dinsel nedenlerle onu sanki bir yük ve birilerine, bir yerlere karşı bir vazife olarak görüyoruz. Klasik dinlere göre, bu boyutta bir süre yaşayacak, gidince de buradaki eylemlerimizin karşılığında az ya da çok mutlaka cezalandırılacak ve azap çekeceğiz. Böylesi bir endişe ile bu yaşamda gerçekte mutlu olunabilir mi? Ve böylesi bir inanca sahipseniz nasıl daha ‘özgür’, ‘bilinçli’ ve ‘farkında’ olabilirsiniz? Bir takım fiziksel güçlerimizi uygun egzersizlerle geliştirebilirken, duyularımızı ve duyular ötesi idrakimizi geliştiremeyeceğimizi kabullenmek, hattâ böylesi olanakları peşinen yoksaymak akılcı bir tutum veya tavır olabilir mi?
Steiner, ‘yüce âlemin ikinci eşik bekçisi’ne şunları söyletir: “Duyular âleminde geliştiremediğiniz ve kullanamaz halde orada bıraktığınız güçleriniz olmadan buraya girişinize izin veremem!” ;ve ekler, “Yolunuzu aydınlatmada yetersiz olan bu seçim sizindir. Bu hâlinizle, o arınmışlar âleminde yolunuzu bulamazsınız… Şimdi gidin ve burayı hak ederek tekrar gelin.”
Peki, kusursuz-günahsız gelip de suçlu-günahkâr olarak gitmek, yani bir bakıma bu dünyaya geldiğiniz için cezalandırılacak olmak akıl kârı mıdır? Dinlere göre burada deneme-yanılma gibi masum bir olasılığın da yeri yoktur. Mutlaka onların emrettiği gibi olmak zorundasınız. Peki ama hangisinin… Klasik dinler önce cesaretinizi kırar, sonra özgürlüğünüzü elinizden alır; daha sonra da sizi, tüm kişiliğinizi yokedecek kadar korku ve endişeye sürüklerler; derken tüm mutluluk potansiyelinizi ve ona bağlı enerjinizi çeşitli gerekçelerle (ayıp, yasak, haram, günah…) ve tüm coşkunuzla birlikte ortadan kaldırırlar. Geriye yavan, donuk, kısıtlama ve korkularla dolu renksiz ve basit bir külfet kalır. İşte o nedenledir ki dinseller genellikle yaşama sevincinden yoksun, sevgisiz, hoşgörüsüz, bencil ve sorumsuz olurlar… Bütün bu saydıklarımızın tamamı veya birkaçı onların ortak yönleridir. Siz de onlara katılır ve inanırsanız aydınlanamazsınız. Şimdi sormak gerekmez mi; öylesine heder edilmiş kısacık bir hayatın ve yokedilmiş kişiliğin karşılığı ‘öbür taraf’taki sonsuz bir mutluluk âlemi olabilir mi?
Aslında unutmamamız gerekeni Tagore, “Bahçıvan”ında bakın ne güzel anlatmış:
“Saatler hızla geçerler, düşlerini eteklerinde saklayarak.
Hayat kısa, aşk için kalansa birkaç gündür ancak.”
Anlaşılamayan birşey şu değil midir: Ruhun (veya bilincin) ölümsüzlüğüne inanıyorsanız, nasıl olup da bu dünya bir kez gelinip gidilecek bir yer ve sadece buradaki kısacık bir yaşam da tüm bir ebedî hayatın belirleyicisi olacaktır? Tekâmülün söz konusu olmadığı bir sonsuzluk, bu dünyada da, gidileceği düşünülen ‘öteki’ dünyada da tahammül edilir birşey midir… Hiçbir şey durağan değilken ruhunuz ya da bilinciniz nasıl durağan veya kalıcı, değişmez, gelişmez olabilir… Kaldı ki öylesi bir sonsuzlukta buraya gelmeden önce neredeydik, buradan gittikten sonra da o “büyük değerlendirme”, “sınav” ya da “mahkeme” için ne kadar bekleyeceğiz? Aksine yalnız bir kere gelmek hem korkunç bir zaman kaybı, hem de bilinçsizlik, yetersizlik, durağanlık ve çok büyük bir adaletsizlik olmaz mı?
Dinlerin her birinin ayrı ayrı öne sürdüğü “bizim dediğimiz gibi inanırsan belki kurtuluşa erebilirsin, ama buyurduğumuz yoldan çıkarsan cehennemde yanarsın” savlarının hangisi, ne kadar doğru olabilir? Bugün yeryüzünde üçyüzün üzerinde din ve dinsel inanç var. Hangi birine, ne ölçüde inanacağız. Aralarında büyük farklılıklar olsa da bütün dinler temelde üç ana bölüme ayrılıyorlar. Musevîlik, hristiyanlık, müslümanlık gibi Ortadoğu kökenli ve tektanrılı ‘ibrahimî’ dinler; vedantik-hinduistik-budistik dinler; ve doğa dinleri. Tabii bunlar arasında birbirini etkilemiş veya kısmen karışmış olanlar da var. Bu dinlerin ana hatlarıyla da olsa, doğru ve tarafsız bir bakışla incelenmesi, tahminlerin ötesinde yararlı olacaktır.
Tabii mistik oluyoruz diye buradaki görevlerimizi ihmal edemeyiz. Aksi halde öylesi bir sorumsuzluk bütünü kaybetmemize, ya da daha anlaşılır bir söyleyişle her iki tarafı da yitirmemize neden olur. Unutmayınız, miskinler zaten bu tarafı kesin olarak yitirmiş olanlardır. Meslekî, ailevî… görev ve sorumluluklarımızdan vazgeçmek bir bakıma o ‘bütün’ün buraya yansıyan önemli bir kısmından vazgeçmek demek değil midir? Tekâmül yolunda hayalciliğin de, fantezilerin de, umursamazlığın ve bir takım dinsel ya da bâtıl inançlara dayanan önyargıların da yeri yoktur. Çünkü bunlar olgunlaşabilmenin önündeki basit fakat ciddi engellerdir.
Özetle ve bir kez daha hatırlamalıyız ki ölüm, varoluşun ve varoluşumuzun sonu değildir. Aksine öyle sanmak yaradılışa isyandır; gelindiği gibi gidilecektir de, ama dağarcığımızın akıl-zihin-bilinç bölmelerini doldurarak mı, boşaltarak mı gideceğimiz bize kalmıştır; tabii doldururken ‘neyle’ ve ‘nasıl’ dolduracağımız da.
Kuşkusuz burası bütün gizemlerin çözüleceği bir yer olmadığı gibi, buradaki yaşam süremiz de buranın mevcut ortamı da bunun için yeterli değildir. Ama oraya boş mu döneceğiz, ya da dönüşte ellerimiz boş mu olmalıdır?
Bir fâninin sonsuzu ve sonsuz olanı bütünüyle idrak etmesi düşünülebilir mi? Biçim’le, ad’la ve doğrusal zaman’la ‘sınırlı’ olduğumuzu hiçbir zaman unutmamalıyız. O halde ‘mutlak’ın, kişisel kavrama yeteneğimizin ve kapasitemizin ötesinde olduğu gerçeğini de kabul etmeliyiz. Bu yüzden olması gerektiği kadar özgür olmadığımızı idrak edebiliyor, bu nedenle farkındalığımızı geliştirmeye çalışıyoruz. Üstadların yeterince açıklamadığı veya açıklamak istemedikleri nokta budur. İşte o anlamda özgür olunmadıkça farkında olunamıyor. Ya da bir başka söyleyişle ne kadar özgür ve tanrısal sevgiyle, şefkatle dolu olabiliyorsanız o kadar farkında olabiliyorsunuz; ancak o zaman bir başka algılayışın perdesi aralanabiliyor. O zaman gelip geçici şeylere bağlanan içi boş kibirlerin de, her türden korkuların da sonu gelmiş olur. Zihnin yerini bilincin alması da odur. Hakikati aramak için işe kendi içimizdeki cevherden başlamak ve önce ona ‘dokunmak’, onun farkına varmak gerekir derken kastedilen de budur. Yoganın ve meditasyonun amaçladığı ‘bir olmak’ kavramının temelinde de bu yatar. Tekbaşınalık derken kastedilen de esasında, önce kendini bilecek ve sonra evrenle bütünleşebilecek olan böylesi bir tek başınalıktır.
Dünyada geçirmekte olduğumuz şu kısacık süre o muhteşem tanrısal sonsuzluğun yanında nedir ki? Peki yeterli midir? O halde görevimiz bu süreyi ve tanınan her fırsatı daha çok bilinçlenme ve daha fazla tekâmül için kullanmak olmalıdır. Öyle olmalıdır ki bir başka fırsat için ‘yüzümüz olsun’! Ve unutmayalım ki bilgelik bir insanlık mirasıdır; her nerede olursa olsun ona ulaşmak için gayret sarfetmeliyiz. Yoksa bu kısacık hayat boşa geçmiş demektir.
Sevgi temeline oturmayan bir yaradılış planı olamazdı…
Herşey gibi gelişimin süresi ve niteliği de, samimi bir arayış içinde mi yoksa basitçe meraklarımızı giderme arzusuyla mı yola ve araştırmaya çıktığımıza bağlıdır. Bir takım ayrıcalıklara sahip olmak için ve nihayetinde kendini yüceltmek amacıyla yola çıkılırsa sonucun tam bir hüsran olması kaçınılmazdır. Kaldı ki o zaman kendimizi yüceltmeye çalıştıkça daha da alçaltmış oluruz.
Nasıl bir kişi olmak istediğimizden daha önemlisi hâlen ne olduğumuzun doğruluk ve açıklıkla belirlenmesidir. Erişilmek istenen amaçların doğru belirlenmesinde ve nereden yola çıkılacağını tespit etmede başlangıçtaki bu kavrayış çok önemlidir. Zaten aksi halde evren de bize doğru yanıt vermez.
Evrenin ve yaşamın sonsuzluğu, bir anlamda olasılıklarının da sonsuzluğu demektir. Meselenin güzelliği bir bakıma burada saklıdır. Sonsuzluk âleminde bilgi de sonsuzsa, bugün her şey hakkında ve tabii ki bilemediklerimiz hakkında da, sadece bilebildiklerimizin öylesine dar sınırlarına sıkışmış olarak hüküm verebilir miyiz?
Spiritüel yaşama bilimle birlikte taşınabileceğimiz günler çok yakındadır. Ama eğer ‘ruhçu olmamayı’, aksine bütünsel bakmayı başarabilirsek…
Doğadaki enerjiyi, onun gerçek kaynağını hiç bilmeden hoyratça kullanıyor, bir de üstelik bu uygulamalarla doğaya zarar veriyoruz. Sınırlı bilimsel bilgimiz ve yetersiz akıl-zihin ilişkimizle neyi ne kadar çözümleyebileceğimize bakmadan, o her şeyin temeli olan ‘Birlik İçindeki Yüce Yaşam’ı algılamadan, kavrayamadan, farkında olamadan ve her şeyden habersiz çekip gidiyoruz.
‘Benim’ dediğimiz şeyler gerçekten de ‘bizim’ mi? Bazen tüm bu gelip geçici şeyleri kendimizle ve zihnimizle özdeşleştiriyoruz. Oysa ki doğrusu bizim bir yandan ‘kendimiz’ olarak kalırken, öte yandan da o ‘Yüce Birlik’e katılmamız; veya en azından o yolda olmamızdır. Hem kendi düzeyimizin hem de olumlu etkilerle toplumsal düzeyin yükselmesine katkımız ancak bu sayede mümkün olabilir. Aksi halde durgun sular gibi bozuluruz, kirleniriz… ki dinsellerin başına gelen de budur.
Artık dünyamız eskisinden çok farklıdır. O nedenledir ki çaba göstermeden, görev ve sorumluluklarımızın gereklerini yerine getirmeden yalnızlık ve miskinlik içerisinde yaşarken aynı zamanda da tanrısal yolda yürüyebilmek mümkün değildir. Ama onun pırıltısından bir nebze olsun esinlenenler ister sufî, ister derviş, ister yogi olsun bir daha ondan vazgeçemezler…
Reenkarnasyona basit bir ruh göçüymüş ve amaçsız, kendiliğinden bir tekerrürmüş gibi, hattâ tesadüflere bağlı bir olguymuş gibi bakmak yanıltıcıdır. O zaman böylesi bir anlayışın yan etkisi kadercilik, teslimiyet ve miskinlik olur; aklın, zekânın ve iradenin desteğiyle sağlanabilecek ve bilinçle sürdürülebilecek olan tekâmülünüzü geciktirir.
Mesele reenkarnasyona basitçe inanıp inanmamak değil, daha doğrusu bu bir inanç sorunu da değil; reenkarnasyon varsa vardır, yoksa yoktur. Dinlerdeki gibi bilinmeyene, bilinemeyene dar kalıplar içerisinde ve üstelik koşullu olarak, bir takım önyargılarla inanmanız veya inanmamanız değildir söz konusu olan.
Bugün artık hipnotik translarla önce çocukluk dönemine, oradan da geçmiş yaşamlara gidilebilmekte, uzak geçmişin anılarına erişildiğinde de ortaya inkârı imkansız bazı gerçekler çıkmaktadır. Batılılarca bu konudaki ilk ciddi incelemeler Hindistan’da Shanti Devi’nin geçmiş yaşamını hatırlaması ve öne sürdüğü savların tamamen doğru olduğunun kanıtlanması üzerine başlatılmıştır.
İki yaşam arasındaki boşlukta neler olup bittiğini anlatan kişiler de olmuştur. Tabii bunların doğru ve tarafsız biçimde incelenmesi gerekir; aksi halde bulanık zihinlerin yanılgıları, halüsinasyonlar, algı yanılmaları… işin içine girebilir ki o zaman bütün çalışma anlamını yitirebilir. Nitekim süjelerin alt-bilinç katmanlarına erişildiğinde, bunların geçmiş yaşamlar sanılması gibi bir yanılgıya düşülme olasılığı her zaman vardır. Deneysel psikologlarla psikanalistler böylesi bir ihtimale dikkat çekmektedirler. Üstelik çoğu kez bütün bu sayılanların büyük bir çoğunluğunun ne olduklarının belirlenmesi veya gerçekliklerinin kanıtlanmasının olanağı da yoktur. Tabii tüm böylesi gerçekdışılıkların temel nedeni bilinç noksanlığı ya da bilinçten uzaklaşılmış olmaktır.
İnsan kişiliğindeki bastırılmış yönlerin açığa çıkmasını ruh sanma ve bunun sonucunda oluşan (ruhsal veya genetik hafızanın yansımalarının da etkisiyle) kontrolsüz dışavurumları ruhsal tebliğ kabul etme gibi yanılgılarla sıkça karşılaşılabilmektedir.
Korkularımızın önemli bir bölümünün geçmiş yaşamlardan ve o yaşamlarda gerçekleşmiş olan bazı olaylardan kaynaklandığı (yükseklik korkusu, kapalıyer korkusu, hayvan korkusu, deniz korkusu, trafik korkusu…) biliniyor. Örneğin, önceki yaşamınızda yüksek bir yerden düşmüş veya atılmışsanız, bu yaşamınızda yükseklik korkunuz oluşuyor; ağır bir yanık problemi yaşamış veya yanarak ölmüşseniz bu yaşamınızda egzama veya sedef oluyorsunuz; doğum lekelerinin çoğu da önceki yaşamlarda geçirilen ölümcül ya da ağır yaralanmaların yeni yaşamınıza yansıyan izleridir. Keza yeteneklerimiz veya becerilerimiz de ruhsal veya bilinçsel hafızamızın, genetik hatıramızla birlikte son bedenlenmemize yansıyan kodlanmış etkileri olup bu yaşamımızda her birinin ayrı ayrı geliştirilebilmeleri mümkündür.
Neden meditasyon yaparız? Önce içimizdeki aydınlığı keşfedebilmek için. Çünkü o aydınlığı keşfetmedikçe dışarıdakini göremez, algılayamayız. Bir de içimizdeki ışığı bulabilmeliyiz ki, onunla yolumuzu aydınlatabilelim. Bu konuda çok şeyler yazıp söylerler, ama esası budur. Zaten kendi içinizde bulamadığınızı dışınızda hiç bulamazsınız. Meditasyon ve diğer yardımcı çalışmalar, esasında zihnin arınıp bilince erişilmesi kadar bedenin de yeni ve daha üst enerjilere hazırlanmasıdır. Bu hazırlanma dönemi geçirilmeden bir üst algılama boyutuna erişilemez. Bu boyutta daha üstün bir bilinçlilik, mükemmel bir sükûnet ve huzur vardır. Ancak gerçek bir meditasyonda yaşamın da ölümün de ötesine geçilebilir, bütün yapaylıklar önce önemini yitirir, sonra tümüyle yokolur.
Resmî dinler, pek çok yerde ve durumda, kişisel boyutta zihnin gerçeklere karşı kendini savunma, toplumsal boyutta ise kurulu düzeni koruma ve savunma aracı haline gelmiş veya getirilmişlerdir. Asıl sorun buradadır. Ve meditasyon bunu aşabileceğimiz, bilinen en etkili uygulamadır.
Davranışlarının bir bölümünü tasvip edemediğimiz; topluluklar önünde neden öylesine gösterişli ama sıradan akıllara zarar verecek mucizeler gerçekleştirip durduğunu merak ettiğimiz (sufîlere göre de ‘ledünnî’ veya batınî ilimlerin ve onların tezahürlerinin böylesine ortalığa saçılması doğru değildir ve hiç hoş karşılanmaz); hattâ sözlerindeki bazı kayıtlara geçmiş çelişkileri çözümleyemediğimiz; kimilerine göre sahtekâr, kimilerine göreyse tanrısal iradenin bedenlenmiş hâli olan büyük ‘avatar’, herşeye rağmen olağanüstü bir şahsiyet, Sathya Sai Baba’nın en özlü sözlerinden birisi şöyledir:
“Yalnız bir din vardır; sevgi dini.
Yalnız bir dil vardır; kalp dili.
Yalnız bir zümre vardır; insanlık zümresi.
Yalnız bir tanrı vardır; ve o her yerdedir.”
Sai Baba ile ilgili olarak pek çok ünlü batılı yazar ve bilim adamı ciddi araştırmalar yapmış, önemli yazılar kaleme almışlardır. Bunlardan bazıları Howard Murphet, Dr. John Hislop, Dr. Samuel Sandweiss ve aynı zamanda katolik bir rahip olan Don Mario Mazzoleni olup bunların da hiç birisi dilimize çevrilmemiştir.
Belki çok iddialı bulunabilir ama bize göre de din tektir. Adına din denilen bütün bu düzenlemelerse ancak yapay bir biçimde farklılaştırılmış birer yol ve yordam olabilirler. Yanlış olan “en doğrusu ve en iyisi benimki” önyargıları ve “benimkini eleştiremezsin” hoşgörüsüzlüğüdür. Zaten bir eleştirilebilse, tümü de ortaya serilip özgürce tartışılabilse mesele büyük ölçüde çözümlenecektir; ama bu en çok dinadamlarıyla politikacıların işine gelmez… Çünkü o zaman her ikisinin de en önemli silahları ellerinden alınmış ve gereklilikleri kalmamış; daha da önemlisi bu sayede gerçeklere ulaşmanın önündeki engeller ortadan kaldırılmış olacaktır.
Öyle ki, kendi dinadamları tarafından bozulmamış haldeki gerçek hinduizmin hiç de dışlayıcı bir din olmamasının nedenleri arasında bizce en başta geleni, belirli bir dinkoyucusunun (ya da semavî dinlerdeki adıyla peygamberinin) olmamasıdır. Bu nedenle hinduizmde misyonerlik de söz konusu değildir. O da gerçek hristiyanlıkta olduğu gibi her insana kendi inancına uygun olarak tanrıya ibadet tavsiye eder ve tüm dinlerle barış içinde yaşar. Örneğin Gandhi, büyük saygı duyduğu İsa için şöyle söylemişti: “Onun sadece hristiyanlara değil, bütün dünyaya, ülkelere ve ırklara ait olduğuna inanıyorum.” Gerçek hindu bilgeleri de ellerine hiçbir zaman silah almamış ve Buda gibi, İsa gibi daima ‘şiddetsizliği’ (ahimsa) tavsiye etmişlerdir. Ama bugün Batı’da (ve tabii ülkemizde de) bozulmuş-organize hinduizmin yaygınlaşması için büyük paralar harcanmakta, çeşitli fonlar, dinsel vakıflar ve bunlarla ilişkili ciddi kaynaklar seferber edilmekte, birileri de bu pazardan nemalanmaktadırlar. Oysa ki gerçek bir siyasal aziz olan Mahatma Gandhi dahil, hiçbir azizin parayla veya mal-mülkle ilişkisi olmamıştır. Ama bugün bütün dinler ve inanç sistemlerinde maalesef samimi olan gerçek ustalarla, çıkarcı gurular aynı inancı temsil ettiklerini kolaylıkla ifade edebilmektedirler.
Dünya zevklerinden uzaklaşmanın, yol’u (ya da erişim süresini) kısalttığı görüşü tartışmalıdır. Esasında bunu bir tercih veya ana yolu izleyen tâli yollardan birisi olarak kabul etmek daha doğrudur. Bizce zevkten yoksunluk tek başına erdem sayılamaz; erdem olan onlara kapılmamak, düşkünlük göstererek görevlerimizi ihmal etmemektir. Tıpkı artık toplumdan soyutlanarak, izole ve yapayalnız bir yaşam sürmenin yarasız ve gereksiz olması gibi… Bugün artık tapınak keşişi gibi bir yaşam sürmeden de aydınlık yolda yürümek mümkündür. Kaldı ki aydınlanabilmek için başka bir ülkeye gitmekse hiç gerekmiyor. İçinden geçtiğimiz iletişim ve bilişim çağında pek çok fiziksel ve tinsel bilgiye kolaylıkla ulaşılabilmektedir. Söz konusu olan inisiyasyon ise, veya tercihiniz illâ ki bir topluluğa katılmaksa bir gün onun da sırası gelecektir… Ama bunun için mutlaka bir hindu ya da budist rehber aramanın âlemi yoktur. Söz gelimi bugün herhangi bir hindu tarikatini benimser iseniz tanrıya ‘brahma’ diyebilecek misiniz? Mahayana’nın dört temel geleneğinden hangisini kabul ederseniz ediniz ‘an-atman’ veya ‘an-atta’ , yani ‘ruh yoktur’ sözcüğünü bütün nedenleri, gerekçeleri, felsefî içeriğiyle ve üstelik kişisel irade anlamındaki bir tanrının yokluğuna kadar giden sonuçlarını kabule hazır mısınız? ‘Boşluk’ ve ‘özsüzlük’ temelinde düşünebilecek misiniz? “Ruh yoktur, kişiselleşmiş bir tanrı yoktur; ama sonsuz varoluş mevcuttur” kavramına hazır mısınız? Temel fikirlerinizle veya ön-kabullerinizle çelişen ya da çatışan çıkarımlamalar veya görüşlerle karşılaştığınızda ne yapacaksınız? Sizi yolunuzdan çevirmek isteyenlere karşı yeterli donanıma sahip misiniz? O nedenledir ki hiç acele edilmemelidir.
Örneğin hindular reenkarnasyona kayıtsız şartsız inanırlar ve tabii onun yanında ruhun ölümsüzlüğüne de. Budistler ve caynalar ise, pek çok Doğu dinsel geleneğinde olduğu gibi reenkarnasyona inanırlar ama Ortadoğu kökenli dinler gibi veya hinduizm gibi cevher/öz anlamında, ya da esasta değişmeden sürüp giden yaşamsal veya tanrısal mevcudiyet anlamında bir cevhere yani ruha inanmazlar.
Şimdi bir yolu ‘seçerken’ siz de bu ve benzeri bir takım kabullerle mi, veya onlardan hangisinin ‘size daha uygun’ olduğunu araştırıp üzerinde enine boyuna düşünerek mi yola çıkacaksınız. Peki o zaman o ‘yol’ olur mu? Veya sadece başkasının belirleyip rotasını da size dayattığı bir varyant mı olur?
Yine böylesi bir durumda karma inancının, halihazırda sizi çepeçevre kuşatmış olan yaygın ve resmî inanç biçimiyle ne denli uyumlu olduğunu umursar mısınız?
Şuurlu inancınızı (bu inançsızlıkla sonuçlansa bile) nasıl siz belirleyecekseniz, reenkarnasyon konusundaki genel tavrınızı da siz belirlemeli, siz araştırmalı ve zihnin yapay-mekanik-dayatılmış yanılgılarınızdan kendiniz kurtulmalısınız. Aksi halde ‘bilme’, ‘inanma’nın önüne geçemez; dayatılmış inançlarla aydınlanma ise hiç mümkün olamaz.
…..
Bu konuda kısa bir ekleme yapmak istersek;
Reenkarnasyona göre, ölüm dediğimiz form değişimi bu dünyadan sürekli ya da bir daha dönmemecesine bir ayrılış değildir. Çok büyük bir çoğunluğumuz bu dünyanın gerçek değerini ve önemini doğru anlayıncaya ve onun da gereğini yapıncaya kadar gelip gideceğiz; yani iyi ve doğru bir biçimde öğrenip takdir edebilinceye, Varoluş’a doğru yoldan yönelinceye kadar. Bildiğimiz gibi burası öncelikle ve özellikle fiziksel duyuların ön planda olduğu, maddesel biçimlenmesi de doğal olarak o türden unsurlara bağlı olan bir ortam ve boyuttur. Fiziksel duyular ve algıların ötesindeki farklı ortamlar ve boyutlar da hâlen içinde bulunduğumuz algı boyutunun dışında ve daha farklı varoluşlar olarak, ama hemen önümüzde, aramızda, hattâ yanıbaşımızda duruyorlar. Duyular ötesi boyutların farkına varabilecek yetişkinlik düzeylerine eriştikçe giderek farklı algı boyutlarına da ulaşabiliriz. Esasında hepimiz böyle bir kapasiteye sahibiz. Bunu gerçekleştirebilirsek algılarımız da, çıkarılmamalarımız da, onların yansıtılmalarına ilişkin yeteneklerimiz de kuşkusuz farklılaşmış ve sıradanlığın ötesine geçmiş, daha üst bilinçliliğe yönelmiş olacaktır. Halen içinde bulunduğumuz fiziksel ve duyusal boyuttan önce orada varolduğumuz, o ‘rüzgârları bile bir başka olan’ duyular ötesi ve fizik ötesi boyuta geçiş nasıl başka bir vuslat ise; yüz akı ile bu boyuta geri dönüşümüz de yine bir başka vuslat olabilir. Ve işte o vuslat buraya son erişimimiz olabilirse, son ayrılışımız da tekâmülün bir anlamda bu boyuttaki yeterliliğinin tescili demek olan Nirvana (ya da başka isimde bir şey) olacaktır. O vakit bu boyuttaki toplam karmamız da arındırılmış, bir anlamda buradaki işlem ve hesap kapatılarak daha üst boyuta (ya da âleme) nakledilmiş ve oraya dahil edilmişiz demektir. Bu artık, giderken en küçük bir korku dahi hissedilmeyecek olan ‘burada, bu boyutta, bu ad ve biçimdeki son ayrılış’ olacaktır.
Temel yanılgı ölümsüzlük ile sürekliliğin karıştırılmasında, ya da gerçekleşmesi mümkün olmayacak sürekliliği ölümsüzlük sanmaktadır. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığını bilmek ve sürekli değişimi anlayabilmek, ölümsüzlüğün kapısını aralamamızı sağlayacaktır.
Ölümsüzlük doğru anlaşılmadan sonsuzluk hakkında herhangi bir fikre sahip olunamaz. Çünkü zihin sadece kişisel varoluşun geçici-değişebilir-biçimlendirilebilir bir unsurudur. Bilinç ise evrenseldir ve Yüce Gerçeğin tezahürüdür.
Ne kadar çok inanırsak o kadar bağımlı, ama ne kadar çok bilirsek o kadar özgür oluruz. Nedeni, inandıkça zihne, bildikçe bilince yönelmemizdir. Çünkü inanan benliğe, bilense farkındalığa yönelir de ondan. Bildikçe kusurlarımızdan arınabilir, noksanlarımızı görebilir ve tekâmül yolunda ilerleyebiliriz. “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” sözünün anlamı burada gizlidir, amacı da özgürlük ve farkındalık içerisinde gelişimdir. Gönül bahçemizi sevgiyle güzelleştirenler bilim ve bilgelik çiçekleri değil midir? Ezoterik eğitim olmaksızın içsel güzellik ve zerafet yanında tutarlılığı da, estetiği de bulamazsınız; her şey darmadağınık, bölük pörçük kalır. O zaman bu durumun dışsal yansıması ancak sahte bir düzen ve sözde bir titizlik gösterisi olabilir.
İçinde yeraldığımız dünyada onunla uyumlu ve dengeli biçimde yaşayıp, doğru ve sağlıklı düşünemezsek spiritüel, astral, eterik, kozmik… ve diğer âlemleri nasıl doğru ve gerçekçi biçimleriyle algılayabiliriz ki? Bilimsel araştırma olmadan, o konuda çaba sarfetmeden nasıl bilimsel bilgi edinilemezse, ruhsal ve bilinçsel araştırma yapmadan da yüksek bilgilere erişilemez. Fiziksel ve maddesel bilgilere algılaması sınırlı olan ‘dünya gözüyle’ ve ‘dünyasal akıl’la; ruhsal bilgilere ‘gönül gözüyle’ ve (fizik dışı olmaları nedeniyle) sezgiyle; üst-bilince ait bilgilere ise kozmik gözle veya vecd hâliyle erişilebilir. Aksi halde bu boyutlar önümüze açılabilir hâle gelseler de onlarla ilişki kuramayız. ‘Çalışma’ da bunun içindir, reenkarnasyonlar da… Kozmik bir bütünün parçası olduğumuzu idrak edene kadar her şey zor gelir; ama öylesi bir farkındalığın ardından her şey düzene girer, kolaylaşır, gelişim ve tekâmülümüz bambaşka bir ivme kazanır. Karma yasasının gerçek anlamda idraki de ancak o zaman mümkün olur. O zaman uykularınızın bile anlamı değişir; ve “âlimin uykusunun cahilin ibadetinden hayırlı” olmasının ne anlama geldiği fark edilir.
Yaşamın sürekliliği ancak yenilenmelerle mümkün olabiliyor. Adına doğum ve ölüm dediğimiz değişikliklerin nedeni budur. Kısa süreli uykular organizmayı dinlendirip yenilemez mi? Uzun süreli uyku olan ‘gidiş’ler de tazelenip yenilenerek tekrar dönebilmek içindir. Bir de onun olmadığı, tekdüze yaşamlı ama ölümsüz bir dünyayı düşünmeye çalışınız; ne büyük bir ıstırap olurdu… O nedenledir ki kutsal kitapların o ısmarlama ve ebedî cennetleri, tanımlandıkları biçimleriyle olacak şey değildir. Ölümsüzlük gerçekte, böylesine bize uzun gibi gelen ara vermeler ve bir anlamda soluklanmalarla mümkün olabilecek bir şeydir. Yani ölümsüzlük bile ancak ölümlerle mümkündür; bir başka deyişle ölümler olmasa gerçek anlamda ölümsüzlük de olamazdı. Şimdiye kadar neden böyle açıklanmadığını anlayabilmiş değilim, ya da belki ben rastlamadım. Dikkat edilirse bunlar soyut ve karmaşık bir felsefe kuramı değil, basit bir gerçeğin ta kendisidir.
İki enkarnasyon arasındaki süre doğrusal dünya zamanı ile kısa ise bu dünyevî ifade ile ‘küçük ölüm’dür ve yeterince aydınlanamamış olanlar için her ölüm gerekli bir dinlenme sürecidir. Dünyaya tekrar gelişi zaman alacak aydınlanmış kişilerle ustaların enkarnasyonları ise, istisnai durumlar dışında yine dünya zamanına göre daha uzun sürer. O nedenle bu daha uzunca olan süreye ‘büyük ölüm’ denir. Bu süre dünyamızda kullanılan fiziksel-doğrusal zamanla örneğin 100 yıl, hattâ 150-200 yıl veya daha fazla da sürebilir. Tibet geleneğinde, bu durumun istisnaları olduğu ve Dalai Lama’lar ile onları yetiştiren bilgelerin görev ve sorumluluklarının özelliği ve önemi nedeniyle bu sürenin birkaç yıla kadar inmiş olduğuna inanılır (Lamaizm’e göre, yeniden bedenlenme için geçmesi gereken asgari süre 49 gündür).
Karma düşüncesini anlayamayanın, onun bir anlamda ilahî adalet yasasının tecellisi olduğunun farkına varamayanın, enkarnasyonları anlayabilmesini beklememeliyiz. Geçici fiziksel bedenlerini burada bırakarak gidenlerin bir daha hangi süre ile ve nasıl enkarne olacakları tamamen karmalarına ve son enkarnasyonlarındaki dünya yaşamlarına (hattâ buradan ayrılma biçimlerine ve o andaki psişik durumlarına da) bağlıdır. Çok ama çok azımız da, bir daha bu biçimde ve böylesi bir fiziksel bedenlenmeye gerek kalmamış olduğundan alışılmış biçimde bedenlenmeyiz. Çünkü onları artık daha üst görevler beklemektedir. Bazı çevrelerin ‘ışık bedenliler’, ‘uzaylı bilgeler’, ‘farklı boyutların gelişmiş ruhları’… gibi kimi zaman yarı-mistik, kimi zaman ezoterik, okült, fantastik yakıştırmalarla ve meselenin özünü bilmediklerinden içinden çıkılmaz hâle getirdikleri tanımlarla nitelemeye çalıştıkları varlıklar, vaktiyle buradaki tekâmül aşamalarından ve enkarnasyonlardan geçmiş olan daha üstün bilinçlerdir. Bu durum, insanın okuduğu okula öğretmen olarak dönmesi gibi birşeydir. Ama bütün bu söylemler, anlatanların da dinleyen-okuyanların da eksik bilgili veya önyargılı olabilmeleri nedeniyle bir o kadar da yanıltıcıdır.
Bedenlerimiz az çok birbirine benzer, ama psişik yapılarımız ve bilincimiz benzemez.
Hepimizin spiritüel hiyerarşide bir yeri vardır. Bu hiyerarşik yapı içerisinde en çok benzeşenler, birlikte dönüşebilme potansiyeline sahip olanlar ve bu sayede tekâmülünü sürdürebilecek olanlar bir araya gelirler. Dünya yaşamını da, buradaki işlevimizi ve görevlerimizi de kabaca böyle değerlendirebiliriz…
Dilerseniz bir de ‘Dördüncü Yol’ düşüncesinin büyük ustası G. I. Gurdjieff’in, bir bölümünü yakın çalışma arkadaşlarından ünlü ingiliz psikolog Maurice Nicoll’e aktardığı özlü düşüncelerine göz atalım… Gurdjieff’e göre kutsal kitaplarda kastedilen doğumlar fiziksel değil ‘ezoterik’ doğumlardır. Ustamız orada insanın ‘mekanik insan’ olma özelliğini durdurup ya da artık bir yerde sonlandırıp, şuurlu bir biçimde içindeki gerçek cevherine ulaştığında ‘insan olabildiği’nden söz eder (Gurdjieff’e göre yedi adet ‘insan sınıfı’ vardır ve insanlarımızın çoğunluğu ilk üç sınıfta yer alırlar)… Ardından da ekler: “ ‘Uyanmak’ önce ‘benliğin ölmesi’dir; yeniden doğumlarsa ancak ondan sonra mümkün olabilecek ‘aydınlanma’dır”. Bu şimdiki yaşamımızda da gerçekleşebilir; ama öyle görünüyor ki insanlığın çok büyük bir kesimi için bu yaşamlarında uyanma söz konusu olamayacaktır.
Ayrıca nasıl doğmadan ölünemiyorsa, ölmeden de doğulamayacağı son derece açıktır. Bu konuda Gurdjieff şu az bilinen özdeyişini söyler: “Bir insan uyanmadan ölürse, doğmuş sayılmaz”; ama ardından şunu da ekler ki bilebildiğimiz her gelişmiş inanç sistemi buna zaten en üst pâyeyi vermiştir (nirvana, mahaparinirvana, insan-ı kâmil, nebî, mahayogi… vd): “Bir insan ölmeden doğarsa, işte o zaman ‘ölümsüz’ hâle gelir.” Burada daha anlaşılır olması bakımından izninizle bazı eklemeler yapmalıyız: Bu durumda o insanın bu dünyada yeniden doğmasına gerek kalmamıştır. O ölüm bildiğiniz sıradan ölümlerden değildir.Bilinen boyutlar aşılmıştır, bu nedenledir ki eski metinlerde söz edilen ‘doğum-ölüm döngüsü’ de aşılmış ve samsara’dan kurtulmuş olunur. İşte bu ‘bütün bağlardan kurtulma’dır; insanın, kendisi için yararsız, hattâ engelleyici olan sahte benliğinden sıyrılmasıdır. Ama bir şartı var; bütün bu gelişim ‘farkedilebilmeli’ yani ‘şuurlu’ olmalıdır. Toplumdan ödünç alınmış olduğu ya da kendisine yüklenilmiş olan tüm olumsuzlukları, tümünün de gerçekte kendisine ait olmadığını bilerek bırakabilmelidir. İçindeki bütün olumsuzlukları yokeden, daha doğrusu onları ‘dönüştürebilen’ insan artık fiziksel olarak da ruhsal olarak da ölmeye hazırdır. Bu boyut için söylenebilecek gerçek ve son ölüm budur. Onun için büyük üstadlar böylesine bilinçli bir ölüme gülümseyerek giderler; çünkü o bizim bildiğimiz anlamda sıradan bir ölüm değil, daha üst düzeyde bir yeniden doğuş için atılacak ‘özlenen’ adımdır.
Çağdaş karma kuramlarında öyle yorumlar yapılıyor ki, örneğin ünlü japon araştırmacı Dr. Hiroshi Motoyama’nın tezlerinde olduğu gibi; artık kişilerden başka ailelerin, toplulukların, etnik grupların hattâ ulusların dahi karmaları söz konusu edilebiliyor. Öyle ki, bugün artık daha da ileri giderek ‘dinsel karma’dan sözedilebilmektedir. Vaktiyle insanlara zulmetmiş, onlar için acı ve ıstırap kaynağı olmuş, onları kıyıma uğratmış dinler ve dinsel inançlar zamanla yokolmakta, insanlık sahnesinden çekilmekte ya da reform, revizyon, hattâ çağdaş yorum gibi gerekçelerle ya mezheplere ve tarikatlare bölünmekte ya da kaçınılmaz olarak varlıklarını sürdürebilme uğruna biçimsel ve yapısal değişimlere uğratılmaktadırlar.
Bugün bakarsanız, iyi organize olmuş dinler de dahil, hiçbir dinsel inanç otantik biçimini muhafaza edemediği gibi, ulaşabildikleri farklı coğrafyalarda ciddi uygulama farklılıklarıyla çeşitli değişikliklere uğramışlardır. Öyle ki, bize göre katolik/ortodoks/protestan… ayrımları da, sünnî-şiî ayrımı da karmatiktir. Bu sadece hristiyanlık ve müslümanlıkta değil, semavî dinlerin inanan sayısına göre en küçüğü olan musevîlikte de, en kalabalık dinlerden olan hinduizmde de, budizmde de böyledir. Bugün de her birisi mezhep ve tarikat ayrımlarının neden olduğu iç çelişki ve çatışmalarla meşguldür. Böyle de gideceği anlaşılıyor.
Ancak, her konuda olduğu gibi karma ve reenkarnasyon konularında da sadece entelektüel bir anlayış geliştirmiş olmak yeterli değildir. Önemli olan bu entelektüel çabalar sonucu oluşan edinimlerin uygulamada gerçekliğini deneyimleyebilmek, araştırabilmek, örneklemeler veya gerçek olaylarla doğrulamak, daha da iyisi onu pratikte yaşayarak ‘farkında’ olabilmektir. Aksi halde yalnızca kavramsal ya da teorik boyutta kalınmış olur ki, o zaman da bütün bunlar deneysel olmayan ‘önkabul’ler ve faraziyelerden, ya da ‘eksik bilme’den başka birşey olamazlar. Varoluşun gizemine ancak aydınlanmamız ölçüsünde erişebileceğimiz kesindir.
Anlayışımızın gelişimi en az iklim değişimleri, buzulların erimesi ve ozon tabakasının delinmesi kadar önemlidir. Bugün artık tarih öncesi sıcaklık değişimleri dahi bilinebilmektedir. Dünyanın ekseninin güneşe göre 23,5 derece eğik olması dünyadaki bütün yaşamı biçimlendirmektedir; ki bu da uzun yıllar boyunca periyodik olarak yaklaşık bir dereceye kadar sapma gösterebilmektedir. Dünya geometrik olarak kusursuz bir küre olmadığından uzun yıllar boyunca eksen sapmaları olmaktadır. Eksen sapmalarının tam döngüsü 19 000 ilâ 23 000 yılda gerçekleşmektedir (Milankovich döngüleri). Dünyanın buz kütlesi miktarı, sıcaklık değişmeleri, ısınma-soğuma döngüleri ve bu sayede yer değiştiren muazzam enerji dünyamızı bugün için bu duruma getirebilmiştir. Koşullar değiştiğinde dünya haritası ile birlikte insanların da fiziksel ve zihinsel olarak değişmeleri kaçınılmazdır.
Kültürel koşullanma çoğu kez özgür düşünebilmemize engel olur. Zihnimiz ise hem birşeylerle özdeşleşmeye hem de onun ardından tüm düşünce sürecini biçimlendirmeye eğilimli olduğundan, çoğu kez yeniliklere ya da farklılıkların özgürce değerlendirilip tartışılmasına peşinen tavır koyma eğilimindedir. Ancak bir bakıma geçmişteki eylem ve edimlerimizin sonuçları demek olan karmanın izleri zihnimizde yer ederler. Böylelikle geçmişteki karmamız yanında bugünkü eylem ve edimlerimiz de zihnimizde yer bulacağı için, zihnin bu oluşum sürecinde arındırılması da yeniden biçimlendirilip yönlendirilmesi de elimizdedir. Yeter ki bunu bilinçle yapabilelim. Karmatik arınma dediğimiz esasında budur, zihnimizin ve nihayetinde geleceğimizin yapılandırılması da budur. O nedenle kaderimizin de kısmen elimizde olduğunu ve bizim tarafımızdan şekillendirilebileceğini söyleyebiliyoruz ki, bu klasik anlamdaki kadercilikten çok farklıdır. Öyle ki bu, skolastik dinsellerin iddia ettiği gibi ruhsal yoldan sapmak veya tanrının tespit ettiği mukadderat’a karşı durmak değil; aksine doğruya, iyiye ve tekâmüle yönelmekle gerçek dindarlığın ve tanrısallığın yoluna koyulmuş olmaktır… Aksine olumsuz karmalardan arınamamayı ve tekâmülü reddetmiş olmayı kadercilik ve Tanrısal Plan’a saygısızlık sayarız. Yani arada öylesine ciddi bir anlayış farkı vardır ki, örneğin onlar hastalığın kendisiyle uğraşmak yerine sadece ağrı kesici kullanarak onu gizlemeyi tercih ederlerken; bizler hastalığın ‘nedenlerine’ iner, sorunu ‘anlamaya’ çalışır, panzehirini üretir ve onu ‘dönüştürürüz’. Çünkü geleceğimizi şekillendirme güç ve kaabiliyetine sahip olduğumuzu ve bunu da ancak ‘şimdi’de başarabileceğimizi biliriz. Bu aynı zamanda zihnin de eğitimidir.
Yogananda şöyle diyordu: “İnsanların şimdiki başarısızlıklarının suçunu geçmiş yaşamlarındaki yanlışlarına yüklemeleri yararsız bir zihinsel tembelliktir. Herkes kollarını sıvayarak yaşam bahçesindeki karmanın kötü otlarını temizlemelidir.”
Meditasyon hakkında bugüne kadar yazdıklarımızdan, entelektüel çevrede en çok ilgi çeken ve dostlarımızı yoga ve meditasyona teşvik eden cümlelerden birisi şu olmuştur: “Düzenli meditasyon yapmak bizleri kötülüğün cazibesinden korur, fiziksel-bedensel rahatlıklara kapılarak bilincimizin gölgelenmesinden ve yanılgılardan alıkoyar. Varoluşla uyumlu olmamızı sağlar.”
Benlik mevcut oldukça ve biz onu ‘taşıdıkça’ erdem ve bilgelik yolunda yürüyemeyiz, yani o yükle, onca ağırlıkla o ‘kapısız kapı’dan da, mecazî anlamdaki ‘kıldan ince köprüden’ de geçilemiyor; çünkü onunla bir türlü özgür ve farkında olunamıyor da ondan. O nedenle buradaki yaşam bir ‘dua hâli olmalıdır’ diyoruz; yoksa tanrısallığa erişemezsiniz, tanrısallığın ışığı da egoyla kirletilmiş zihinlere doğru akamaz… ‘Teslimiyet’ kavramından anlaşılması gereken de bu olmalıdır; yani kulluk-kölelik değil de, “bilinçli bir olma” hâli…
Bir şeyin tanımlanabilmesi için, önce o kişi tarafından anlaşılabilir olması asgari şart değil midir?
Öyleyse, daha ileri boyutlara ve kavrayışlara ait konular ve hususların, haklarında hiçbir şey bilmeden, salt birileri böyle söyledi diye kabul edilip uluorta anlatılmasının dinsellerin şuursuz ya da mekanik inancından bir farkı var mıdır? Peki o satırları yazanların hem kendini hem de başkalarını kandırmaya hakları var mıdır? Hele de genel kabul görmüş, ilgili çevrelerce benimsenmiş deneysel ve bilimsel bilginin çözümlemede ve formüle etmede henüz yetersiz kaldığı bir konuda…
Zihne bağımlılık olumsuz karmanın oluşmasının ya da onun sürdürülmesinin başlıca nedeni olduğundan, bu bağımlılığın bilinçlenme yoluyla çözülmesi de olumlu karmaya geçişin, aydınlanma ve kurtuluş yolunun başlangıcı olacaktır.
Zihinden ve benlikten özgürleşemedikçe, yani kozmik amaçla ‘uyumlu’ hâle gelinmedikçe varlığın birliği anlaşılamaz; yüksek bilincin algılanabileceği, üst boyutların farkedilebileceği düzeye erişilemez; tanrısallığın yüksek ifadesi ve amacı bilinemez; bütün’ün ahengine varılamaz; onunla birlik olma yoluna girilemez… Eski budistik Ji metinlerinde ifadesini bulduğu üzere, “ilahî sesi işitebilmek için ben’den kurtulmuş olmak” gerekmektedir.
Hiçbir şeyin kendi başına varolamadığı; varolabilmemizin, pek çok başka şeylerin daha varoluşu nedeniyle mümkün olabildiği gerçeğinin algılanması, bizi, ister bedensel, ister psişik olsun her türden varlığımızın da tüm bu ilişki ve etkileşimlerden, kısacası ‘bütün’den ayrı mümkün olamayacağı gerçeğini algılamaya götürecektir. Ama ne yazık ki bu basit gerçeği çoğu zaman egomuz nedeniyle gözardı ediyoruz. İşte bu sahte benliğimiz, gerçek doğamıza ulaşabilmemizin önündeki en ciddi engeldir. Bunu batılı psikolog ve psikiyatrlardan binlerce yıl önce Tao, Buda ve Zen üstadları açıklamışlardır.
Egonun doğasını anlayabilmek için her eylemin, hattâ tutum ve davranışın bir sonuç ürettiğinin; sonra da elde edilmiş olan bu sonuçların yeni edimlerin nedeni olduğunun bilinmesi gerekir.
Salt düşünce ve inanç farklılıkları uğruna insan yaşamlarının kitlesel halde feda ve hebâ edilmesi ne kadar doğru olabilir ve bu zavallı beyhudelik nasıl haklı gösterilebilir? Ama bu basit gerçeğe, bu hoşgörü anlayışına varabilmek hiç de kolay değil. Farklı düşünce biçimlerine karşı hoşgörüsüzlüğü körükleyen başlıca nedenlerin dinsellik ve şoven ulusalcılık olduğunu söylediğimizde hâlâ tahammülsüzlük gösterenler ne yazık ki oldukça fazla. Ama bu bile gerçekte karmatik bir süreçtir ve insanlık bu zavallılıktan kendini kurtaracağı bilinçlenmeye doğru yol almaktadır.
Yeni dalga boyları ve bambaşka frekansların keşfi, fiber optik bilgi iletişim sistemleri, atomaltı parçacıklar ve kuantum mekaniğinin açtığı yeni ufuklar, sürekli hareket halindeki fiziksel evrenin boyutlarına ilişkin kuramlar… bütün bunlar en azından düşünebilenler için farklı boyutların da mevcut olabileceğine dair öngörülerdir.
Bunların yanında dinsel, etnik ve ırksal ayrımcılıkların anlamsızlığı, hattâ insanlık dışı oldukları üzerinde ciddiyetle düşünmenin zamanı gelmiş ve geçmektedir. İnsanlığın bir bölümü açlık ve sefalet nedeniyle ıstırap çekerken, insanca yaşayabilme olanaklarından yoksun olmalarından ve eğitimsizlikten kitleler halinde ölüp giderken, askerî ya da ulusal güvenlik amaçlı toplu imha silahlarına ayrılan kaynaklara bakar mısınız? Basit mezhep ayrılıkları ve inanç farklılıklarının hâlâ kitlesel acılara ve kıyımlara neden oldukları nasıl görülemiyor? Küresel ısınmanın nedeni açlık çekenler ya da yoksullukla boğuşanlar mıdır; ‘gelişmiş’ denilen, gerçekte aymaz ve vurdumduymaz, sorumsuz sanayi toplumları ve onların yöneticileri mi? O yöneticilerin, maalesef ki kendilerine olmadığı gibi, çocuklarına ve gelecek kuşaklara da saygıları kalmamış ki dünyamızı durmaksızın ve bencilce tahrip etmekle meşguller. Küresel tahribatın nedeninin ‘küresel sömürü’ olduğu son derece açıktır. “Mavi Bilye”mizin akciğerleri olan orman varlığının tahribi, kitlesel hayvan katliamları, doğaya denizlere yerli yersiz müdaheleler, sınırsız sorumsuz ve bilinçsizce yanlış yerlerde insan yerleşimleri ve sanayi tesisleri… ve daha yüzlerce olumsuz neden ve gerekçe… Peki ne uğruna… ve ne için… Bir avuç insanın, insanlık dışı lüksüne ve basit maddesel tatminine hizmet etmek için mi?… Bütün bu ‘insanî’ sorunlarımızı gelip de ‘uzaylılar’ mı çözecekler? Dünya nüfusunu birkaç kez yokedebilecek kadar nükleer silaha sahip olmanın mantığı var mıdır? Daha da önemlisi böyle bir durumun Tanrısal İrade’ye uygunluğundan söz edilebilir mi? Bunların arasında cumaları camiye, cumartesileri havraya, pazarları kiliseye gidenler yok mudur?
Ezoterik öğretilerin çağlar boyunca insanlardan gizlenmesinin iki nedeni vardır. İlki sıradan insanlar tarafından anlaşılmama ya da yanlış anlaşılma, ikincisi ise yönetimi elinde bulunduran veya onların yandaşı konumundaki çevrelerce taciz edilme, hattâ ortadan kaldırılma endişesidir. Sokrates’e, İsa’ya, Giordano Bruno’ya, Hallâc-ı Mansur’a… ve diğer islam sufîlerine, üstelik kendi dinine ve inancına mensup kişilerce yapılanlar ortadadır. Aradan yüzlerce yıl geçtikten sonra bile Batı’da artık öldürülmeseler de, akıl hastanelerine kapatılmış çok sayıda düşünür sayabiliriz. Oysa ki ülkemizde maalesef hoşgörüsüzlük hâlâ had safhada ve inanç farklılıkları yüzünden insanlar hâlâ öldürülebiliyorlar.
Zihnin aşılması hiç de kolay birşey değildir. Yogayı sistematize eden Patanjali’nin sutraları dikkatle incelenirse, ilk aşamalar ahlâkîdir (yama, niyama); daha sonra fiziksel duruş ve egzersizlere geçilir (asâna), ki yoga denildiğinde çokları burada takılıp kalırlar. Sonra solunumun düzenlenmesine geçilir (pranayâma). Buraya kadarı “dışsal yoga”dır. Derken iç gözlem (pratyahâra) ve konsantrasyon (dharâna) aşamalarına erişilir. Yine önemli bir kısım ileri yoga çalışanına göre bu kez de süreç burada sonlanmaktadır. Oysa ki meditasyon (dhyâna) yaşanmadıkça yoga gerçekleşmiş olmaz. Nihai aşama da yoganın ana fikri sayılan bütünleşme (samadhi)’dir. Her bir önceki aşama kusursuz geçilmesi gereken bir gerekliliktir, ama yeterlilik değildir.
Reenkarnasyon konusunda ne kadar ayrıntıya inilirse o kadar yanıltıcı olacaktır. Çünkü ilahî nizamın herkes için aynı olan bir enkarnasyon süreci yoktur, olamaz da; nedeni her reenkarnasyonun “o kişiye özel” olmasıdır. Yani üniform bir reenkarnasyon olgusundan söz eden bilerek veya bilmeyerek olsun, doğruyu söylemiyordur. Onun içindir ki her enkarne bir yandan dünyaya ve buradaki doğal yaşama, nizama saygı duymalı; bir yandan da sürekli tekâmül için gayret sarfetmelidir. Böylesi bir farkındalık da öncelikle insanın kendine olan saygısıyla ve sevgisiyle başlayabilir. Aksi halde şefkat ve merhamet, yeşerip gelişebileceği uygun ortamı bulamaz; böyle olunca da hiçbir yere varılamaz; o aydınlık yolda yürünemez; bizlere sağlanmış olan böylesine büyük bir imkân da heba edilmiş olur.
Reenkarnasyon ve karma’ya ilişkin konuların, bütünleşik yaşamın sadece bir tarafında korku, endişe ve telaş içerisinde bilinçsizce saf tutmuş olan ruhçular tarafından değil çözümlenmesi, anlaşılabilmesi dahi mümkün değildir. Zira amatör ruhçuluk, tıpkı gerekli ve yeterli eğitimi almamış, o konuda liyakatini kazanmamış bir kişinin ateşli silah edinmesine benzer ve en az onun kadar da yanıltıcı ve tehlikelidir.
Gerçek bir karma anlayışına sahip olabilmek için aslında konunun esasını doğru anlamak ve daha sonra da onun gereklerini yerine getirebilmek üzere bilinçli bir çaba göstermek gerekir. Şöyle ki; sadece geçmiş karmanızdan size kalanlara göre bir yaşam sürerseniz bu kadere boyuneğmek olur; ama onu da aşmaya çalışarak hem karmatik arınmanızı gerçekleştirmek hem de kendinize yeni bir karma yaratmak için çabalarsanız yepyeni bir anlayışa, hattâ boyuta doğru yükselebilirsiniz. Bu, bazı kutsal kitaplarda anlatılmaya çalışılan ‘irade-i cüzziye’den de çok farklı ve çok daha güçlü olan, tanrısal cevherin gücüne ve olumlu etkilerine daha fazla önem ve ağırlık veren bir anlayıştır.
Sizce, bu dünyada ve insan olarak doğmuş olmamızın nedeni ve amacı hakkında düşünülmesi gerekmez mi; tabii gelmeden öncesini… ve gittikten sonrasını da… Oysa ki yaşamınızı bir takım basmakalıp ve sürekli birbirini yineleyen o tekdüze ruhsal ‘tebliğ’lere göre düzenlemeye çalışırsanız, dinsel dogmaların yerine onları koymaktan başka birşey yapmış olmazsınız; gelişmek bir yana, yerinizde sayar hattâ bilinçsel olarak her gün daha geriye gidersiniz.
Yaşam biçimimizin, hayatımızı kazanma tarzımızın ve bilinçlenme düzeyimizin karmamıza etkileri de bir başka inceleme konusudur. Çünkü geçmiş karmamız bugünkü yaşamımızı etkilediği gibi, şimdiki yaşamımızın da hem geçmiş karmamız üzerinde etkileri olabilecek hem de bu günkü eylem ve edimlerimiz karmamızın geleceğini şekillendirecektir. O nedenledir ki meditasyon, davranışlarımız ve dua gibi üç temel iyileştirici araca sahip olmamız son derece önemlidir. ‘Şimdi’nin bir başka önemi ve değeri de buradadır.
Kısacası karma kuramı aslâ kadercilik olmadığı gibi, aksine geleceğimizi belirleyici olması nedeniyle de gerçekte kadercilik karşıtıdır. Karma doğru anlaşılırsa “bütün nesnelerin karşılıklı bağımlılığı”, “izafiyet” ve “daha yüksek bir varoluşun mevcudiyeti” kuramlarının anlaşılması da kolaylaşacaktır. Bir başka önemli husus da bu yolla herkesin kendi içindeki potansiyelin farkına varabilecek olmasıdır. İşte bu farkındalık Mutlak Birlik’le “bütünleşebilme”nin yolunu açacak olan şeydir.
Bilimin önemini her yerde vurguluyoruz; ama bu, bilimin sonsuzluğa ulaşamayacağı gerçeğini değiştirmez. Çünkü bilinemeyen sonsuzluk, ancak bilinebilenlerle uğraşabilecek olan bilimin konusu olamaz. Bilim ancak fiziksel ve maddesel evrenin yasalarıyla ilgilidir; amacı da onları keşfetmek, ortaya çıkarmak ve açıklamaktır.
Evrende fiziksel olan tek ‘mutlak sabit’ ışık hızı ise fiziksel uzay da doğrusal zaman da sonsuz olamazlar. Fiziksel olanın sonlu olacağı ya da süreksiz olması gerektiği kesindir. O halde demek ki ‘ışık hızının mutlak sabiti’nden de farklı ve ondan hızlı başka birşey veya birşeylerin daha olması gerekmez mi. Üstelik bu ‘şey’ fiziksel de olamaz! Ve değilse değildir! Şimdilik bu gerçeği aralamakta kullanılabilecek iki maniveladan biri ‘izafiyet’ ise diğeri de ‘fizik ötesi olgu ve oluşumlar’ olabilir.
Şimdi biraz daha açıklama yapabiliriz. Şöyle ki:
Madde sonsuz ya da kalıcı olmadığına göre;
1. Maddesel olan hiçbir şey veya bileşen de kalıcı ya da sürekli olamaz. Özünde maddesel olan ya da bir bütünün veya tüm evrenin maddesel tarafı olan her şey ‘süreksiz’dir.
2. Maddesel olmayan gerçeklikler, maddeselliğe dayanan bilgi ile ve maddi araçlarla algılanamaz.
3. Sonsuzluğun idrakine ya da farkındalığına erişebilme, kendisi sonlu olan maddi veya fiziksel unsurlarla gerçekleştirilemez.
Bir an için bu dünyadaki oluşumumuzun veya bir başka ifade ile bedenlenmemizin tamamen tesadüflere bağlı (otomatik/kendiliğinden) biyolojik ve fizyolojik bir süreç olduğunu düşünsek bile; bizi canlı kılan, yaşıyor sayılabilmemizi temin eden o yaşam unsuru, hayatiyetin özü ya da cevheri nereden geliyor?
Sınırlı duyularımızın ötesindeki yaşamlar rastgele ya da çabasız bilinemez. Sıradan sezgilerle veya basmakalıp eylemlerle de bulunamaz. Herşeyden önce gelişmiş ve derin bir içgörü ile, önyargılardan özgür hâle gelmiş zihnin bilinçle işbirliğini gerektirir. Burada ‘duyular dışı idrak’ tanımlaması her ne kadar alışılmış olsa da biraz itici duruyor. Daha içten ve anlamsal bakımdan da doğru olanı ‘duyular ötesi algılama’ olmalıdır. Kaldı ki ‘duyular dışı âlemler’ tanımlaması da yanlış ve ürkütücüdür. O boyutlar, bugün için bizim içinde bulunduğumuzu sandığımız ve daha kaba biçimde algılanabilir olan fiziksel âlemin ya da boyutun tamamen dışında ve bambaşka bir yerde değildir ki. O da yine aynı şekilde sınırlı duyularımızın ötesinde, ama halen yaşamakta olduğumuz boyutla iç içedir. Aksi olsaydı, insan onlara ‘yaşarken’ erişebilir miydi? Bu husus çok önemli olup hiçbir zaman unutulmamalıdır.
Burada bir başka temel yanılgıya daha değinmekte yarar var. Reenkarnasyon nedense hep bu dünyada yeniden doğmak, burada tekrar bedenlenmek olarak düşünülmüştür. Buradaki ölüm nasıl orada doğmaksa, burada doğmak da orada ölmektir. En büyük yolgöstericiler “ben hiç doğmadım ve hiç ölmedim” derken bunu kastetmiş, ama hiç açıklamamışlar; o nedenle de maalesef anlaşılamamışlardır. Oysa ki en büyük gerçek budur! Reenkarnasyona böyle bakılırsa bütünüyle anlaşılması kolaylaşacaktır. Bu deneyim fırsatını herkes sürekli yaşar; ama büyük üstadların farkı, onların, bu geçişlerin farkında olmalarıdır. Bütün bu süreçte sadece boyutlar terkedilir, ama karma hiçbir zaman terkedilemez… Ne yazık ki genelde böyle anlatılmıyor…; öyle olunca da zihinler bulanıyor; gizlilikten, gereksiz ve aşırı ezoterizmden, endişeler ve korkulardan rant sağlayanlar ortaya çıkıyor…
Bir yandan sınırlı duyularımızın ötesini yok sayarken, bir yandan da dinsel bakımdan ‘inançlı’ olduklarını söyleyebilenlerin bu tavırlarını akılcı ya da tutarlı kabul etmek mümkün değildir. Zaten onların yaygın ifadeyle ‘maneviyat âlemi’ dedikleri şey de duyular ötesi boyutlardan başka ne olabilir ki. Biz öyle tanımlamak ya da adlandırmaktan özenle kaçınıyoruz; çünkü bu söz de diğer pek çoğu gibi, bilerek veya bilmeyerek türlü çeşitli dinsellik motifleri ve yargılarıyla kirletilmiştir.
Bize göre dünyaya geliş, Birlik’ten bireyselliğe doğuştur ve kozmik nizama göre bu bir gerekliliktir, geçirilmesinin zamanı gelmiş olan deneyimin başlangıcıdır. O nedenledir ki her yeniden doğuş, yeni bir tekâmülün ve gerçek-kendi’mizi farkedebilmenin fırsatıdır. Yoksa, “önce tanrısallıktan uzaklaşıp, sonra da ona erişebilmek için yollara düşmenin anlamı olabilir mi” (Tagore) ? Bunun da kolayı, daha başlangıçta “geçici olanla özdeşleşmemek” ve eğer böyle bir olumsuzluk söz konusu ise, bir an önce (zihinle birlikte) bu tür bağımlılıklardan sıyrılmak, arınmak ve “özümüze dönmek” olmalıdır.
Niteliksel olarak üç tür karmadan sözedilebilir: Olumlu, Olumsuz, Nötr. Karma da üç nedenle oluşabiliyor: Duygular ve düşünceler; bunların sonucunda arzular; tüm bunlara bağlılık ve bağımlılık da üçüncü neden olan eylemlerimizin ve edimlerimizin niteliğini oluşturuyor. Davranışlarımız zihinselden bilinçsele yöneldikçe niteliklerinde artış olur; daha sevgi dolu, şefkatli ve merhametli hâle gelirler. Aksi halde ise zihinsel tutsaklıklar artar; güce, paraya, dinselliğe, aşırı sekse ve her türden fiziksel ve tinsel uyuşturucuya yönelinir. Bu esasında tutkuların, bağlılığın ve bağımlılığın da artması demek olan özgürsüzleşme sürecidir. Kaçınılmaz sonuç, gelip geçici şeyler uğruna zihnin tutsaklığıdır. Böylesi bir durum doğanın yasalarına da kozmik amaçlara da aykırıdır. Bu durumdan kurtulmanın ilk adımı ‘bağlanmamayı öğrenmek’le atılabilir. Olumsuz karmayı doğru çözümlemedeki en etkin başlangıç budur. Acıları durdurmanın, ıstırapların önüne geçmenin tek yolu zihinden bilince yönelmektir.
Burada bir yanlış anlamaya neden olmamak için hemen belirtelim ki; bugün, burada ve bu koşullarda varolmamızın nedeni de toplam karmamızdır.
Eğer dünyanın altı milyar yıl kadar önce oluştuğu, hayatın önce denizlerde başladığı, insana benzer ilk canlıların altı milyon yıl kadar önce ortaya çıktığı, atalarımız olan homo sapiens’in de ortalama yüzbin yıl önce oluştuğu bilindiğine göre evrim nasıl olup da hâlâ inkâr edilebilir… Aralarda sıçramalar, eşikler ve bazı mutasyonlar da pekalâ mevcut olabilir. Bütün maddesel varoluşlar esasında farklı biçimlerde sıkışmış enerji formlarıdır, peki ama ondan önce ne vardı? Fizik bilimleri sadece maddeyi inceleyegelmiştir. Yani o da sınırlıdır. Psişik gücün madde ya da fiziksel formlar üzerinde etkili olduğunu biliyor ve görüyoruz. Ama fiziksel unsurların, adına ne derseniz; yaşamsal cevheri, rûhu, bilinci yarattığı görülmemiştir, düşünülemez de. O halde fiziksel boyutun dışında başka birşeyler de olmalıdır. Bu inanıp inanmama meselesi olmadığı gibi, aksine kaba materyalist düşünce ya da anlayışla hayatiyetin açıklanamadığının göstergesidir. Kaldı ki sınırlı algımızın ötesini yok mu sayacağız; öyle kabul edilseydi yani görülemeyeni, çıplak gözle gözlemlenemeyeni bilimsel şüphecilikle araştırmamış olsaydık farklı dalga boylarının, titreşimlerin, değişik ışınların ve ışın kuşaklarının da varlıklarını kanıtlayamamış olmayacak mıydık. Beyin dalgalarını, röntgen ışınlarını kim görebiliyor? Sanırız bütün bunlar ‘farklı boyutlar’ın da en azından mevcut olabileceğine dair bizleri derinden düşündürmelidir. Öyle ki bugün için bomboş görünen ve belki de nedensiz oldukları sanılan gezegenler, halen geçirmekte olduğumuz türden bir yaşam biçimine ya hazır değildirler, ya da o dönemi çok uzun yıllar önce tamamlamışlardır. Ama hâlâ da bizim algılayamadığımız başka yaşam formları için uygun mekânlar olabilirler. Herşey nihayetinde Mutlak İrade’nin Evrensel Plan’ıyla çelişmeksizin işleyebilecek ve ancak öylelikle Yol’da ilerlenebilecektir.
Bu konuda son söyleyebileceklerimiz ancak şunlar olabilir:
İdrakin olabildiğince genişlemesiyle, farkındalığın artacağı öylesi bir “hâl”de, halen içinde bulunduğumuz fiziksel koşullara göre bir tür ‘zamansızlık’ diyebileceğimiz, yani fiziksel-doğrusal-kısıtlı zaman boyutunun ötesindeki o başka tür varoluşlar veya varoluş özellikleri de farkedilebilecektir. Böyle olması doğal değil midir? En azından ‘doğaüstü’ değildir. Sonsuzluğa giden yolda sonlu-maddesel dünyanın koşulları, ölçütleri, boyutları; bir başka deyişle daha kaba ve sınırlı araçları ile algıları geçerli olabilir miydi?
Orada başka enerjiler ve onların başka biçimlerde yoğunlaşmaları söz konusu olacağına göre, tabii ki o boyut bütün özellikleriyle de farklı olacaktır; çünkü o boyuta uygun varlıkların yapıları da nitelikleri de kuşkusuz buradakinden farklı olmalıdır. Aslında görebilen gözler için, ya da kalp gözü açık olanlar için, onların işaretleri burada da mevcuttur. Aksi halde Mevlânâ nasıl olur da ‘Oraların her şeyi farklıdır’ deyip, bu dünyadan ayrılışını bir başka ‘vuslat’ -erişim- sayabilirdi… Ve o sözler tesellinin şairâneliği değil, anlayabilecekler için hakikatin sınırlı da olsa izahıdır.
Bugün hepimizin birer fiziksel-genetik kodumuz olduğunu biliyoruz; o halde psiko-genetik (ruhsal, astral, eterik, kozmik… vd) kodlarımız da neden olmasın? Bize göre, eğer bilinebilseydi, işte bu kodların tümü “total karmatik kod”umuzu ve bileşkesi de bir anlamda toplam sicilimizi verecek; gelecekteki spiritüel-kozmik vizyonumuzu da bu karmatik kodumuz belirleyecekti.
Sonuç olarak, ‘gidiş’lerdeki her bir değerlendirmeden sonra, hakedebildiğimiz kadarıyla ve bize tanınan sınırlar içerisinde kalma koşuluyla buradaki yeniden doğuş için mümkün, muhtemel ve müstakbel bedenlerden birini seçer ve ‘dönüş’ yoluna koyuluruz… Yani hakettiklerimiz ve liyakatimiz yanında sınırlı irademiz orada da söz konusu olacaktır.
Reenkarnasyon özetle bu demektir.
Dünyamız elbette ki ilânihaye böyle dönüp durmayacaktır; kozmik amaç gerçekleştiğinde, bütün fiziksel nesnelerde olduğu gibi onun da sonu gelecek, ya da daha doğru bir ifade ile biçim değiştirecektir. Varoluşun doğası gereği esasen her an da biçim değiştirmeye devam etmektedir. Bu bir bakıma küresel karmamızdır. Yukarıda da sözettiğimiz gibi, ekosistemlerin tahribi, ozon tabakasının bencilce delinmesi, zehirli ve zararlı gaz emisyonları, sera etkisinin zamanından önce oluşturulmasıyla buzulların çok erken ve büyük boyutlarda erimesi, bunların sonucunda da iklimdeki vaktinden önce ve program dışı ısınma… aşırı avlanma ve bazı canlı türlerinin yokedilmesi… işte gerçek cehalet tüm bunların önemsenmemesi ve doğal düzenin vahşice tahribidir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi her gün binlerce insanın açlık ve sefaletten ölmesi de sanki kimsenin umurunda değil. Bütün bunların karşılıksız kalacağı sanılmamalıdır. Ve yine, onca olumsuz ve yıkıcı örnekleri apaçık görülmesine rağmen, henüz nükleer savaş tehdidi dahi ortadan kaldırılamamıştır. ‘Yoketme tehdidi’ ve ‘yokolma riski’ üzerine tesis edilmiş bir barışın gerçek anlamda barış sayılabilmesi mümkün olabilir mi?
Bugünkü dünya insanları, politik sistemsizliğiyle de, inançsal karmaşalarıyla da, önce kendilerine sonra üzerinde yaşayabileceğimiz o ‘tek evimiz’e karşı sevgisizliğiyle ve saygısızlığıyla da tam bir akıldışılık ve Varoluş’a isyan halindedirler. Doğal nizamı ve kozmik düzeni doğru anlayamadığımız ve bu konudaki idrakimizi yeterince ve olması gerektiği gibi geliştiremediğimiz çok açıktır. Asıl üzerinde kafa yormamız, sorgulamamız gereken şey bu büyük cehalet ve vurdumduymazlık olmalıdır. Ama tanrısal yola giremeyen insan bunların üstesinden gelemeyecektir.
Şimdi dışlayıcı değil birleştirici, ayrımcı değil bütünleştirici olma zamanıdır. Basit politik hesaplar, sıradan ve içleri boş dinsel dogmalar ve kaygılar insanın gelişimini engellemiş ve onu geri bırakmıştır. Tanrısallaşabilecek potansiyele sahip insan ve insanlık birbirini yoketmekle meşguldür. Tekrar geldiğinde dünyayı nasıl bulacağını da, kendi çocuklarına ve gelecek nesillere ne bırakacağını da umursamayacak kadar bencilleşmiştir. Politikacılarla organize dinler bu kötüye gidişi durduramamış, hattâ yavaşlatmak bir yana, aralarındaki çok basit fakat amansız rekabet sayesinde aksine körüklemişlerdir. Bu iki olumsuz faktör, insandaki (yine kendilerince oluşturulmuş olan) o gelip geçici şeylere tutunma arzusu ve hırsını sürekli istismar etmişler, böylelikle onu gerçekte korkak ve kendilerine bağımlı hâle getirerek özgürlüğünü elinden almışlardır. Asıl büyük başkaldırı onlara karşı yapılmalıdır. Yoksa mesele bir inancın yerine diğerini ya da bir siyasal iktidarın yerine ötekini geçirmekle çözümlenebilecek kadar basit değildir; çünkü sistem aynen devam ettiği sürece, böylelikle ancak ya tutukevimizi ya da gardiyanlarımızı değiştirmiş oluruz.
O nedenledir ki belki de gerçek ve toplu reenkarnasyon, insanın bilince yönelmesi, yepyeni bir zihinsel yapıyla burada ve şimdi yeniden doğuşu sonucunda gerçekleşecektir.
Bazı büyük adamların özlü sözleriyle bitirelim:
. Walt Whitman bir şiirinde ‘hayat’a seslenirken şöyle diyordu;
“Ey hayat!
Senin birçok ölümden artakalan şey olduğunu biliyorum.
Çünkü, hiç kuşkum yok ki onbinlerce kez öldüm.”
. Carl G. Yung da, “Yeniden doğmak zorundayım, çünkü verilen görevi henüz tamamlayamadım” derdi.
. Albert Schweitzer, reenkarnasyonu, “Gerçeğin en umut verici ve güçlendirici açıklaması” olarak tasavvur ederdi.
. Nietzsche dahi şöyle demişti: “Yeniden yaşamayı isteyecek kadar tutkuyla yaşa, üstelik bunu görev bil; çünkü zaten yeniden yaşayacaksın”.
İşte o vakit siz bir “rind” olursunuz, ölüm de bir “âsûde bahâr ülkesi”.
Kim bilir belki bir gün, “bezm-i ezel”de yine “mülâkî” oluruz.
Yeter ki Goethe gibi, son ânımızda dahi “Işık, biraz daha ışık!” diyebilelim.
Sevgi ve farkındalıkla kalınız…