Ölüm sonrasında ne olacağı, nelerin yaşanacağı eski metinlerde ama özellikle de “Tibet’in Yaşam ve Ölüm Kitabı”nın ‘bardolar’ bölümünde uzun uzadıya anlatılır. Reenkarnasyona hattâ sıkça gidip gelmelere inanmayanlara bu konular doğaldır ki bir anlam ifade etmeyecektir.

Örneğin Tibet’te, Nepal’de herkes birbirini akrabası ya da yakını gibi görür. Yaşca küçük olanların, yıllar önce ölmüş olan aile büyükleri olabileceğini kabul ederler. Ruhanî liderleri olan Dalai Lama’ların, tüm Tulku’ların ve diğerlerinin, hep kendinden öncekilerin ‘genedoğum’ları oldukları kabul edilir. Bu durum herkese ve giderek bütün canlılara sevgi ve saygı duyma anlayışına uzanır. Bu nedenle de budistler, hayatî bir tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça hiçbir canlıyı öldürmezler. Hattâ bugün üzerine basmış oldukları taşın, toprağın ileride hayatiyet kazanacağını; otlardan ve çimenlerden beslenen daha ilkel gelişmişlik düzeyindeki canlıların, ileride üst düzey ya da daha gelişmiş canlılar, veya yaşayan bedenlerin hayatî unsurları olarak yeniden dünyaya geleceğini varsayarlar. Aynı anlayış bazı hindu, şaman ve jain mezheplerinin inançlarında da mevcuttur; hattâ dikkatle incelenirse kızılderili inançlarında da yer almış olduğu görülecektir. Yani insanlığın, sevgi, saygı ve merhamete dayalı doğal ortak görüş, inanç ve anlayışlarının, daha sonraları güç kullanılarak ve hattâ kılıç zoruyla yaygınlaştırılmaya çalışılan ortadoğu kökenli ve ‘İbrahimî’ dinler tarafından bozulmuş olduğu anlaşılıyor. Üstelik bu sonradan gelen, doğal olmayan, veya gelişim süreçleri sonucunda olumlu karakterleri değişen din ve inançlar insanda doğuştan varolan veya doğasında bulunan hayata saygıyı, tabiat sevgisini, çevreciliği, sorumluluk duygusunu, farklı inançlara karşı hoşgörülü olabilmeyi ciddi biçimde örselemiş, yıpratmış, zamanla da yoketmişlerdir.

Hemen belirtmeliyim ki, insanlarımız kendilerini ‘bilebilmiş olsa’ toplumda bu kadar çok psikolojik rahatsızlıklar olmazdı. Maddi yaşam koşullarının da bu sonuçta kuşkusuz etkisi var, ama ağırlıklı nedenler olarak öne çıkanlar her zaman doyumsuzluk, her türden hırs, aşırı rekabet ve sürekli yarışma … gibi tümüne yakını kendi üretimimiz olan sıkıntılar ve abarttığımız, aşırı önem verdiğimiz çevresel etkenlerle yapay ve değişebilir değer yargılarımızdır. Rûhumuzu önce yitiriyor, sonra da yanlış şeylerde teselli arıyoruz, ama olmuyor… Bütün bu maddi unsurların etkisinde kalan, eksikliğine hayıflanıp kederlenen, sahip olduklarını da olmadıklarını da aşırı derecede önemseyen, yaşamını bu türden dışsal etkenlere göre düzenlemeye çalışan insanın sonunda mutsuz ve psikolojik sorunlarla başbaşa kalması kaçınılmazdır. Sanayileşme süreci, derken tüketime dayalı ve bağımlı refah toplumu olma arzusu psikolojik bozuklukları artırmıştır. Nitekim dikkatli bir gözle bakılırsa doğu toplumlarında, ‘uygar’ dediğimiz daha ‘müreffeh’ batı toplumlarındakinin onda biri kadar dahi psikolojik bozukluklara rastlanmadığı, suç oranlarının düşüklüğü, akıl hastalıkları ile intiharların yok denecek kadar az olduğu görülecektir. Bir başka gerçekse batılılaşan ya da batıya benzemeye çalışan doğulu toplumlarda aynı düzensizlik ve hastalıkların gittikçe artan oranlarda görülmeye başlanır olmasıdır. Japonya ve Taiwan örnekleri bu savımızı doğrulamaktadır.

Bu açıdan bakılırsa uyuşturucu kullanmaya başlamak da, az ya da çok madde bağımlısı olmak da, radikal bir dinî cemaate girmek de hep aynı huzursuzluk, mutsuzluk ya da tatminsizliklerin farklı tezahürleridir. Bütün bunların ortak yönleri ‘kaçış’ ya da ‘çıkış yolu aramak’, kimi zaman ‘sığınma’, veya bazen de ‘psişik hezeyanlar’ olup gerçek nedenleri ruhsal düzen bozuklukları veya insanların ruhsal yapılarındaki sağlıksızlıklardan ve bunun sonucunda gelen çöküntülerden başka birşey değildir. Amaç gerçeklerden kaçmak ya da en azından onları gözardı etmek; kimileri için boşvermek, aldırmamak; hattâ bazen ciddi bir çözüm arayışı ama bazen de sorunları yok saymak; bir başkası içinse yukarıda belirttiğimiz gibi, aslını esasını bir türlü bilmediği inançlara ve ısmarlama vaadlere (biraz da zihinlerine yapay biçimde yerleştirilmiş olan dinsel korkular nedeniyle) sığınmaktır. Oysa yapılacak tek doğru şey ‘kendini bilmek ve tanımak’ olmalıdır.

Buradaki yaşamımızda başlıca üç tür mücadele biçimi vardır. ‘Koşullarla mücadele’ çoğu zaman gerekmeyebilir; ya da ancak değiştirebileceklerimizle mücadele edebiliriz, diğerleriyle gerekmez. ‘Kişilerle mücadele’ kimi zaman gerekebilir; toplumsal yaşam da bizi buna zorluyor olabilir. Ama üçüncüsü olan ‘kendi kendimizle mücadele’ kesin bir zorunluluktur; hiçbir zorlama olmaksızın sürdürülmesi gerekir, ancak içlerinde en zor olanıdır.

İşte parapsikoloji ve ruhçuluk da genelde böylesi bir kendinden ve gerçeklerden kaçışın henüz ilk metrelerindeki, özünde iyi niyetli kişilerin sığınaklarından birisi olmaktadır. Belli bir yere kadar bilinçsiz ve kontrolsüzce devam edersiniz; bu arada ne kadar bunalımınız, sorununuz ya da sorun ettiğiniz şeyler varsa ruhçuluğa da o kadar gömülürsünüz.

A. Kerim Soley