Bir dönem onu sık sık görüyor, okuyor ve hatta özel hayatının ayrıntılarını biliyorduk. Ama birden ortadan yokoldu ve ara sıra aklımıza gelir oldu, bir ara o vardı, şimdi nerede acep diye? Aslında çok da güzel bir noktada o artık. Nasıl mı? Kendisine soralım.
Sevgili Merve, nerelerdesin yahu? Fırtınalar estirdin, hayatımıza girdin ve sonra aniden puff. Neden bir anda yokoldun, şu anda neler ediyorsun, nerdesin, ne yer ne içersin? Dinliyoruz seni.
İş beni bırakmadan işi bırakmanın daha onurlu ve gururlu olduğuna hep inanırdım ama bunu kolay kolay yapamaz insan. Para kazanırken hele. Gene de daha önemli birşeyler benim kafamı kurcalamaya başlamıştı; hayat kaçıyor gibiydi; hızla büyüyordum; yakalamak istedim; işi bıraktım ve sizler beni öldü saymaya başladınız. Oysa ben dünyanın altını üstüne getirmek dağlarına tırmanmak denizlerine dalmak gibi ölmeden yapmalıyım listemle meşguldüm ki Leyla’ma hamile kaldım. O zamandan beri kendini kızına adamış ve hatta abartmış bir anneyim. Şu anda Bodrum’da yaşıyorum ve doğa, hayvanlar ve kendimle birlikteyim. Para için çalışmaktan vazgeçtim; çok azla yaşamayı keşfettim, ama hala bazen işe giderim de birşeyler yararına olacaksa. Merve’nin cebinin yararına mankenlik yapmıyorum artık.
Buna bir nev’i “Ferrarisini Satan Bilge” durumu demek uygun kaçar mı peki?
Birşey satmadım aslında, ama inanmadığım değerlere de kendimi de satmaya devam edemedim diyelim. Bu arada o kitabı okumadım aslında, o nedenle tahmin yürütüyorum adından. Her şeyden vazgeçme halidir benimkisi, ama bu aynı zamanda herşeyi kazandıran bir sebepmiş de onu keşfettim.
Nelerden vazgeçtin ve neleri kazandın peki?
Para kazanmaktan vazgeçtim ve böylece hiçbir şey yapmadan çoook para geldi. Aşk meşk, egosal tatmin ve beğenilme arzumdan vazgeçtim. Ama her geçen gün daha fazlasını yaşıyorum, hem de hala aynı kişi de. Tanınma, sevilme, şöhret arzumdan vazgeçtim, fakat halen Facebook’taki “Merve ile Özgürce” grubunda beni her gün mestederler. Bu, bana yeterli. Kısacası her neden vazgeçtiysem, bana kat kat verildi, ama şunun da altını çizeyim: hiçbir zaman “mış” gibi yapmadım, hakikaten vazgeçtim.
Hiçbir şey yapmadan nasıl para kazandın?
Yukarısı vesile eder, gerekeni önüne yollar; yeter ki sen işaretleri gör ve karşına çıkan her bir şeye saf yürekle yaklaşıp, olabilecek yapabileceğin en yüksek davranışla dön. O zaman her şey tuhaf bir şekilde açılır. Tek tek örnekleme istersen veririm, ama bunlar öyle tür şeyler ki, kimi anlar; kimi ise kadın sadece şanslıymış be yahu, der. Oysa bence şans yoktur. Mesela Bodrum’a taşınacağım diye lazer epilasyon tedavisi almak istedim. Yıllarca mankenlik esnasında oranla buranla, jiletle makasla uğraşırsan işin boyutu büyüyor. Bodrum da yazlık yer malum. 2000 sonuydu, araştırmaya başladım. O zamanlar fiyatlar da çok pahalıydı. Olsun dedim, parayı bunlar için kazandın, hadi bakalım. Bana tedaviyi yapan doktor, bana hadi gel birlikte bu işi yapalım ve bir yer açalım dedi. Ben de “Yahu, ne alaka, ben Bodrum’a taşınacağım, arsa alacağım” diyorum. O, bana dedi ki, “Olsun, sen git yarı masrafı öde, ben yaparım.” Kalbim sıkıştı resmen; hiç istemedim; ben buradan gitmek istiyorum kadın bana ne diyor. 2000’in sonu, ekonomik kriz var, millet iflas ediyor. Makine desen 100 bin dolar. Tek bir püf noktası vardı durumun: üffffff yerine peki demekle, peki yerine üfff demek arasındaki fark. Baktım zaten pahalı tedavi, kendi tedavimin neredeyse o kadar tutma ihtimali var; tamam dedim. İlk başta, hiç bir banka leasing vermedi, çok zorlandık. Tüm paramı teminat gösterdim; Bodrum’daki ev param ha! Ocak’ta şirketi kurduk, Şubat’ta Bodrum’da arsamı aldım. 2. kriz oldu, millet Bağdat Caddesi’nde iş erini kapatırken, cadde üstünde nefis bir yeri çok uygun fiyata kaptık. Makineyi aldık ve başladık. Sonra ben hamile kaldım ve dedim ki gidiyorum burada doğuramam, her ay ödeyeceğimi öderim. Toplamda 15 bin dolarıma patladı. Dört ay sonra bana telefon açtı, bu ay ne ödeyeceğim, dedim; hiç dedi, kazandık çünkü. Bir sene içinde yatırdığımı aldım ve leasingi ödedik. Dedim ki bak bu haksızlık, sen çalışıyorsun ben bir şey yapmıyorum; ortak dedi ki, “Olmaz, ben sensiz asla yapamayacaktım, başlangıç için teminat param yoktu.” Ben ısrar ettim, dedim ki “5 yıl sonra üzerine al”, “Olmaz!” dedi. O beş yıl içinde ben bir gün işe gitmedim, Bodrum’da bebek büyüttüm. Bana her ay, 3 ile 5 milyar arası para geldi. Artı kendime ve eş dostuma tedavimde beleşe geldi. Bir gün sormadım, “Nedir hesaplar? Getir defterleri!” Hiçbir şey ile meraklanıp da ilgilenmedim, sadece güveniyordum. Derken 5 yıl doldu ve ısrar ettim tekrardan. Bu kez denge değiştiğinden ve geçen beş yılda yorulduğundan, “Tamam” dedi. “Cihaz yüz bin dolardı, ben sana elli bin dolar öderim,” dedi. “Olmaz! Hak değil! Amortisman ne olacak? Sen bana kırk bin ver, yeterli” dedim. Herkes, “Salak, neden bırakıyorsun, neden elli almıyorsun?” dedi. Bir kere akıllıca değildi, kontrolüm yoktu, ama kanunen ortağıma kötü bir şey olsa ben de batardım, arsızlık yapmadan çıkayım, nasılsa koyduğumu aldım ve üstüne beş yılda geçindim diye düşündüm. Ayrıca elli bin dolar hak değildi gerçekten. Sonrasında da şirketi ona devrettim, bitirdim. “On bin dolarım var, kalanını sonra ödesem” dedi. “Tamam” dedim bana kabul etme demelerine rağmen. İki ay sonra “Ev almam gerekli, paranı sonra ödesem,” dedi. “Eh ben Bitez’de villamda otururken, ortağım da Kartal’da bir ev alsın değil mi?” diye düşündüm ve onu da kabul ettim. Üç yıl para almadım. Ne zaman Bitez’den çıktım ve şimdiki evime geçtim, istedim. Halen de ödemeler gelir ve ben işe falan gitmem. Burada dikkati şuna çekmek istiyorum: Kazan kazan prensibine. O kaybetsin, ben kazanayım yok. Adaletsizlik veya menfaatçilik de yok. Para peşinde koşmadım ve halen de para akmaya devam ediyor. Bunlar, bizi ruhani bölüme getirir.
Bir dakika, durum özeti yapayım. Şimdi sen lazer ağda yaptırmaya gittin, ama ağdacı açıp geldin. Sonra yıllarca ondan para kazandın, ama sonunda bu kadarı yeter, ben çekiliyorum dedin ve hatta kendinden önce ortağının hakkını gözettin. Kazık da yemedin, bilakis gayet güzel de kazandın. Bu süre içinde de hiç hesap kitap yapmadın, akışa bıraktın kendini değil mi?
Ağdacı diil be!
Benim için lazerli ağdacı. Sonuçta kıl tüy işi.
Ağda sürekli olur, lazer epilasyon bir kere. Ama işin özü, asla hak yemedim, hep gözettim. Bu rahatlık aslında, ardında para kazansam ne yazar, kazanmasam ne yazar düşüncesini barındırıyordu. Denedik, tuttu; ama açgözlülük tuzağına hiç düşmedim.
Söylediklerinden ruhani tarafını çok geliştirdiğini, hatta kendini bu yola adadığın anlamını çıkartabilir miyiz?
Adanacak en zevkli şey olarak seçtiğim doğrudur. Şimdilik!
Şimdilik?
Bilemem yarın ne olacak. Sadece şimdi var! Yarın da öyle olacağım şeklinde bir beyanatla, kendi kendimin özgürlüğünü kısıtlamam; yarın ne istersem, onu olma hakkımı kendimde saklı tutarım. Vay efendim Merve hani ruhaniydi, ne iş şimdi şunu bunu yapıyor; kısmı ile de uğraşmam.
Ruhsallık nedir senin için? Ne anlıyorsun bundan?
Ruhsallık demem ben aslında; o, sadece bir bölüm gibi uğraştığım şeyin içinde. Ben hayat kariyeri demekteyim. Hayat kariyerim sırasında karşıma çıkmış bir olgudur ruhsallık. Daha önce pek varlığından da haberdar değilmişim.
Nasıl başladı bu yolculuk? Nasıl Farkettin?
Doğanın direkt etkisi var bence insana. Doğada olmak, doğa canlı olduğu için, bir süre sonra insan üzerinde etkisini göstermeye ve sende bir şeyleri açmaya başlıyor. Ben, doğayı canlı bilirdim de, fotosentez nedeniyle öyle derler, diyordum. Ağaçlar büyürler, ama öylece de dururlar aslında, mobilya gibidirler bir anlamda şehir insanına. Oysa değiller! Doğa benim üzerimde çok çalıştı, ama benim de niyetimde yüksekmiş. Doğaya gömülmek, bütünleşmek hasretim ve dileğim vardı. Al beni, kapsa beni, derdim Bitez’de toprakta sırtüstü yatarken. Bence doğa sadece canlı değil, ayrıca bilinçli de… Ayrıca bol boş vaktim vardı ve yanımda da kitaplarım. Spritüel yayınların içinden de sanırım tek okumadığım “Ferrarisini Satan Bilge”dir, onu da Ferrasi’nden ötürü yargıladığımdan. Ayrıca Reiki veya başka enerjilere uyumlanmadım; yoga ve meditasyon da yapmıyorum. Tek ilgilendiğim disiplin, aslında Vipassana oldu.
Biraz öncesine dönmek istiyorum. Çok beğenilen, sürekli gözlerin üstünde olduğu, çok güzel bir kadın olmak nasıl bir duygu? Özenilecek bir durum, bir yaşam tarzı mıdır?
İlk başlarda evet! Benim için tabii; çünkü ben kendimi irdelediğimde buluğ çağımda, kendimi beğenmeme; kendimden memnun olmama halimin abartılı olduğunu ve ilgi görmenin ilaç gibi geldiğini yadsıyamam, ama bu sonrasında gittikçe boğazımı sıkan tasma halini aldı. Özgürlüğüm gitti resmen ve hiç bir kıymeti kalmadı. Bir erkekle buluşacaksan ve daha emin değilsen, bu gazeteye çıksın istemezsin. Etrafımıza bakalım değil mi; yemeğe gidelim çıkalım; yani siz normal erkeklerin, kadınların yapabildikleri yığınla şey bana daha zordu; sokakta bile etrafa bakamazdım; nereye baksam bana bakan insanlar vardı ve sadece önüme bakmaya başlar olmuştum, bir yığın feci anım var. Dengesi kaçmış aşırı bir ilgi ile sanırım 10-15 yıl geçirdim. Çok zordu, çünkü insanlar sadece sempati duymuyorlardı, kompleksli bir sempati de vardı. Severken acıtırlardı canımı. Kadınlar içten içe kıskanırlar, açığını ararlar; erkekler dıştan dışa sadece bir yatağa nasıl atsak hesabını kovalarlar, reddettiğinde de, bunu ne kadar kibarca yaparsan yap, mesleğini kullanarak seni aşağılamaya çalışırlar. “Fahişe! Sizin geceniz 1000 dolar len, sen kime hava basıyorsun!” gibi sevimli diyaloglar vardır hayatınızda. Bende de bir sürü anı var, bol hicran gözyaşı ve isyan dolu! Bu arada, isteyen inanır istemeyen inanmaz, ben hiçbir zaman da fahişe olmadım, ama kendi fiyatıma dair çeşitli tevatürler duymuşluğum vardır.
Manken denildiğinde, elbise sunumu yapan insandan farklı şeyler ifade ediyor, hele de erkekler için. Şahsen ben hiçbir defilede kıyafetlere baktığımı hatırlamam. Zaten kıyafetlere dair bir algım yok. Anlamam etmem.
Benim de yoktur bunu anlıyorum, ama bu mankenlikle ilgili değil erkeklerle ilgili bence. Transparan ya da iç çamaşırı giydiğimde, podyumda yürürken ilk başlarda zorlanırdım. Bilirdim kafalarının içini, “ama zaten siz toptan kafayı kırmışsınız giysem ne yazar giymesem de derdim ve sadece bakarsınız işte dokunamazsınız” diye içten içe dolduruş yapardım.
Ben de sana bunu soracaktım, çıplakken veya iç çamaşırı ile nasıl hissediyordun diye.
Utansam yapamazdım, ama zevk almazdım. “Oh bakın bana!” tribi değil yani, öyle olsa hala bir yerlerde soyunurdum, ama soyunmak, çıplaklık bana normal bir şey gelir; doğaldır; abartılmasını anlayamıyorum neden bu kadar önemli? Neden bu kadar dehşet ilgi çekici? Ne oluyor? Herkes aynı bedenlere sahip değil mi? Trafik kazasında biri yaralandığında gerekirse ilkyardım için üstünü yırtarız ederiz ve aldırmaz o gözle görmeyiz de; neden iç çamaşırı tanıtan bir mankeni aynı kayıtsızlıkla sadece izlemeyiz? Neden hemen seks girer işin içine? Ben, bunu zaten anlamıyorum. Toplumsal şartlanma olarak görüyorum, yasak ve günahların baskılarının dışavurumu olarak kabul ediyorum. Açlıktankısaca diyorum ve geçiyorum.
Birisinde estetik bir sunum var ama, bakılsın diye hazırlanmış bir sahne. Diğer durumla kıyaslamak mümkün değil.
Evet, haklısın uç bir örnekleme oldu. Gerçi diğerinde bile neler var. Kadınlar bazen pek havalıdır ya, hani ben güzelim o değil, ben pek seksiyim erkekler bana bayılır vs. Bana boş gelir. Özellikle de bu ülkede. Hey! diye sarsasım gelir, o pek seksi giyineni… Uyan demek isterim uyan… Burası eşşeğe erekte olanların ülkesi! Sen hem eşşek değil kadınsın, hem de verdiğin mesaj, hazırsın? Elbette sana kur yaparlar ne alıksın!
Hani eşeğe erekte olanlar vardır da nice koçyiğitleri yedin be arada desem. Erkeğiz, tamam gözlerimiz dört döner de eşeğe erekte olanlarla aynı kefede olmasak… İnsan estetik, güzellik arıyor hayatında. Mesela benim güzelliğe zaafım vardır, güzel bir kadın gördüm mü döner bakarım sokakta. O güzelliği görmek bana mutluluk verir. Ama illa her gördüğümün peşinden gidecem, onu yatağa atmaya gelmez ki bu. Kadınların çaktığı nokta bu diye düşünüyorum. Neden o kadına baktın? Kesin şimdi aklından neler geçiyor. Yahu tamam arada şununla sevişmesi nasıl olurdu düşünceleri geçebilir, ama her kadına da böyle bakmıyoruz ki…
Eh peki o zaman, izin verdim. Sen kendini ve kefil olduklarını ayırıver, ama enerji görülür. Ben de gördüm zamanında. Kadın, 40’ını geçince rahatlıyor, şükür huzur içinde dolanabiliyor. Kendi adıma kırkımdaymış gibi durup durmadığımı bilemem, ama çocuk gibi yaşarım ve kesinlikle tesettürlüyümdür. Yani kafamı başımı o ucubik şekillere sokmam ama, yaydığım enerji erkeklere şudur: Beni unut tamam mı gülüm! Ben seninle ve erkeklerin ilgisini çekmeyle ilgilenmiyorum. Dolanma etrafımda fazla! Bu enerji ve bu enerjiyi iletecek giyim kuşam yani seksapalitesi olan şeyler girmem, makyaj yapmam, mini etek giyip, dekolte giyip, oramı buramı güya çaktırmadan sunmam, göz süzmem ima etmem; gizlice dokunmam, bir bedenle uzaktan sevişmem, hiçbir şey yapmam. Tesettürden kastim budur. Beni hala eski mesleğim nedeni ile duyunca belki aynı enerji ile karşılarlar, ama tanıyıp on beş dakika geçirince, “bacı, kardaş, rahibe Teresa” unvanımı alırım. Erkeklerin o anlamdaki ilgileri ile ilgilenmiyorum yani. Aslına bakarsan eskiden de pek ilgilenmezdim, ama aşık olduğum beni beğensin isterdim tabii.
Bu noktada hayatındaki tek erkek Serdar sanırım. Boşandınız, ama kopuş anlamına gelmedi bu. Ya yeni birileri olursa hayatında?
Geleceği kimse gibi ben de bilemem. Eğer bir ilişkiden bahsediliyorsa, Serdar’ın da fikri tavrı önemli. Diyelim ben o yönde karar verdim de, o vermedi. Ne yapacağım, mezar hazırlatıp içine mi yatayım? Yukarıdan ne zamankim gönderilirse, kalbimi cıvıldatan biri çıkarsa niye olmasın? Ama niyet olarak sorarsan, niyetim yoktur; evlenmeyi düşünmüyorum artık, o kesine yakın bir şey.
Spiritüel kadınların en büyük şikayeti, “Ortalarda adam gibi adam yok, biz hangi birini bulup da evlenecez veya sevgili olacağız”dır. Sen ne dersin? Ortalarda adam gibi adamlar mı yok?
Vardır canım. Eğer spritüellerse o kadınlar, gerçekten hatırlatmak isterim ki, düşünceleri hayata yansıyacağından adam gibi adam yok diyen de kendi söylediğini bulacaktır. Okuduklarını mı anlamıyorlar bunu diyenler, yoksa sen beni gaza mı getiriyorsun bakim?
Ben diyenlerin yalancısıyım vallahi.
Eşin senin aşk değil, sevgi öğretmenindir. İnsanlar ilişkilerle gelişirler; aşk ise kavıdır, çakar yanarsın. Bu sevgiyi tutuşturabilirse, gerçek sevgiye vakıf olabilme idrak edebilme şansın olur, ama genelde aşka aşık olunduğundan, genelde kav gibi yana yana yanıp duruyorlar.
Aslında ruh kolayı değil de, kendini en çok geliştiren kişiyi seçiyor diye düşünüyorum bu noktada.
Elbette!
Yani şöyle rahat edim, huzurlu olayım kişilerini seçmiyor, en zorlayanını seçiyor.
Ruhun cinsiyeti yok ki… Ölünce biten şeylerden aşk o nedenle, ama sevgi bitmez. Yani ne erkek, ne de kadınsan, ölmüşsen ve mesela sadece cinsiyetler üzeri bir ruhsan kime nasıl aşık olursun ki? Düşünsene… Kadına mı, erkeğe mi aşık olacaksın? Ne kadınsın, ne de erkek, ama herkesi ve her şeyi hala ölsen bile sevmen mümkün. Belki de ölümden bundan ötürü korkuyorlardır ha, ne dersin? EYVAH BİTTİ KADINLAR! Aşka aşık oluyorlar sorun burada, devamlı açgözlü bir tarzda partner değiştiriyorlar. Çak kibriti, kav yansın bitsin, ilerleyemiyorlar. Gerçek sevgi özgür bırakmaktır. Hangi aşık özgür bırakıyor ki? Tam tersine boğazlıyorlar aşk için, hatta “Gebertirim len aşığım sana anlamıyormusun kaltak! Niye baktın o yana!” tavrındalar. Ben çok gülerim buna da, dayanamıyorum gene gülüyorum.
Peki sana şunu sorsam: Şu anda karşında Tanrı olsa, ona ne sorardın?
Ne zaman? Sorum bu. Ne zaman yükseleceğiz? Kıyamet ne zaman? Ne zaman kozamdan çıkıyorum ve ışık oluyorum? gibi uçukluklar.
O da ŞİMDİ dese?
Öyle diyecek zaten de, ben biraz süreçten sabırsızım, malum ŞİMDİ sonsuz bir süreç. Tarih ver, gün ver diye zorlaya zorlaya…
Sonsuz bir süreci, dünyevi zaman birimiyle algılamak mümkün değil bence? Sonsuzlukta tek bir zaman birimi var: ŞİMDİ. Tarihleri, günleri biz kendimiz yarattık. Etrafında hiç takvim ve zaman ölçme aracı kalmasa geriye nasıl bir zaman birimi kalırdı?
Mesela bir de “Tanrım, uzaylılar ne zaman gelecek?” diye de sorardım. Görünür ve aleni halde.
Uzaylılar gelirse nelerin değişmesini umuyorsun?
Şok olacakları ve silkinerek kendilerine gelecekleri için her bir şeyin, tüm yabancılık hislerimiz dağılacağı tam bir birlik hali olacak. Düşünsene, Asyalı Avrupalı derken, birden “Anaaaa! Merihlisi, Venüslüsü… Elbet o zaman hepimiz dünyalı olacağız.
Ötekini tanımlayarak gezegensel tek bir kimlik yaratma hali olacak ha?
Ama bazı dünyalılar, kalpten gidebilirler, o kadar katılar ve reddediyorlar ki onların varolma ihtimallerini dahi… Yani anlayacağın uzaylıları hasretle bekleyenlerdenim. Onlardanım hatta!
Bir de şöyle düşünelim: Amazonlarda halen taşdevrini yaşayan bazı kabileler vardır. Tüm cep telefonlarımzla, laptoplarımızla, uçöaklarımızla, teknolojimizle onlara gidiyor muyuz? Ya da gitmemizin onlara katkısı mı oluyor, zararı mı? Ben uzaylı olsam, dünyaya inmem. Ama bu konuda benim Adanalı arkadaşımı hiç unutmam, Kanal 6’da “Ufo Gerçeği” vardı. Haktan Akdoğan’ı izlerken bu içeri girdi elleri arkada, baktı ekrana. “Bu uzaylılar delikanlılarsa, inerler biz varık işte derler; ne o öyle bir görün bir kaybol, iş mi bunların yaptığı” demişti. Konunun bittiği nokta o dur benim için.
Yine de uzaylıları, kendimizle bir tutmasak? Yani hepimiz BİR olsak da… Onlar, bazı konularda bizden bayağı ileri olmalılar ki, biz bir yere gidemeden onlar buraya geliyorlar. Belki de biz o kabileye bir anlam veremiyoruz sömürmek dışında ama belki onlarda bizi sömürür ha? Yine de bilmek iyi olur ne zaman geleceklerini.
Uzaylı’nın Bush zihniyetlisine denk gelmek de var tabii, evrende gezegenler boy boy, sonra öpsün seni istilacı kovboy olmasın hani. Ama bu noktada uzaylılarla vedalaşıp, sana şunu sorayım: Hayatının devamında kendine nasıl bir yaşam çiziyorsun? Neleri yapmak istiyorsun? Evren sana neler sunsun, neler uzak dursun?
Pek planlı yaşamam. Şu meşhur lafa inanırım: İnsan plan yaparmış, melekler kahkaha atarmış. En yüksek hayrıma olanlar olacaktır nasılsa. Beni en geliştirecek şeylerin geleceğine inanırım. Nehirde rafting yaparken on viraj sonrasını bilemezsin. Yok bir arzum, bir talebim, bir isteğim vallahi. Öyle hırs içinde planlar, idealler bekleme.
Bütünün en yüksek hayrına da bir seçimdir zaten, benim de seçimimdir mesela bu. Hayırlısı neyse o olsun derim hep.
Evet, ben de. Bunu isteyen her ne olursa olsun bilir ki olan en yüksek olandır ve kendini suçlamaz. Biri ölse, en yüksek hayrına öldü o kadar!
Sana son soru: derKi hakkında neler düşünüyorsun? Nasıl tanıştın, nasıl buldun, yazarı olmak nasıl bir duygu?
Henüz yazarı mıyım bilemem, yazar mıyım bilemem. derKi’yi ben önceden de bilirdim. Spritüel yayınlara ve internete ilgim var. Beğenirim sık kullanılanlarımın arasındadır, ama hatırlamıyorum ilk nasıl bulduğumu. Sonra Kerem Seven beni buldu Facebook’ta ve bir daha tanıştık derKi’yle. derKi’ye yazar adayı bile olmak sorumluluk getirici, çünkü çok fazla okunuyor. Ama birilerine bir faydam olacaksa bile bu, beni heyecanlandırıyor ve o anlamda haz veriyor.
Umarım aksatmadan yazarsın. Çok teşekkürler bu konuşma için.
Umarım. Ben de teşekkür ederim.