Krishnamurti ile alanında ün yapmış birkaç bilim adamının sohbetlerini izliyordum. Krishnamurti anlatıyor diğerleri sorular soruyor ya da Krishnamurti soruyor diğerleri anlatıyor ve bu şekilde ilerliyor. Bilim adamları alanlarında oldukça söz sahibi insanlar olarak bir şeyler biliyorlar ve söylenen şeyleri -elbette ki- kendi bilgi süzgeçlerinden geçirip değerlendiriyorlar. Krishnamurti de bir şeyler biliyor. Sosyolojik ve bireysel hadiseleri zihinsel anlamda değerlendirmede sıra dışı bir zekası var hatta. Ama bir süre sonra fark ediliyor ki aralarında olaylara farklı bilgi pencerelerinden bakmaktan daha büyük bir farklılık var. Krishnamurti’nin içinde dışarıdan gördüğümüz Krishnamurti olmayan ama uyanık ve nefes alan bir şey var. Diğerleri ise sadece zihinsel kapasiteleri ile var olmaya çalışıyorlar. Bazı noktalarda Krishnamurti’nin içindeki diğerlerinin içindekilerle konuşuyor kurduğu cümlelerin arka planından ama üzerleri kat kat örtülü olduğu için onu duyamıyorlar ve sesi rasyonel düşüncenin sığ sularında dalgalanıp kayboluyor.

İlerlemek için bilmek gerek ama bilmek ilerlemek için yeterli değil. O titreşimi alıp çabalayarak enerji alanımızda var ettiğimizde ancak bilgiden alabileceğimizi almış oluyoruz. Bu şekilde bizi Var Olmak’la bağlayan, içimizde alev alev yanan o bilinç bir noktadan sonra uyanmaya başlıyor. O bir kere uyandı mı artık tek kaynağımız yazılar, kelimeler, konuşmalar, görseller vs olmuyor. Başını kaldırıp gökyüzüne baktığında, yüzüne hafif bir rüzgar değdiğinde dahi sana bir şeyler anlatıveriyor. Bu yeryüzünde her doğan insanın hissettiği o meşhur yuvadan kopmuşluk hissi, yerini hoş bir karşılamaya bırakıyor. Üstelik henüz ölmemişken.

Melih Utku Özcan