Mutluluk… Dolu dolu bir kelime, değil mi?.. Üzerine söylenecek, yazılacak, anlatılacak, anlatılamayacak ne çok şey var. Ne de olsa insan denen muammanın en temel isteklerinden birisi. Ancak burada yalnızca bir kaç yönünü ele alacağız.
İlk yönünü söyledik bile. En temel isteklerimizden birisi. Bilinçli düzeyde her insan hazza yönelir ve acıdan kaçar. Ama her hareketimiz, her seçimimiz aynı bilinçlilikte gerçekleşmediğinden, “The Great Responder” (Ulu Yanıt Veren diye mi çevirsek?) yani nam-ı diğer Hayat, bize her zaman bu aradığımız mutluluğu sunmaz. Spiritüel terbiyemiz bize bunun da pekala olduğunu, acının da gerekli olduğunu, kara olmadan akın bilinemeyeceğini söyler. Tamam, doğru, dual bir dünyada oynuyoruz ve sarkaç yasası işliyor; herhangi bir kutbu deneyimledikten sonra diğer kutba salınımı başlıyor enerjinin. Çünkü varoluşumuz doğrusal değil dairesel! Yani haz ve acı aslında aynı güzergahtalar. Çemberin üzerinde durup, mutluluk diye gördüğümüz yöne doğru koşmaya başlayınca doğal olarak acı da bizi takip ediyor. Psikopatlık edip acıya doğru koşmaya başlayınca da istediğimize ulaşmış olmanın mutluluğu peşimizi bırakmıyor! Bu biraz ilkokuldayken yaşadığım bir ikilemi hatırlattı. Kızılderililerin, Asya’dan Amerika’ya boğazdan geçmiş olabilecekleri gibi bir ihtimali duyunca dumur yaşamıştım. Birisi en batıda birisi en doğuda. Millet 1500’lere kadar okyanusu aşıp ulaşamamış bile Amerika’ya, elin Yakutsk’lusu nasıl geçivermiş? Allahtan, Coğrafya öğretmeni olan annem, benim o dönemlerdeki sivri zekalılıklarıma göstermekte olduğu sabrı yine korudu ve bana dünyanın yuvarlak olduğunu, atlastaki dünya haritasının kolpa bir uyarlama olduğunu hatırlattı…
İkinci yönünü de söyledik mutluluğun. Kedi kuyruğu gibidir, peşinden koştukça kaçar. Nedir diğer bir alternatif? “Salla mutlu olmayı, günlerin sayılı. Zaten şunun şurasında ikinci buzul çağına ne kaldı?” demek. Bir diğeri de Çemberin üzerine değil merkezine demirlemek. Yani kedi kuyruğu oyununun içinde olmamak. Çünkü bir şeyin peşinden koşmak, o şeyin kendimizde olmadığı anlamına gelir. Ve tabi yine Ulu Yanıt Veren, buna layıkıyla yanıt verir
– Mutlu olmak istiyorum
– Ve de öyledir
– Oley !! Artık mutlu olacağım, değil mi?.. Değil?.. E hani ve-de-öyleydi??
– Mutlu olmak istiyorum dedin biz de tamam dedik, buyur iste…
– …!
Bu çember merkezine demirlemek öyle kolay bir iş de değil ha. Sürekli çeldirenler çıkıyor, sürekli benlik algının nerede durduğunu kontrol etmen gerekiyor. Sürekli “farkında” olman gerekiyor. Aslında bu bile yanlış bir yönlendirme oldu. Mutlu olabilmek için yine şart koşmuş olduk! Kahrolsun dualite…
Mutluluk kavramının ikinci yönüne biraz ekleme yaparak üçüncü yönüne gelelim. Mutlu olmak için mutluluğa muhtaç olmamak icap ettiği gibi, hiçbir başka şeye de ihtiyaç duymamak gerekiyor. Bu ifade gözünüzü korkutmasın, çok basit bir kriterle ölçebiliyoruz konumumuzu: Düşündüğüm/hissettiğim/yaptığım şeyi seçimimden mi yapıyorum ihtiyacımdan mı? Tek soru, tekrar tekrar soru ve samimi cevap… Her attığımız adımda, kendimizin ve yönümüzün farkında olmak mutlak mutluluğun anahtarı yani. E senin bu mutluluk reçetene biz “ermek” diyoruz diyeceksiniz. Ermişle Bilge arasında bir fark vardır diyeceğim ben de. Yalnızca, mutluluk hakkındaki bu tip gerçeklerin bilincinde olup aklı başında ve kararlı bir insan gibi yaşamak, yani bilgece yaşamak ve “tüh! yine mutluluğu elimden kaçırdım!” tipi kendine acı çektirme tuzaklarına düşmeyip, mutlu olma sürecinizle olduğu haliyle barışık olmak…
Geldik dördüncü özelliğimize. Mutlu olmak bir sonuç değil süreç meselesidir. Elbette başarıların, hedeflere ulaşmanın, arzuların yerine getirilmesinin kutlaması olacaktır. Ama bu kutlamanın kutlama olduğunu unutmamak, bir şey elde etmek karşısında duyulan sevincin mutluluğun ifadesi olduğunu, kendisi olmadığını hatırlamak gerek. Zaten bunu becerene de bilge diyoruz ! Hiç unutmadığım, çocuk aklıma kazınan bir sahne vardır, Clementine adlı çizgi filmden. Clementine Japonya’dadır. Dedesiyle yaşayan Japon bir çocuk ile arkadaş olur. O bölüm boyunca o dede zaten efsane tavırlar sergilemiş ve dersler vermişti bu iki paleye. En aklımda yer edeni şöyleydi. Dede (tahminen Kojiko Sanfalandır) yayını ve okunu alır, ormanın dibine, ağaçların sıklaştığı yere gidip oturur ve çocuklardan hedef tahtasını ormanın içine götürüp bir ağaca yaslamalarını söyler. Çocuklar geri gelince, okunu ormanın içine doğrultur, bir süre sessiz kalıp (zaten genelde sessiz bir amcadır) yalnızca nefes alır. Ve oku salar. Sonra da sakince kalkıp toparlanmaya başlar. Pılısını pırtısını toplayıp geri dönmeye başlayınca çocuklar sorar “Dede hedefe bakmayacak mısın? Vurup vurmadığını merak etmiyor musun??”. Ve cevap gelir ” Ben yalnızca yayı gerer ve oku atarım. Ok nereye gideceğini bilir…” Ve Kojiko San mutlu mesut kulübesine döner.
Paralel bir bilgi de Dune’da çıkar karşımıza bir Bene Gesserit büyüğünün ağzından. “Hayatın gizemi çözülecek bir sır değil, yaşanacak bir gerçekliktir”. Ve Osho’dan duyuyoruz yine benzer sözleri. “Yaşamın kendi başına bir anlamı yoktur. O bir anlam yaratma fırsatıdır”. Anlamlı yaşamak ve mutlu yaşamak ayrılmaz bir ikili olduğundan, mutluluk da aranıp taranıp bulunacak bir ganimet, bir gizem değildir. Bir yaşama tarzı, bir yaratma tarzıdır.
Beşinci yönüne geldik mutluluğun. Aranıp bulunacak bir şey değildir. Zaten yanlış yerde arıyoruz! Olmadıklarımızda arıyoruz. Yapmadıklarımızda arıyoruz. Sahip olmadıklarımızda arıyoruz. Olmamak, eksik olmak zaten yeteri kadar sıkıcı algılayış biçimleri; bir de buna mutsuz olarak katmer katıyoruz. Ama büyüdükçe, evrimleştikçe, boşluk olan tarafımızı keşfediyoruz. Bu boşluğun, her şeye gebe bir boşluk olduğunu, aslında salt potansiyel olduğunu keşfediyoruz. Ve dahası, atomun bile %98’inin boşluk olduğunun, yani varoluşumuzun tamamına yakınının aslında boşluk olduğunun farkına varıyoruz. O kanı, bu inanış, şu tercih derken hiçlik olan tarafımızı göremeyecek kadar kafamızı bulandırmış olduğumuzu keşfediyor ve buna bir son vermeye başlıyoruz. Yani arınıyor, yani özgürleşiyoruz. Ve gitgide yolculuk daha keyifli hale geliyor, çünkü gitgide fazlalık yüklerimizi atıyor ve aslında yolculuğun varış noktası olmadığını görüp, kaçınılmaz olandan zevk almaya karar veriyoruz. Ve gitgide, herşey/hiçbirşey olma sürecinde, olmamak/yapmamak/sahip olmamak anlamsızlaşıyor ve mutluluğu doğru yerde aramaya başlıyoruz: Şimdi’ye kattıklarımızda… Yani arama çabası, yaratma çabasına dönüşüyor…