Sonsuz:
Sevgili Cem, derKi’nin yeni formatındaki ilk söyleşimiz hayırlı olsun. Gönül ister ki şöyle hafif, kuş-böcek-çiçek tadında bir muhabbet yapalım. Aşktan, mevsimlerden, güzelliklerden bahsedelim. Gönül bahçemizden gelen namelerle şenlendirelim ortamı. Ama işte ne yaparsın ki kurusun huyumuz, yine zorlu bir konuya gireceğiz. Bakalım nereden çıkacağız? Konumuz ise şu: Olan zaten çoktan oldu, o zaman ne diye kasıyoruz. Hani geçen gün telefonda söylemiştin bunu bana: “Oğlum sen çok kasıyorsun, olan zaten çok oldu; uzak ayaklarını da izle” dedin. Benim de içime dert oldu, kurt düştü, günlerce yemedim içmedim, böyleee nasıl diyeyim… Neyse işte anladın. Ne dedin sen yahu, biraz açar mısın? Tüm derKi okurları nasiplensin…
Cem Şen:
Hasancım ilk olarak derKi’nin yeni tasarımı hayırlı olsun; gerçekten çok güzel bir iş oldu. İkinci olarak, niçin hep zor konuları bana verip de sonra “Cem’ciğim sen çok ağır giriyorsun konulara insanlar anlamakta zorlanıyor” diyorsun? Neyse anlaşılan bir kez daha az okunan ama önemli konudaki edilmiş sohbetlerden bir tanesine başlıyoruz.
Dediğim şeyin ne olduğu konusuna gelince… Bizler bir eylemde bulunduğumuzu, o eylemin tümüyle kendimiz tarafından tasarlandığını ve daha da önemlisi kontrol edilip yaratıldığını düşünürken; aslında o eylemin, o şekilde olmaktan başka bir şansının bulunmadığını göz ardı ederiz. Fakat bu, o kadar çetrefilli bir konu ki Hasan; Hz. Muhammed bile hemen her konuda tartışmayı serbest bırakırken, “kaza ve kader” olarak adlandırdığı bu konunun tartışılmamasını önermiş. Bu önerinin nedenini anlayabiliyorum: Konunun içine bir kez girdiğinizde, kendinizi sonsuz bir kısır döngü içinde bulabiliyorsunuz; tıpkı kendi kuyruğunu yutan bir yılan gibi ya da kuantum fizik hikâyeleri gibi. Yani gelecek geçmişi yaratıyor tarzı paradokslarla karşı karşıya kalınıyor bu durumda. Elbette her zaman olduğu gibi Taocular ve özellikle Tibet Budizmi’nin bazı alanları bu konuyu oldukça incelemiş ve kendi çalışmalarında kullanmaktalar.
Benim sana verdiğim tavsiye de açıkçası bu öğretilerden yola çıkarak önerdiğim bir şeydi. Eğer işin basit kaza-kader tuzağından kurtulmayı başarabilirsen, bu durumun farkında olmak; senin tam anlamıyla Tanrı ile ya da Evren ile birleşmeni ve ego yanılgısından kurtulmanı sağlayabilir. Oysa insan zihni bu durumu kendi avantajına kullanmak yerine onu anlamaya girişmeyi deniyor. Yani bir anda, “İyi de gelecek zaten belli ise, bu anlamda olacak olan zaten çoktan olmuş ise buna karar veren kim?” sorusunu soruveriyor. Bu sorunun sonucunda; bu kararın Tanrı tarafından verildiğine inananların bir kısmı, özgür irade diye bir şeyin olmayacağına, bu durumda da eylemleri yüzünden yargılanamayacaklarına inanırken; bir kısmı da Tanrı’nın bizimle bir oyun oynadığını düşünüp ona öfkeleniyorlar.
Özgür iradeye sahip olmadıklarını kabul etmeyenler ise geleceklerini kendilerinin tasarladığına inanıyor ve bunun için paralel evrenler alternatifini yaratıyorlar. Onlara göre, her seçim yeni bir evren yaratarak, sonsuz paralel evrenlerde gerçekleşiyor. Bu durumda bazen bu paralel evrenler arasında bilinen zaman-uzam sınırlarını aşan bir takım bağlantılar, bizim bazı olayları anımsamamızı ya da bilmemizi; hatta bazı insanları tanımamızı sağlıyor. Mesela bu dünyada bir kadınla arkadaş olabilirim ama bir paralel evrende o kadınla sevgiliyiz gibi.
Peki bütün bunlar niçin oluyor? Bunun sebebi: asıl ruhun; benim gerçek ruhumun; o büyük şeyin, yaşananları zamansız bir şekilde deneyimlemesi gerekliliği.
İşte ikinci görüş de bu minvalde hareket ediyor. Ancak her iki görüş de varolan bir gerçek durum ile ilgili bir takım varsayımsal kuramlardan öteye geçmiyor. Bu tür kuramların tamamında olduğu gibi, benim inanmak istediğim gerçekliğe hizmet ediyor; yani hiçbir şekilde tarafsız gerçek değil.
Dindarsam ona uygun bir açıklama geliştirirken, dindar değilsem ona uygun bir teori geliştiriyorum. Özgür iradeye inanıyorsam da ayrı, inanmıyorsam da ayrı. Peki ama gerçek olan ne? Olacak olan olmadan önce zaten oluyor mu? Eğer öyleyse bunu kim yapıyor? Buna kim karar veriyor. Buradaki determinizm mekanizmasının mimarı kim?
Sonsuz:
Hah, bu noktada aklıma süper sorular geldi: Olacak olan olmadan önce zaten oluyor mu? Eğer öyleyse bunu kim yapıyor? Buna kim karar veriyor. Buradaki determinizm mekanizmasının mimarı kim? : ) Bir de sen ne dedin az önce: Özgür irademiz yok mu bizim? Çökerttin, yedin bir sürü spiritüel teoriyi şimdi…
Cem Şen:
Evet, işin bu kısmı zaten en çetrefilli kısımlardan bir tanesi. Eğer olacak olan zaten olmuşsa ya da olacak olanın olacağı zaten belliyse, bu durumda özgür iradeye ne oluyor? İşte yılanın kendi kuyruğunu yuttuğu yer de buradan başlıyor.
Ve insan, tam da bu noktaya takılı kaldığı için aslında bu önemli gerçeği kullanamıyor. Arada öğrencilerime ders verirken yaşadığım bir durumu anlatayım ve öyle devam edelim: İki ay kadar önce, özel bir grup öğrencimle dağların içinde bir yerde inziva yapıyorduk. İnziva genellikle sabah başlayıp gün boyunca devam eden çalışmalardan oluşuyor. Çoğu zaman bu çalışmalar dağın içlerinde, tercihen ayı ve domuz gibi hayvanların yakınlarında bir yerlerde yapılmaya çalışılıyor. Yani öğrencilerim için durumu elimden geldiğince renkli ve eğlenceli bir hale getirmeye çalışıyorum. Dağın içinde 250 kiloluk bir domuzun ya da ayının homurtularını dinlerken meditasyon yapmaya çalışmak eğlenceli bir deneyim.
Bir inzivamızda, dağın içlerinde yaptığımız bir çalışmanın ardından eve geri döndüğümüzde; öğrencilerimin sık sık zihinlerindeki ilüzyonun kaynağı konusundaki sorularına atfen, karşı tepede geçen sene yanmış olan bölümü işaret ettim: “Sizin durumunuz şu dağdaki orman yangını gibi. Orman yangını başladığında, bana gelip orman yangınını başlatan şeyin ne olduğunu soruyorsunuz bana. Bense size, orman yangınını başlatan şeyin ne olduğunu anlamanızın orman yangınını söndürmeyeceğini söylüyorum. Yangının sebebinin içinde bulunduğumuz duruma bir katkısı yok.”
Anlatabildim mi Hasan? Bu mesele de buna çok benziyor. Ne yazık ki geleceğin belli olduğu bu durumla ilgili olarak zihnin takıldığı mesele, bunun nedeni ve işin arkasında nasıl bir şeyin olduğu; fakat bunun aslında mesele ile bir ilgisi yok. Asıl mesele bunu nasıl kullanacağımız. Eğer bu durumun mimarının, buna karar verenin ne olduğunu bilirseniz, durum şu an olduğundan daha kolay olmayacak. Bunu tartışmak sizi inanç ve inançsızlık denkleminde bırakacak ki işin komik yanı meselenin ne inançla, ne de inançsızlıkla bir işinin olmaması.
Burada önemli olan sorular şunlar:
1. Bu gerçek mi? Yani olacak olan daha olmadan önce oldu mu? Gelecek zaten belli mi?
2. Geleceğin ne kadarı belli? Değiştirilebilir mi?
3. Değiştirilebiliyorsa nasıl?
4. Eğer gelecek değiştirilemiyorsa o zaman bunun anlamı ne?
5. Bu ne için var?
İşte asıl önemli olan bu ve buna benzer sorular.
Sonsuz:
Bunu ben bilgisayar oyununa benzetiyorum. Yani bir oyun CD’sini PC’nize kurduğunuzda, o oyunda yapılabileceklerin hepsi o CD’nin içinde mevcuttur. Kodun dışına çıkamazsınız, ama kodlama dahilinde herşeyi yapabilirsiniz. En özgür bırakan oyunlarda bile böyledir bu. Siz oyunun içinde özgürsünüzdür, ama o programda olmayan birşeyi yapamazsınız. Siz oyunu oynarken keyif alırsınız ve aslında da oyunu o keyif için oynarsınız. Yani oyunda, o görevi tamamlamanızın aslında bir önemi yoktur, sadece oyun içindeki bir bölümü atlarsınız. Size, o süreç, keyif verir. Amaç aslında, dünyayı kurtarmak değildir ki zaten sanal bir dünyadır bu. Oyunun tadını çıkartmaktır. Yaşamı da buna benzetiyorum ben.
Cem Şen:
Aslında sanal kavramı burada tahmin ediyor olabileceğinden çok daha büyük bir önem taşıyor Hasan. Bu durumda sanal bir şey var aslında. Zaten bütün mesele de bu sanal şeyin anlaşılması üzerine kurulu. Bu mekanizmanın yaratılmış olmasının ardındaki en büyük sebep bu. Bu olgunun belirleyicisi, deterministi işte bu.
“Senin anlayacağın, bir gün ilk defa birisi bir Matriks’in içinde yaşadığını fark etti ve Matriks’ten ilk özgürleşen o oldu. Sonra da o, bizleri kurtarmaya çalıştı. Kehanet onun geri geleceğini söylüyor. Senin o insan olduğuna inanıyoruz Neo…” tarzında bir replik vardı hatırlıyor musun?
Sonsuz:
Hatırlamam mı? Devam et…
Cem Şen:
İşte, bütün bu mekanizmanın varolmasının sebebi sevgili Hasan, Matriks’in içinde uyunmanızı sağlamak! Fakat siz, “Özgür irade var mı, yok mu?”, “Buna karar veren kim?” gibi sorular sorarak işin özünü kaçırıyorsunuz. Farkındaysan olaya bu şekilde baktığında, bu sorunun üzerinde oturduğu tüm zemin bir anda değişiveriyor. “Bir sınırsız evren var mı?”, “Bu kadın aynı zamanda şu evrende benim ablam mıydı?”, “Ben, bir başka paralel evrende çok kötü bir insan mıyım?”, “Paralel evrenler arasında geçiş olabilir mi?”, “Özgür iradem var mı?..” Bütün bu sorular çok lezzetli ve eğlenceli ama bir işe yaramıyor. En basitinden ben sana hemen burada bir soru soracağım ve ondan sonra tekrar bu durumun bizi Matriks!ten nasıl çıkaracağını, yani gerçekte niçin böyle tasarlandığını basitçe açıklayacak, ama fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Şimdi sana sorum şu Hasan: Özgür irade var mı, yok mu diye soruyoruz ya hani? Peki özgür irade nedir?
Sonsuz:
Özgür irade, bilgisayar oyununun içinde joystiği sağa veya sola çekme kararı gibi görünüyor; taa ki uyanana kadar külliyen Matriks’ten.
Bu arada, gele gele “What is the matriks, ulan?” noktasına çıktık ya hani. Okuyanlar, “Sizi de böyle kalıplı malıplı adamlar sandıydık, çıka çıka buraya mı çıktınız?” diyecekler de baba; biz pop kültürde tüketiyoruz bu kavramları, ama özlerini anlamaktan uzağız. Bunu da böyle belirtmiş olayım. Şimdi açıkla Matriks’ten nasıl çıkılır anlat bakalım, sayın Morpheus?
Cem Şen:
Tamam elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım, ama lütfen seni biraz daha sorgulamama izin ver. Özgür irade, iki kelimelik bir kavram: özgürlük ve irade. Yani özgür olmayan bir irade olabilir mi? Eğer olabilirse, özgürlük ne, irade ne ve iradenin elinden özgürlüğünü alan ne? Rica etsem yanıt vermeyi dener misin Hasan?
Sonsuz:
Tam da adamına soruyorsun ha. Bana bu tarz sorular sorulduğunda bir kilitlenme hali yaşıyorum, sanki sınıftayız da öğretmen soru sormuş yanıt bekliyor gibi. Sanırım bu da benimle ilgili bir durum.
Cem Şen:
Hasan bunu bütün öğrencilerimden duyuyorum.
Sonsuz:
Neyse şimdi yanıtlayayım. Özgür olmayan irade olur mu? Özgür olduğunu sanan iradeleriz hepimiz. Yaşadığımız hayat tam da bu zaten. Aslında yaptığımız, ettiğimiz herşeyin belli bir sınırı var. Bize özgürsünüz gazını verip, aslında tüm seçimlerimizi yöneten bir sistemin içindeki insanlarız. Cep telefonun o ya da bu modelini seçmeyi, özgürlük sanıyoruz. Bu yaşam seçimlerimiz için de böyle. Bir sistemin içindesin ve sistem senin herşeyini belirliyor. Ahan da Matriks’i buldum beeee. )))
Cem Şen:
Hemen hemen buldun gibi Hasan. Çok kıyılarındasın ama olsun.
Sonsuz:
Zaten buldun desen şaşardım.
Cem Şen:
Bulduğunda aydınlanmış oluyorsun zaten.
Şimdi irade nedir? Bir de buna yanıt verebilir misin lütfen?
Sonsuz:
İrade, benim isteğim olmalı; yani ruhumun derinliklerinden gelen istek. Benim doğamdan gelen istek. Fakat sen böyle söylediğinde, farkettim ki irademizle hareket etmiyoruz biz. Özgür iradeye gelene kadar, irade yok ki bizlerde. Ya da çok sık deneyimlediğimiz bir durum değil sanırım, özgür olsun. Yaşantılarımız özgür görüntüsü altında, birileri tarafından planlanan şekilde yaşanıyor. Sistem nasıl isterse o!
Cem Şen:
Hasan bir tür uyanış yaşıyorsun şu anda sanırım. İlk olarak doğru soruları sormalı ve ezbere kullandığımız kavramları, ezbere kullanmayı bırakmalıyız. Bir karar verebilmek için ilk olarak özgür olman gerekiyor. Eğer özgür değilsen o zaman bir karar da veremezsin. Eğer özgür değilsen, asla rastgele bir harekette bulunamazsın. Ne yapacağın daima önceden kestirilebilir. En basitinden, bir kağıda rastgele bir çizgi bile çizmeyi başaramazsın.
Öğrencilerim çoğu zaman benim sorularımdan kaçarlar; çünkü onları en hazırlıksız zamanlarında çok hızlı, hemen o an yanıt vermeye zorlarım. Mesela arabada giderken karşımıza iki yol, özellikle iki yol da aynı yere varıyorsa, son dakikada “hangi taraftan gitmek istersin?” gibi sorular sorarım. Durakladığı anda özgürlük şansını kaybetmiştir. Anlatabildim mi? Bizler her an ama her an “Hangi tarafa?” sorusu ile yaşarız. Bu soru o kadar anidir ki, bu sorudan saklanamayız. Bu soru üzerimizdeki bütün örtüleri çekip bizi çırılçıplak bırakır. Örtülerden üzerimizden çekildiğinde eğer özgürsek, özgür eylemlerde bulunuruz ve bu asla önceden kestirilemez ya da özgür değilsek o zaman önceden belirlenmiş eylemlerde bulunuruz ve bu da engellenemez. Gerçek bir iradeden bahsedebilmek için ilk olarak özgürlükten bahsetmek zorundasın, peki ama nasıl özgür olabilirsin Hasan?
Sonsuz:
Sezgilerini kullanarak. Şimdi toplumun sana dayattığı kuralların tersine hareket etmeyi özgürlük sanıyor kimileri, ama o da özgürlük değil; sadece tepki ve yine aslında mevcut düzene bağlı birşey. Bence özgürlük yaşamın akışı içinde “durarak” gerçekleşir. Yani hareket etmeyerek, sonra da sezgilerinle hareket etmeye başlarsın. Tabii bunları yazarken birşeyi daha hissettim, içindeki ölüm korkusuyla yüzleşip, onu artık seni kontrol edemez hale gelmesiyle de özgürleşebilirsin. Çünkü yaşamlarımızın temelinde ölüm korkusu var, en temel sınırımız o. Ölüm korkusu kalktığında, artık seni sınırlayabilecek ve tutabilecek hiçbirşey kalmıyor. Matriks’ten de çıkıyorsun bir nevi, çünkü seni sisteme bağlayan en kalın kablo ölüm korkusu.
Cem Şen:
Anladım, yani özgürleşmenin içsel bir şey olduğunu düşünüyorsun. Özgürleşmek demek, en mutlakta ölüm korkusundan özgürleşmek demek. Eğer bu korkudan özgürleşebilirsen o zaman gerçek özgürlüğü yakalayabilir, o zaman da bir iradeye sahip olabilir, eylemlerini gerçek bir özgürlükle yapabilirsin. Bu durumda eylemlerin önceden kestirilemez. Söylediklerini doğru mu anlıyorum Hasan?
Sonsuz:
Evet aynen. Ölümsüzlüğün sırrı da burada yatıyor olmalı. Ölüm korkusu eşiğini geçince muhtemelen bedenin de buna yanıt veriyor ve bedensel olarak da ölümsüzleşiyor olabilirsin diye düşünüyorum. “Avatar” olma hali yani. Düşünsene sana tabanca tutan adama korkma tepkisi vermezsen ve gerçekten de korkmazsan; o adam sana ne yapabilir? Tetiği çeker en fazla. Sen mi bana anlatmıştın, kurşun işlemeyen ölümsüz üstatları. Tabii çok uç noktalara gittim ama bu kadar ilerilere götürmek mümkün olayı.
Cem Şen:
Evet. Demek ki anlattıklarını doğru anlamışım. O zaman bir ek yapayım ve sonra sana sorular sormayı sürdüreyim. Ölüm korkusunun arkasında da bir korku var aslında. Mesele eğer tek başına ölüm olsaydı belki o kadar önemli olmayabilirdi, ama insanoğlu “anlamını yitirmekten” korkuyor. Yani tanımlanamaz hale gelmekten, anlamının kalmamasından.
Bir şeyi tanımlayamazsan, bir şeyin bir anlamı yoksa, onu bir kalıbın içine, bir anlam kalıbının içine yerleştiremezsen; bu durumda o şey, yaşayan bir şey de olsa senin için ölüden de beterdir. Anlaşılmaz ve ürkütücüdür. Bir anda anlamını yitirdiğini düşünsene, mesela bir anda seni tanımlayamasak… Senin için bir editör, bir baba, bir erkek, spiritüel bir insan, Hasan vs. gibi nitelendirmeleri kullanamasak ve seni tanımlayabilecek bir şey bulamasak… Daha da kötüsü sen, kendini tanımlayacak bir şey bulamasan…
Bu durumda sen kim olursun Hasan? Ortalama bir insan, kendini tanımlayamadığı bir durumda yaşayabilir mi?
Sonsuz:
Şimdi orta boy bir spiritüel olsam hemen sana yanıtı basardım: “O”, olurdum. “O”, içimizdeki ışık; “O”, içimizdeki Öz; “O” içimizdeki esas ben… Sevgi… Birlik… Bla bla bla. Ne olacak yahu, göt gibi kalırdık ortada! Götün bile bir anlamı var hani; seni tanımlayacak kelime bile yok. : ) Sanırım Matriks’ten çıkışın son durağı bu. Kapının önündeki son çeldirici, bölüm sonu canavarı. Hepimizin eninde sonunda yaşamak zorunda olduğu durum. Soyunduğumuz ve çırılçıplak kaldığımız hal bu. En son ölümle birlikte bedeni de bırakıp, çıkıyoruz kapıdan. Tabii illa fiziksel ölüm değil bu; yaşarken de bunu yaşayabilirsin.
Cem Şen:
Gene çok iyi bir noktaya geldin. Öğrencim olmayı düşünür müydün? İyi gidiyorsun
Sonsuz:
Hahaha Sensei’m ol Cem’im… Zaten informel olarak çok şeyi alıyorum senden. Ayrıca sen çok disiplinli bir hocasın, benim popom büyüktür yani. Kapışırız senle, böyle güzeliz hani.
Cem Şen:
Eyvallah. Öyle olsun.
Cem Şen:
Evet bu noktada yaşarken de bunu yapabileceğimizi söyledin ve çok doğru bir şeye parmak bastın. Önce, orta boy spiritüellerin söylediği bu şey tabi ki sadece boş laftan başka bir şey değil. Dönelim konumuza. Bu deneyim kendini 2 şekilde gösteriyor: ilki gerçek fiziksel ölüm, ki Taocuların bir aşamada yaptıkları bu. Belli bir süre ölü kalıp yeniden canlanmayı deniyorlar bu deneyim için. İkincisi ise, fiziksel ölüm yerine tüm anlamlardan sıyrılmak; yani bir anlamda manevi ölüm. Fakat manevi ölüm terimi seni yanıltmasın Hasan, bence bu, fiziksel ölümden çok daha korkutucu bir deneyim.
Bu deneyim için ustalar, küçük bir odada aç aslanla karşı karşıya kaldığında hissedilen korkudan bahsederler. Açıkçası ben ilk defa yaşadığımda altından kalkamayıp kendimi şeker hastalığı, panik atak ve depresyona sokmuştum. Çünkü yaşadığım şeyden de anımsadığım kadarıyla burada akıl almaz bir korku var. Tüm anlamın bir anda yok oluyor. “Koku” filminde, adamın beden kokusunun olmamasının, onu delirtmesini hatırlıyor musun? Bunu, tüm anlamının bir anda ortadan kayboluverdiği bir durumla kıyasla şimdi. İşte öylesine ürkütücü bir durum. Bizler, günlük yaşamda çok sık bu anlam kaybının eşiğine gelir ve oradan hızla uzaklaşacak bir şey buluruz. Bu, genellikle kendimizi uyuşturma ve hem kendimiz; hem de çevremizdeki bir durum için bir tanım geliştirme yoluyla olur. Dolayısıyla tanımlara sığınır, bu sayede bir durumu anlamlandırarak kendimizi “anlamlandırır, yani tanımlar” ve bunun sonucunda da artık “bir şey”e, “ego”ya dönüşebiliriz. Ego, “bir tanım”dan başka bir şey değildir Hasan. Eğer bir tanım varsa, o zaman tanımlanabilirsin. Bir şeyi biliyorsam, onun ne yapacağını da bilirim. Matara su taşır, ateş yakar, ağaç çiçek açar… Olgular ne için yaratıldılarsa, onu yapmak “zorundadırlar”. Bir çam tohumu, çam ağacı olmak zorundadır, bir kestane tohumundan meşe ağacı yaratamazsın. Bu durumda senin eylemlerinin ne olacağı da aynı mantıkla belirlidir. Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarım senin için bir anlam ifade ediyor mu? Çünkü gerçekten zor bir konu bu en başında da söylediğim gibi.
Sonsuz:
Gayet net. Hep şunu düşünmüşümdür… Biz dünyayı kavramlarla algılıyoruz. Yani masa, niye masa? Çünkü biz onu masa olarak anlamlandırmışız, yüklemeyi yapmışız. Ama kaldır o anlamı, başka birşey oluyor o. Mesela bak Mısır’da paralarımız çalındı hatırlarsan turda. Normalde Türkiye’de olsa öyle bir durum canım çok sıkılırdı. Ama orada sallamadım, çünkü Mısır parasının bir anlamı yoktu benim için. Üzerinde sfenks resmi olan kağıt parçaları idi. Gitmesinin sorunu yoktu. Ama bir başkasının o kağıt için neler yapabileceğini biliyoruz malum. Keza şunu da düşünmüşümdür hep, kavramların ötesine geçtiğimizde, esas o zaman yaşam başlıyor bizler için. Şu anda bizler halen körüz ve körler gibi yaşıyoruz. Spiritüel olduğunu iddia edenler bile. Bir kavram oluşuyor ve onun içine anlamlar ve imgeler dolduruyoruz, sonra da o kavramlar yaşantımız oluyor; ama aslını göremiyoruz. İnsanlar için de durum aynı. Cem deyince aklıma çağrışımlar geliyor bir sürü ve bir Cem imgesi oluşuyor zihnimde. Sonra da ben Cem’le konuştuğumu düşünüyorum, ama aslında konuştuğum zihnimdeki imge benim. Bu yüzden senin söylediklerini algılamıyorum bazen, sıradışı gelen hareketlerini yadsıyorum; ama hepsinden ötesi senin gerçekte ne olduğunu göremiyorum. Kör bir zombiyim halen.
Cem Şen:
Çok güzel. Hsu usta eğer keyfi yerindeyse bazen gözünün önünden bir şeyleri kaybediverir. Mesela, eline bardak alır ve pat! bir anda bardak ortadan kayboluverir. Bu çok ilginç bir deneyimdir, çünkü sen az önce bir şeyin kaybolduğunu bilirsin; ama kaybolan şeyin ne olduğunu bir türlü anımsayamazsın. Anlamı yok oluverir senin için kaybolan şeyin. Sonra o şey geri geldiğinde, “Haaaa evet bardaktı tabii” dersin.
Senin anlattığın durum çok önemli. Aydınlanma deneyimi, varolan şeyleri ben onu değiştirmeden, olduğu haliyle görmeyi başarmaktan ibarettir. Bu nedenle dünyaya baktığımda kafamdaki bir imgeyi değil, olduğu haliyle dünyayı görürüm. Aynı şey ben Hasan’a bakarken de geçerlidir, kendim dediğim şeye bakarken de. Yani ne zaman ki gerçekten ama gerçekten zihnin kurgularından özgürleşebilirsem o zaman gerçekten kendim olabilir, gerçekten rastgele ve kestirilemez şekilde davranabilirim.
Senin gelecekte ne yapacağın bellidir Hasan. Yani senin yapacağın bir eylem sen daha onu yapmadan önce bellidir; sen onu daha yapmadan önce olmuştur.
Şimdi istersen yeniden tartışmamızın en başına dönebiliriz; çünkü artık gerekli bilgi donanımımızın büyük bir kısmını tamamladık. Alet çantamız doldu, artık işe girişebiliriz
Sonsuz:
Hmm bu yüzdeni, olan zaten çoktan oldu. Bunu durdurabilecek tek şey, senin tamamen değişmen oluyor. Yani Matriks’in dışına çıktığında, kapıyı aştığında artık işte tahmin edilemez durumdasın. Gerçekten özgürsün ve iradenle hareket ediyorsun. İşte baba esas soru bu noktada patlıyor; peki bundan sonra nasıl bir yaşam yaşarsın. Bak ben bu sorunun farklı bir tarzını yüzlerce kişiye sordum. Dedim ki, arkadaş; inanılmaz zenginsin, çok mutlu bir ailen var, bir insanın arzu edebileceği herşeye sahipsin, daha ötesi yok hani arzusal anlamda ve yaşayacağın bir 60 yılın daha var bu gezegende; ne yaparsın, nasıl yaşarsın? “Meet Joe Black” filminde Anthony Hopkins’in yanıtı ölmek olmuştu. O yaşlıydı ve gitmeyi seçmişti. Aslında Batı yaşam tarzının verebileceği öte bir yanıt yok. Çünkü dünyevi nimetlerin hepsine sahipsin artık, bitirmişsin olayı. Bu soruma yanıt veremedik kimse tatmin edici; çünkü insanlık olarak böyle bir kodlamamız yok. Ha en çok verilen yanıt şu oldu: Olamaz öyle bir nokta, insanın arzularının sınırı olamaz. Zaten o noktadakilerin çoğunun sapıtması da bundan oluyor sanırım. Ya acayip işlere girişiyorlar; ya da dünyayı kontrol etmeye çalışıyorlar, çünkü yanıt yok işte zihnimizde. Şimdi odanın ortasındaki fili konuşalım. Neo gibi uyandık artık, karşımızda savaşacağımız bir matriks de yok. Nasıl yaşarız artık?
Cem Şen:
Bence arada çok önemli bir şeyi atladın. Uyanmanın öncesinde yapmak gereken şeyler var daha ki zaten bu bize hem geleceğin niçin önceden kestirebilir olduğunu anlatıyor hem de bizim niçin bu durumdan çıkamadığımızı.
Önce şunu bir düşün: Hsu usta bir anda elindeki bardağı ortadan kaybediveriyor ve bu esnada senin zihninden de “bardak tanımı” yokoluyor dedim ya hani? Ciddi ciddi kaybolan şeyin ne olduğunu anımsayamıyorsun. Hasan işte, eğer kendin ile ilgili tanımlar ortadan kalktığında sana olan şey bu oluyor. Anlatabildim mi?
Ruhsal yolun ileri aşamalarına geçmeye kalkışan her öğrencimi bu noktada çok ciddi uyarırım. Bir aşamada anlamınızın kaybolması tehlikesi ile karşı karşıya kalacaksınız ve bu çok ürkütücü derim.
Şimdi bardak ortadan kayboluverdiğinde nereye gidiyor sence Hasan? Çünkü ben onu göremiyorum. Peki ya senin anlamın kaybolduğunda sana ne oluyor?
Sonsuz:
Hemen söyleyeyim: Kendini çok değersiz hissediyorsun. Bildiğini sandığın herşey, artık hiçbirşeyleşiyor. Ben hiçbir bok bilmiyormuşum diye gezmeye başlıyorsun. Yaşam anlamsızlaşmaya başlıyor, bir nevi ölüyorsun.
Cem Şen:
İnan bana çok daha ürkütücü bundan Hasan. Anlamın ya da tanımın ortadan kalkması sanki hiç varolmamış gibi olmak oluyor. Şimdi, bir insan böyle bir duruma nasıl adım atabilir ki? Ego, kendisi bir tanımdan başka bir şey değilken tanımın ortadan kalkmasına nasıl izin verebilir ki? Şimdi hazırsan biraz geleceğin belli olmasını nasıl kullanabileceğimizi tartışabiliriz.
Sonsuz:
Dinliyorum.
Cem Şen:
İlk olarak gelecek gerçekten belli mi? Yani olacak olan şey zaten olacak mıydı? Bunun bir kanıtı var mı? Bunun bir kanıtını hatırlıyor musun Hasan? Geleceğin gerçekten önceden bilindiği bir durum var mı bildiğin?
Sonsuz:
Ayarlanmış futbol maçları.
Cem Şen:
Ya da ayarlanmamışları mesela? Düşün?
Sonsuz:
Şu var: Bir tohum dikersin ve onun büyüyeceğini bilirsin. Bu tarz şeyleri biliyorsun.
Cem Şen:
Tamam yorma kendini ben söyleyeyim. Fakat farkındalığını çevrendeki dünyaya daha fazla vermelisin; çünkü her şey gözlerimizin önünde gerçekleşiyor aslında. Ahtapot Paul sana bir şey ifade ediyor mu?
Sonsuz:
Suyu bol olsun rahmetlinin.
Cem Şen:
Biliyorsun ahtapot Paul, 2010 Dünya Kupası’nda Almanya’nın oynadığı 6 maçın tamamının sonucunu önceden bildi. Matematiksel olarak 6 maçı birden bilmesinin ihtimali ne kadardı bilmiyorum; ama bildiğim kadarıyla çok zor bir ihtimal. Şimdi eğer gelecek önceden belli olmasaydı sence ahtapot Paul’ün bu maçların sonucunu bilme ihtimali olabilir miydi? Sana bu sefer kendi ustalarımdan filan bir kanıt vermiyorum; hepimizin gözümüzün önünde gerçekleşmiş olan bir olaydan kanıt sunuyorum.
Bu net bir şekilde geleceğin önceden belirlenmiş olduğunun ve bilinebileceğinin bir kanıtı. Eğer gelecek belirsiz olsaydı; o zaman bilinemezdi. Eğer gelecek biliniyorsa o zaman bir özgür iradeden bahsetmek ne kadar mümkün olabilir?
Sonsuz:
Kader olayına mı giriyoruz biraz?
Cem Şen:
Peki ama zaten sen ne yaparsan yap gelecekte olacak olan şey olacaksa o zaman niçin çabalayasın ki? Gerçekten niçin çabalıyoruz? Niçin en mükemmel, en doğru, en iyi şeyi yapmaya çalışıyoruz? Niçin gerçekten geleceği “kontrol altına” almaya çalışıyoruz?
Eğer gelecekteki bir durumu kontrol altına alamazsak o zaman tanımlayamayız da… Eğer tanımlayamazsak o zaman varolamayız. Kafamdaki tanımım aynı zamanda belli bir mükemmelliği de içerir. Belli bir eylemim hatalıdır ve ben onu gelecekte bir kez daha yaptığımda, bu kez mükemmel yapacağımdır. O nedenle de gelecek elbette belli olmamalıdır. Eğer gelecek belli ise o zaman bu durum benim özgür irademi, yani benim ben olmamı, “bir şey” olmamı engeller.
Öyle ya eğer eylemlerim önceden belli ise gerçekten bunların üzerinde hiçbir kontrolümün olmaması gerekir. Tam bu noktadan iki tür tepki verebilirim. Ya bu durumdan gerçekten çok rahatsız olur ve kontrolümü daha da sıkılaştırır, dolayısıyla egomu derli toplu tutmaya çalışırım. Ya da geleceğin zaten belli olduğunu bilir, ne yaparsam yapayım “en mükemmel eylemi” yapamayacağımı bilirim. Mükemmel eylem bana bağlı değildir; benim hareketlerimi ne kadar kontrol ettiğime, olayların kontrolünün ne kadar bende olduğuna bağlı değildir. Hatta benim varolan her şeyi, en mükemmel eylemi gerçekleştirmek için kontrol altına alma çabam, zaten mükemmel olmayan eylemin yaratılmasına neden olur. Fakat tüm eylemlerin zaten önceden belli olduğunu biliyorsam; bu durumda gelecekteki eylemlerim için ya da ne yaşayacağım konusunda “endişelenmeyi” de bırakabilirim.
Hayatıma kimin gireceği, hayatımdan kimin çıkacağı; ne kadar iyi yetiştirmeye çabalasam da çocuğumun ne olacağı ya da olmayacağı; kötü kabul ettiğim bir eylemin gelecekte iyi olacağı ya da iyi kabul ettiğim bir eylemin gelecekte kötü sonuç vereceği zaten belli. Bu durumda gerçekten neyi kontrol edebilirim? Kontrol edebileceğim bir şey gerçekten var mı? İşte bu gerçeği algıladığım anda, kontrolü bırakmayı kabul edersem, bir anda kalbimdeki o ağır yük de kalkıverir. Bu aşamada çok ama çok tuhaf bir şey olur. Ben bu gerçeği kabul ettiğimde; geleceğin belirli olduğunu; ne yaparsam yapayım en mükemmel şeyi yapamayacağımı; kendimi ve çevremdekileri acıdan koruyamayacağımı; önceden bilinmeyen bir eylem yapamayacağımı kabul ettiğim anda, artık önceden kestirilemez hale gelirim
Sonsuz:
Peki bu dinlerdeki “kadere iman” ilkesinin karşılığı mıdır?
Cem Şen:
Evet kadere imanın işte gerçek anlamı burada. Elbette mesele burada sonlanmıyor; henüz bu sorgulamanın başındayız daha. Röportajın başında seni bu konuda uyarmış ve bunun zor bir konu olduğunu söylemiştim anımsarsan. Dediğim gibi geldiğimiz bu nokta henüz sorgulamanın başı.
Eğer geleceğin belli olduğuna yani bir anlamda kadere iman eder onu kabul edersem, ki Ahtapot Paul bunu bize geçenlerde kanıtladı, o zaman artık eylemlerim için endişelenmeme gerek kalmaz. Artık mükemmel olmaya çabalamama gerek kalmaz. Bu duruma İslam terminolojisinde ne deniyor biliyor musun Hasan?
Sonsuz:
Ne deniyor?
Cem Şen:
Tevekkül. Yani hayırın ve şerrin Allah’tan geldiğini kabul etmek. Bu da Çince’de, Taoizm’de bizim Song Fa Gong, Budizm’de Jhana dediğimiz bir duruma yol açıyor. Gördüğün gibi aslında tüm öğretiler aynı şeyi söylüyor. Bu nedenle ben Budustim, Taocuyum, Müslümanım, Hıristiyanım.
Song fa gong, yani çözünme, bir anlamda çok derin gevşeme. Bu öyle bir gevşeme ki, sen, seni yaratan boşluğa geri dönüyorsun. Yani tanım oluşmadan önceki yaratıcı malzemeye geri dönüş yapıyorsun. İslam, yani teslim olmak işte bu anlayışın üzerinde yükseliyor aslında. Budizm’de en azından ilk aşamalarında öyle, Taoizm’de ilk aşamalarında öyle.
Sonsuz:
Yalnız bu noktada birşey söylemem lazım. Hani az önce bir sorudan bahsettim ya; dünyevi herşeyin en doruğuna vardığında ne yaparsın diye. Bir arkadaşım, “Hacca giderim” demişti. Gülmüştük bayağı, ama görünen o ki bu muhabbetin sonunda Mekke yolları bize görünecek gibi.
Cem Şen:
Mekke vs sadece dışsal kalıplar, tanımlar. Elbette gitmek isteyen gidebilir. İnanç sorgulamıyoruz burada. Ne İslam düşmanıyım ne de başka bir öğretiye düşmanım. Fakat burada asıl mesele, kaderi kabul etmenin, aslında bir anlamda seni kaderden çıkaracak araç olması ve bunun sonucunda da seni oluşturan kalıpların ortadan kalkarak seni yaratıcı kaynak ile, Tanrı ile birleştirmesi. Yani sanırım bu noktadan sonrası artık işi çok derinleştirmek olacağı için durmalıyız, ama gelecek önceden belli ve bunun böyle olması aslında geleceğin belirsiz olmasını sağlamak için var. Bu en başında söylediğim gibi tam anlamıyla kendi kuyruğunu yutan bir yılan meselesi.
Sonsuz:
Dur kafam şuraya takıldı: Arap toplumlarında ve bizde de sürekli “Allah bilir. Hayır ve şer ondan gelir” diyen kitleler var. Ağızlarından bu düşmez. Peki bu arkadaşlar, çok mu aydınlanmış anlamına geliyor? Yoksa sadece sözsel kabulden mi ibaret; özsel kabul durumu değiştiriyor değil mi? Yani sözsel ile özsel bambaşka.
Cem Şen:
Yani Hasan böyle bir soru sormana bile şaşırdım. Bu tıpkı bizde Mevlana vardı, yani şimdi niçin Türk insanının hepsi Mevlana gibi değil demeye benziyor. Hz Muhammed’in bile “Arap benden, ben Arap’tan değilim,” dediği söylenir.
Halk daima bir takım kurallara körü körüne itaat eder. Bu tür öğretilerin özüne daima bir grup insan varır. Bunun sebebi bu tür durumların algılanması için belli bir zeka türünün gelişmiş olmasının gerekmesidir. Yani bildiğin anlamda IQ değil ama bir tür zekaya ihtiyaç var.
O zeka olmadığı sürece ne yazık ki bütün gerçekler gözlerinin önünde olsa da bir şeyi göremezsin. Kur’an’da boşuna gözleri vardır göremezler kulakları vardır duyamazlar denmemiş. Yoksa o sayın Başbakanımız kullansın diye o kitaba eklenmiş bir söz değil!
Sonsuz:
Peki peki, sen de yedin beni burada; ama böyle takıldığını soracaksın işte çok basit birşey olsa da?
Gelelim diğer soruma; bu aydınlanmayı yaşamış birisi nasıl yaşar artık? Yaşam onun için nasıl olur? Bir köşeye geçer oturur da millet gelip ondan öğütler alır da, sonra o, ölünce türbesi dikilir de mum mu yakılır? İnsanın aklına hemen böyleleri geliyor da. Yoksa aslında bir nevi görünmez mi olurlar? Yani o kadar olağan yaşarlar ki, biz hep böyle aksakallı dede imgesi peşinde olduğumuz için, onları fark etmez miyiz? Keza bizi geç, kendisi için yaşam neye dönüşür?
Cem Şen:
Seni yemedim elbette. Senin okuyucuların bir kısmı adına öyle bir soru sorduğunu biliyorum ama yine de şaşırmadan edemedim.
Gelelim bu durumu aşmış ve dolayısıyla kendi egosunu ortadan kaldırmış bir insan ne olur sorusuna… İlk olarak eğer ego tam olarak ortadan kalkarsa bir Budha olur. Yani tarihi Budha gibi aydınlanmış bir varlık olur. Bu düzeydeki bir varlık Tanrı ile tam birlik durumundadır. Ama bu çok ileri bir aşama, son aşama. O nedenle bu insan şöyle yapar demek bile zordur.
Düşünsene bana sorduğun şey, tanımlardan kurtulmuş bir insanın hangi tanım uyarınca hareket ettiği
Yani sence gerçekten böyle bir insanı, onun ne yapacağını, ne edeceğini tanımlayabilmek mümkün olabilir mi?
Sonsuz:
Baba, tanımlar olmayınca beyin basmıyor, nöronlar işlemiyor. : )
Cem Şen:
Aynen öyle Hasancım. Gel boşver sen bunları. Biz birer çay içip şu güzel manzaranın tadını çıkaralım. Zen ustaları öyle yapmaz mı? Tanımlanacak ne var ki? Ulaşılacak gerçekten de neresi var? Yanıtlanacak hangi soru var? Artık yaşamanın tadını çıkarabilir, hayatın mucizesini deneyimleyebiliriz. İşte o zaman birden Zen ustasının şu sözleri anlam taşır: Ne kadar muhteşem! Ne büyük bir mucize! Kuyudan su çekiyor, odun kesiyorum!
Sonsuz:
Aaaa o üstatlar, o noktaya gelince önce “bilgi pazarlaması”na girişip, çeşitli sıfatlar alıp; belgesellerde, TV’lerde çıkıp, çeşitli ünlülere rehberlik edip paranın dibine koymazlar mı? Böyle bir sürü “seçkin” “aydınlanmış” üstatları izlemiyor mu insanlık? Onların her dediğini dinleyip, peşlerinden gitmiyorlar mı bu “aydınlanmış”ların? Peki Zen üstadının tek derdi odun kesmek kadar basitse, bu aydınlanmış “celebritiy”ler ne oluyor kuzum? Bana bir sürü bilgi veren bu arkadaşlar kimler?
Cem Şen:
Bakınız: Yukarıdaki satırlar. Mevlana Türk halkı ilişkisi. Hz Muhammed Arap ilişkisi. Hasan, ona bakarsan herkes aydınlanmış.
Geçtiğimiz hafta sonunda 1. aşama eğitimi veriyordum. İkinci gün bir öğrencimin davetlisi olarak bir hanım katıldı dersime. Ben teori kısmında enerji gelişiminin süreçlerini anlattım. Hangi aşamada ne oluyor tanımlamaya çalıştım. Sonunda oldukça ileri aşamaları da sırf bilgi olsun diye tanımladıktan sonra bir de illüzyona kapılma konusunda konuştum biraz. O sırada bu hanım, yanındaki öğrencime dönüp, ileri aşamalarda olar şeyler için, “ben bunları yapabiliyorum,” demiş. Şaka gibi bir şey bu! Yani sana diyorum ki, Budha sonunda ağacın altına oturup meditasyon yapmış ve sonunda aydınlanmaya ulaşmıştır. Sen de bana, “Evet! ben de işte o aydınlanmaya ulaştım!” diyorsun. Yani Hasan olarak sen. Seni çok sevsem de henüz bir Budha olmadığını biliyorum. Bunu dediğinde eğer bir art niyetin varsa sana acırım. Yok bir art niyetin yok ve safça buna inanıyorsan sana yine acırım. Yani bu şekilde bir takım paralar ya da güç kazanabilir bir insan, ama benim seninle tartıştığım konu şaklabanların ve sahtekarların ne yaptığı değil. Onlar tarih boyunca her zaman oldu ve her zaman olacak.
Şu an Tibet’e, Katmandu’ya, Hindistan’a vs gittiğinde neler görüyorsun neler. Para ve güç için oynanan ne oyunlar…. Ama dediğim gibi mesele bunlar değil; çünkü bunları sen yaratıyorsun. Sen ve ben.
Biz yaratıyoruz bu insanları. Kendi inanma isteğimizle, gerçeğe ulaşmak yerine kendimizi inancın mutlu uyuşukluğuna bırakarak, gerçeklerden kaçarak kolay çözümler arayarak…
Sonsuz:
Arz talep meselesi sonuçta. Neyse en temizi biz senin çay içmeye kaçalım. Yalnız Budha dedin de aklıma geldi. Bir Türk, Budha’nın yanına giderse neler der hani diye? “Ooo baba ne iş, ağaç altı falan; çok cıvır düşüyor mu böyle, biz de çökek öyleyse” diye girer muhabbete…
Cem Şen:
Bilmem, önümüzdeki sene gitmeyi planlıyorum bir Budha’nın yanına… Bir Türk olarak neler yaptığım anlatırım
Sonsuz:
Neyse çay demiştim değil mi? Burada tamamlayalım muhabbetimizi, bir başka sefere kadar diyerek. Çok teşekkürler, Cem.
Cem Şen:
Teşekkür ederim. Zor bir konu ve henüz kıyılarına ancak gelebildik aslında; yine de umarım bir başlangıç olur bu tür bir sorgulama için.