Üzerinde yaşadığımız gezegende kurulan ilk uygarlık değil bu. Bundan önce kurulan ve biten en az birkaç uygarlık olduğuna dair, kutsal kitaplarda da, eski topluluk ve kabilelerin kadim öğretilerinde de, medyumik mesajlarda da bir çok bilgi ve teyit var. Elbette bilim henüz genç olduğu için, bu konuda bulguları olmadığı için bu olasılığı şimdilik reddediyor. Ama, bilime dayanmasa bile, çoğumuz bir biçimde bunu içsel olarak biliyoruz.
Eski uygarlık yıkıldığında, eski uygarlığın bilgilerinin de kaybolduğunu varsaymak zorundayız. Çünkü, biz sadece yazının bulunuşundan sonraki – o da resmi- bölümünden emin olsak da, insanoğlunun bilgi birikimini adım adım ve çok çalışarak yarattığını biliyoruz. O zaman eski bilginin nasıl ve daha önemlisi neden kaybolduğu noktasına geliyoruz. Ya da kaybolup kaybolmadığı noktasına. Ya da kişisel olarak da inandığım üzere, kaybolmamasına rağmen neden kitlelerle paylaşılmadığı noktasına.
Bilgi her zaman güç olmuştur. Tarih, diğerlerinde olmayan çoğunlukla teknolojik bilgiye sahip olanın, olmayanları yönettiğini anlatan bir düzyazıdır. Daha uzaktaki düşmanı fark edip vurabilen, daha ucuza mal eden, daha karmaşık formüllerle tahmin yapabilen ve bütün bunlardan daha önemlisi, bilgiyi paylaşmayıp daha iyi saklayan daima rakiplerini yenebilmiştir. Daha da ilginci, bir zamanlar çok satan Clausewitz, Atilla ya da Sun Tzu’nun savaş taktikleri hep bilginin, istihbaratın saklanması üzerine kuruludur.
Bilgi, o bilgiye sahip olamayanlarda hep bir gıpta-haset hissi, ve bu hayranlık bir tür teslim olma, daha çok bilenin iradesi altına girme hissi yaratmıştır. “Daha çok bilen, bizim hayatımızı bizden daha hızlı, garantili ve konforlu güzelleştirebilir, bizi bilmediklerimizden koruyup, kollayabilir” zannı sokaktaki sıradan insana da, manda idaresi eğilimli devletlere de hep umut olmuştur.
Her alanda yaşanan bu sorumluluk devri eğilimi, elbette ruhani-manevi alanda da yer almıştır. Hoca, master, mürşit, şıh, imam, papaz, haham, sensei ya da guru, adı ne olursa olsun, ruhsal gelişimimizin sorumluluğunu bizden daha çok bildiğini sandığımız bir insana devretme eğilimindeyiz. O insanın yediği-giydiği-yaptığı, ve yemediği-giymediği-yapmadığı bir anda bizim hayatımızı tayin ve tarif etmeye başlıyor. Geçen sayıda çok sevdiğim ve saydığım sevgili hocam Gülüm Omay’ın da dikkat çektiği tuzağa düşüyoruz (bkz. Fast-Farkındalık yazısı). Filanca gurunun ayakkabılarını giyip, onun ayak izlerine basarak yürürsek, onun gibi –güya- ışık yayabileceğimizi sanıyoruz. Çünkü bizden çok biliyor ya, bizim ulaşamadığımız bilgilere ulaşmış ya, tamam, artık evliliğimizle, işimizle ilgili kararları bile ona bırakmalıyız… Ama insanlık ilerliyor. Artık gurular, senseiler, hocalar ve rehberler fonksiyonsuz. Çünkü bilgi artık ucuz ve ulaşılabilir. İletişim ve teknoloji devrimleri sayesinde bundan önce yollar ve yıllar sonra ulaşamayacağımız gizli-kapalı bilgileri evimizde ve saniyeler içinde bulabiliyoruz. “Fast-farkındalık” yaratabilecek bir tür fast-bilgi bu. İnsanların layık olmak için yıllarca uğraştığı ve çalıştığı bilgiler artık süpermarket raflarında. Sokaktaki adam, tarih boyunca ilk kez bilgiye aracısız olarak kavuşuyor. Bir dini ya da mistik otoritenin kişisel ya da beşeri zaaflarının süzgecinden geçmemiş saf ve temiz bir bilgi artık orada ve hazır. Bu belki de ilk kez, insanların arasında “bilenle bilmeyen bir olur mu?” illüzyonunun yarattığı sahte kast sistemini yıkıveriyor. Bilen ve bilmeyen zaten birdi, ama ilk kez bilgiye ulaşabilmedeki fırsat eşitliği nedeniyle artık pratikte de mümkün.
Ezoterik bilginin tümünün ve en derindeki sırların hepsinin aleni olduğunu iddia etmiyorum elbette. Kabala öğrenmek için 8 saatlik kurslar, teozofi için 3 cilt kitap okumak, masonluk için internet locaları komik ve anlamsız. Ama bu konularla ilgilenenleri seçkin ve “özel”, diğerlerini avam-harici olarak sınıflandırmadan, konuların kapsam ve derinlikleri ve rölatif değerleri artık hepimize açık. O zaman kendi bireysel yolculuğunun sorumluluğunu alarak, guru-master-sensei, herhangi bir insanı mabetleştirmeden, fast-farkındalık neden mümkün olmasın? Neden ritüeller, neden yıllar gereksin? Bugün kendi kendine reiki inisiyasyonu mümkün. Yarın belki de sembollere de kendi kendimize ulaşabileceğiz. Bütün mesele 100. maymunun(*) kendi sorumluluğuna sahip çıkmasında.
Yıllar boyunca hocaların önünde saygıyla eğilerek, ekmeği onların kestiği yerden yemek artık anlamsız. Öyle olmasaydı, insanlar kitlesel olarak uyanmıyor olsalardı, materyalizmin ve pozitivizmin dışındaki gerçekliğe de yönelmeselerdi, bu öğretiler bugün bu kadar yaygın olabilir miydi? 2 sene önce adını bilmediğimiz teknikler, tütsüler, bitki çayları ve kitaplar bu kadar hızlı girebilir miydi hayatlarımıza? derKİ.com yayına bu kadar kusursuz başlayabilir miydi? Ya da eğer insanlık bir bilinç atlaması yapmamış olsaydı, daha önce yıllar gerektiren şifa tekniklerini bir günde öğretebilir miydik? Tanrı Usui Usta’nın cesaretinden razı olsun… Ama şimdi, bilgiye sahip olanlarda, eski ve geleneği olan bütün okullarda olduğu gibi, bir kıdem merakı, yenilerin kendi çektikleri zahmeti çekmeden ilerlemelerine bir tepki var. “Evet, biz ve bizden öncekiler çok dayağını yedik, ama yeniler, insanlığın bir bütün olarak tekamülünün bir sonucu olarak, bizim kadar yorulmadan ilerlesinler” hissi yerine,” onların daha çok fırın ekmek yemeleri gerekiyor” hissi hakim. Yerel olana sıkı sıkıya sarılmanın, evrensel mesajları anlamakta bir önşart olduğu yargısı da var.
Devir değişiyor. Demirperde sonrası, hayatlarını iki kutuplu dünyanın sonsuza dek süreceğini sanarak kuranlar, değişime direnenler, hep hayal kırıklıkları yaşadılar. Modern denen konvansiyonel tıp da, eğer ruh ve zihni yok saymaya devam ederse aynı darboğazı yaşayacak, ve geçmişte yaşamaya çalışacak. Tıpkı “insanlar her gece aynı aptal kutusuna bakmazlar, ve televizyonun modası altı ay sürer”, ya da “evlerde bilgisayarların bir işe yaramayacağı” öngörüleri gibi, gelen dalgayla beraber akmayı başaramayanların tümünün başına geldiği gibi.
Bize şimdiye kadar, evrensel sevgiye, koşulsuz Tanrı sevgisine ulaşabilmek için önce yıllarca çile çekerek arınmamız, kadim “bilgi”yi tam ve kusursuz olarak öğrenmemiz söylendi. Ama bazı bilgilere, sadece ve sadece bu sevgiyi deneyimledikten sonra ulaşabileceğimiz hep gizli tutuldu. Bu deneyimi yaşayanlar varsa, onlar sevgiye ulaşabilmek için herkesin kendileri kadar uğraşmasını önermek yerine, insanları sevgiye yönlendirip, zaten artık herkesin ve her yerde bulabileceği bilgiler yerine, sevgi sonrası bilgilerin değerini övmeliler.
Evet bilgilerle sevgiye ulaşmanın yolu uzun. Ama sevgiyle ulaşılabilen bilgiler çok daha derin ve engin… Bırakalım yapsınlar, bırakalım geçsinler. Eskilerin, ve eskicilerin, Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammed, Buddha ya da yeni, daha kolay ve hızlı tekamül yollarının arayışında olan, bilginin artık yönetenle yönetilen arasındaki çizgi olmaması için, insanlığa onu özgürleştirecek bilgileri ulaştırmaya çalışan herkese yaptıklarını, biz yapmayalım. Dilerim öyle olsun…
Neşeniz, bilir.
Sevgi ve bilgi paylaşılarak çoğalır.
Maksat bir, rivayet muhtelif.
(*) Pasifik adalarında yapılan bir deneyde, bir adada yeni bir yeteneği edinen teorik bir 100. maymundan sonra, diğer adalardaki maymunların da bir bilinç atlamasıyla, aynı yeteneği edinmeleri…