Kendine iyi bak” deme, denmez, saçma…
Kendime bakarım elbet, sen hiç korkma
Kendine kalıyor insan, eninde sonunda
Sen bize iyi bak tanrım, sevdalı kullarına
Sizin derdiniz kimle bilmiyorum ama benim derdim her daim ve en çok kendimle olmuştur. Benim nazarımda “kendini kurcalamak, kendini didiklemek, kendini irdelemek ve kendiyle yapılan bilumum aktiviteler” başlı başına birer iştir. Kanımca insanlar ikiye ayrılır, kendini kurcalayanlar ve kurcalamayanlar… İlk bakışta özenilecek bir veçhe gibi dursa da, bu itki aslında lanet gibi bir şeydir. İnsanda ya vardır ya yoktur.
Yaştan mı alışkanlıktan mı kabullenişim bilmem, artık kabullensem de, bu “kendini kurcalama itkisi”nin neden onca kul arasından bana düştüğünü uzun uzun sorguladığım bir ergenlik geçirdim. Neden normal olamıyordum? Neden herkes gibi kendimi kabullenip kendime rağmen yaşamak kolay bir şey değildi.
Sadece uyusam rahatça olmaz mı dedirtecek kadar zihnimi zorladığım ve hep en sonunda boş ver bunu düşünecek daha çok vaktin var diyerek kendimi uykunun güvenli ellerine bıraktığım nice geceler geçirdim.
Neden sonra, bunu bir oyuna dönüştürdüm. Ve bugün ilgilendiğim konuların her biri aslında birer kendini kurcalama aracıydı benim için… Biriktirdiklerim, öğrendiklerim, tanıdıklarım, tanıştıklarım; hepsi de bu devasa sahnenin kıdemli dekorları ve oyuncularıydı.
Kendinizi yeterince kurcalarsanız, bir noktada şu sorunun yanıtına muhatap kalıyorsunuz: “Kendim neye benziyor acaba?”
Neye benziyorum ben? Demeye başladığınız an, aslında diğer köşeden bir kavram daha çıkıyor: Benzediğim şey miyim gerçekten?
Neye benzediğini bulmaya çalışmak eğlenceli bir oyun. Tarafsızlık ilkesine sadıksanız çok da eğlenceli üstelik.
Pusula olarak da kalbinizin sesini kullanıyorsunuz. Hepsi bu.
Ne gemiler yaktım
Ne gemiler yaktım
O kadar yandı ki canım
Sonunda karşıdan baktım
Ne göreyim… Kendime yıldızlardan daha uzaktım
Asıl çetrefil “benzediğim şey miyim?” kısmında. Aynada gördüğünüz surata tıpa tıp benzemediği kesin. Biraz daha cilveli, canı daha tatlı, hafif toplu ve biraz da tutkulu… hah işte!
Şaka bir yana, benzediği şey olanına rastlamadım pek şahsen. Herkeste bir kibir, bir egodur gidiyor… Tanımlamalara sıkışıyoruz. Mesleki etiketlerimiz üzerimize ayakkabımıza yapışan sıcak sakız misali yapışıyor. Ailedeki konum ve tanımımıza uygun davranmaya çalışıyoruz. “Aaa, o mu, o çok tutarlıdır” ya da “Benim kızım pek güvenilirdir” tarzında betimlemelere benzemeye çalışmaktan, kendimize benzeyemiyoruz. Belki o gün yalan söyleyesin var di mi? Yok, sen güvenilir birisin, öyle tanınıyorsun, öyle davranman lazım… deyip yutuyoruz tatlı yalanımızı. (Yalan diyip geçmeyin, insan olmanın ayrıcalıklarındandır küçük pembe yalanlar, teşvik ettiğim düşünülmesin ama bilinçli olarak dozunda kullananlara da lafım yoktur asla.)
Özetle çevresel ve toplumsal faktörlere uyum sağlamak adına, kendimizden taviz veriyoruz çoğu zaman. Yazının amacı, herkesi çıldırırcasına bir isyana sürüklemek ve çevresine başkaldırtmak da olmadığına göre, yeni argümanlarla konuyu bağlayalım.
Kendimiz olmanın ne zor bir zanaat olduğu, kadim Delfi Apollon tapınağında “gnothi seauton” yani “İnsan, kendini bil!” şeklinde özetlenmiş.
Tapınağın kapısında bir taş olmayı dilemek yetmiyor. Burada kalıp savaşmaya, kendimize giden yolda kendimizi tanımaya ihtiyacımız var. Kendimizi hayal meyal değil, net ve berrak olarak görmeye. Ve mümkünse, neye benzediğini bilmeye.
Bildiğimizi düşünüyorsak, ikinci kez kontrol etmeye.
Tüm bunlardan sonra ancak kendimiz olma cesaretini gösterebiliriz belki. Toplumun tanıdığı kişiye değil, bizim yıllarca üzerine titrediğimiz, yoğurduğumuz, doldurduğumuz, boşalttığımız, sevdiğimiz, hırpaladığımız, taşıdığımız, bıraktığımız, umutlandığımız, lanetlediğimiz, tebrik ettiğimiz, hor gördüğümüz kişiye benzemeye çalışabiliriz… Kısacası, sadece ve sadece bizim var ettiğimiz kendimize benzemek için, güvenli ve kendimizden emin bir adım atabiliriz.
Zor mu? Hangisi kolay ki? Başkası olmak daha mı kolay?
Hem, kendim olamayacaksam, kim olacağım ben? demez mi içimizdeki akıllı çocuk… Ve eğer derse, ona ne cevap vereceğiz?