Spiritüel bilgilerle haşır neşir olan cemaatin öğrendikleri en temel bilgilerden birisi “kendi kaderini eline almak, kendi kaderini kontrol edecek gücü farketmek, kendi gücünü kontrol etmek”tir. Bu bilgiyle ilk karşılaşıldığında kişi “ben kaderimi kontrol edebilirim, neye niyet edersem o gerçekleşir” diyerek kendini iyice kasar ve o ilk anlarda gerçekten de irili ufaklı mucizeler gerçekleşir. Niyet ettiklerinin “mucizevi” biçimde gerçekleştiğini gören kardeşimiz çığlıklar atarak “yaşasınnnn kaderim benim elimde, artık ne istersem yapabiliriiiim” diye zıplayıp durur. Sonra aradan yıllar geçer ve aynı kardeşimizle karşı karşı oturduğunuzda yaşadığı olaylar ve geleceğiyle ilgili konularda “hayırlısı, inşallah, kısmetse olsun” dediğini duyarsınız ve kafanız iyice karışır. “Ulan hani kaderin senin elindeydi, ne istersen oluyordu. Döndün dolaştın gene nasip, kısmet olayına mı döndün? Eeee peki ne öğrendin” diye sorasınız gelir ve hatta sorarsınız da. Eee peki o en başlarda yaşadığı neydi ve sonrasında neler oldu da bu hale geldi? Daha da ötesi onca şey okudu ve yaşadı da ne değişti? Buyrun bakalım birlikte görelim.

*****

Aslında son yaşadığım olaylara kadar bu soruları bende kendi kendime soruyordum, ama bir türlü yanıtlayamıyordum. Fakat evrenin tipik mekanizması işledi ve hücrelerimden çıkmamacasına aldım yanıtları.
Evrenin bu mekanizması şöyle işler: Size bir söyler; anlamazsınız, ikinci kere söyler; yine anlamazsınız, üçüncü kere söyler; yine yine anlamazsınız, sabreder dördüncü beşinci kez mesajını ulaştırır ve yine anlamamakta direndiğinizi görünce sonunda gelir bir tane çakar; anlarsınız. İşte ben de aynen bunu yaşadım ve sadece bu konuyu değil, daha başka bir sürü şeyi tek bir olaydan anladım ki zaman zaman yazılarım eşliğinde sizlere de ulaştıracağım anladıklarımı.

Benim arkadaşlarımla sorguladığım şu vardı hep: “Ulan bizi TV’ye çıkarsan ve konuştursan, her üç cümleden birisi ‘Hayırlısı, nasip, inşallah’la biter ki TV’ye çıkacak ortalama bir vatandaştan ne farkımız var?”. Spiritüel bilgilere bulaşmamış bir vatandaş da bu kelimeleri bol bol kullanır. O zaman nerede “kaderimi kontrol ederim” ayağı. Eee bir de bu sürecin başlangıcında bir sürü “mucize” de yaşamıştık. Şimdi nerede o “mucize”ler? Sadece birer “demo”dan mı ibaretti herşey?

İlk başlarda yaşadığımız o olaylar “demo” değildi aslında. O ilk heyecanın verdiği hareketlilik ve enerjiyle yaratıcı enerjimizi olağan saflığı ve gücüyle tek bir noktaya yoğun bir biçimde yönlendirip “mucize”ler yaratıyorduk. Fakat bu enerji ve motivasyonu uzunca bir süre ilk sefer ki haliyle götürebilmek çok zor ve yaşamın doğal akışı içinde de yorucu.

Hani 100 metre sprinterleri vardır, bir tarafına neft yağı sürülmüş it gibi koşarlar ve adamın dimağını durdururlar; vaziyet aynen o. İlk başlarda sprinterler gibi deparlar attık ve coştuk. Ama hayat dediğin 100 metre yarışı değil ki. Resmen bir maraton. Eee maratonu da sprinter gibi koşmaya kalkarsan en fazla 1 km sonra şişersin. Zaten ilk heyecanla olaya dalıp da bir süre sonra şişen ve hayalkırıklıklarıyla karşılaşanların da durumu böyle. O ilk sprintle hepimiz coşarak koştuk, ama kısa bir süre sonra dilimiz dışarda pistin ortasında kalakaldık. Sonra evren bir antrenör kılığında yanımıza gülümseyerek yaklaştı ve bize şunları dedi: “Koşmaya karar verdiğin için tebrik ederim seni ve maşallahın da var iyi depar atıyorsun. Ama bu yol çooook uzun ve bu koşunun tekniği de bu değildir. Tempolu, ama kendini tüketmeyecek şekilde; gücünü bilip ona en uygun şekilde koşacaksın ve bunu öğrenene kadar da ben senin yanında antrenörün olarak koşup senin kendi ritmini bulmana yardım edeceğim. Hadi biraz dinlen de tekrar başlayalım”. Bu dinlenme sürecinin de bu bilgilerle ilk karşılaştıktan sonra yaşanan ilk hayalkırıklığı sonrasında karşılaşılan sorgulama ve hatta uzaklaşma süreci olduğunu da hatırlatalım hani.

Dinlenme anından sonra tekrar koşmaya başlarız ve bu süreç kendimizin özelliklerini tanımaya çalıştığımız süreçtir. Antrenörümüzde bizle birlikte koşar ve bize kendi tempomuzu kazanmamız için destekte bulunur. Tabii biz koşarken yolun kenarından çeşitli kişiler bağırır dururlar “yürüüü be koçuummm, aslansın sen. Seni kim tutar!!!” ve biz de bunlara kanıp tempomuzu arttırır ve hızlanırız. Biz hızlandıkça alkışlar artar ve gururlanırız, fakat bir süre sonra şişip kalacağımız kesindir. İşte bu hale “pozitif ego, ego yapmak, ego şişmesi” falan denir.

Bunun tam tersi de kenardan “sen mi koşucu olacaksın be, hadi ordan sütçü beygiri kılıklı” seslerine inanıp tempoyu düşürmektir ki buna da artık ne derseniz diyin. Ha bir de kenardan gelen seslerin sahiplerine dönüp kızgınlık elini kolunu sallayıp tepki gösterme ya da “aman haaa sakın böyle şişirici şeyler söylemeyin” tarzında el hareketleri yaparak övgüleri iteleme tepkileri de vardır ki bunların hepsi bir şekilde yoldan koparıp adamın temposunu bozan etkinliklerdir. Fakat bu olayları yaşayıp temposunu bozmayan tek bir allahın kulu bile yoktur. Tüm bunlar yarıştaki öğrenme sürecinin gereğidir.

Bu dönem, biraz da sert bir eğitim dönemidir ve tıpkı askeri eğitimlerde de olduğu gibi koşucu da belli eğitimlere tabiidir ve bu yüzden yaşayacağı birçok olay “mutlak kader” diye adlandırılabilecek çerçevede değerlendirilebilir. Bu “mutlak kader” koşmayı seçenlerin “kaderlerini eline alacakları” döneme kadar yaşayacakları ve yavaş yavaş tempolarını kullanmayı öğrendikçe “mutlakiyet”ten kurtulup seçeneklerinin gittikçe artacağı bir durumdur. Bir “mutlak kader” türü daha vardır ki onlar da koşmaya henüz başlamamış çimler üzerinde yan gelmiş yatan ve hatta koşmaya geldiklerinin farkında bile olmayan güruh içindir ki yaşadıkları olaylar aslında onları üzerindeki uyuşukluk halinden kurtarıp, çimlerin üzerinden kaldırmaya yöneliktir. Tabii birçoğu sabah beş dakika daha uyuyup okul servisini kaçırmaya meyilli velet modunda oldukları içinde en sonunda tokat üstüne tokat veya suratlarına bir sürahi buz gibi suyu yerler ki ayılabilsinler. Bu da dünyasal yaşamda türlü “sert” olaylara tekabül eder.

Dikkatli ve akıllı koşucular, zaman içinde sağdan soldan gelen seslere aldırmadan kendi tempolarında koşmaya devam etmeyi öğrenirler. Tabii ki kulakları sağır değildir ve onca sözü duyuyorlardır ve yine tabii ki birer insan oldukları için iç dünyaları etkileniyordur ve hatta bazen tempoyu falan boşverip kenardakini öpmek veya boğazlamak isteyebilirler. Fakat içlerinden gelen tüm bu duyguları kabul etmekle birlikte koşularına devam ederler tempoları etkilense bile. Bir süre sonra da tepki göstermeye niyetli olduğu kişinin sesi gelmez olur çünkü o artık geride kalmıştır. O kişi, aslında yerinde sabit duruyordur ve o an için yapması gerekeni yapıyordur. Koşucu, o anda birçok koşucunun yaptığı gibi duygularına yenilip ana yoldan çıkıp o kişiye doğru koşmaya başlayabilir. Fakat koşucu bir süre sonra farkedecektir ki ne kadar koşarsa koşsun bir türlü yolun kenarındaki adamı yakalayamıyor, çünkü adam koştuğu hızda kendinden uzaklaşıyor. Dünyada “kişilere veya olaylara takılıp kalıp bir adım ileriye gidememe” olarak tekabül eden bu durum çoğu kişiye zaman kaybettirse ve anayoldan çıkartsa bile; yine herkesin deneyimlediği, ama akıllı koşucuların duygularını kabul edip yoluna devam ettiği zaman geride kalacak bir durumdur. Yolun kenarındaki tüm bu bağıran çağıranlar koşucuya kendi gücünü, dayanıklılığını ve temposunu ayarlaması için yardım eden destekleyicilerdir aslında ve tüm bu koşu sona erdiğinde koşucu, bitiş çizgisinde onların kendisini karşıladığını gördüğünde ve daha da ilginci aslında o kişileri antrenör tarafından ayarlanan tanıdıklar olduğunu gördüğünde de iyice şaşıracaktır. (Tabii bu noktada “antrenörün aslında kendisi olduğunu anlamıştır” gibi muhabbetleri yazmaya bile gerek görmüyorum. Kimseler mail atıp “ah antrenörün de koşucunun kendisi olduğunu yazmayı unutmuşsun” falan demesin hani. O kadar şeyi yazan adam bunu da biliyordur di mi? 😉

Koşmaya başlayıp da temposunu bozmayan, yanlış yollara sapmayan, kenardakilerin üzerine yürümeyen koşucu yok gibidir. Tempoyu bulmanın yegane şartı gibidir bunlar. Dikkatli ve akıllı koşucular, bu çeldiricilerin verdiği dersleri zamanında alıp içsel tempolarını gittikçe daha dengeli hale getirip ana yola dönen kişilerdir. Ama maalesef birçok koşucu sağına soluna laf yetiştirmekten, kenardakilerin peşinde koşmaktan ya da aşırı hızlı veya pes biçimde etmiş koşmaktan şişer kalır ve hatta bazıları koşuyu bırakıp yolun kenarına çökerler. Onlar da eninde sonunda yola koyulacaklardır ve tekrar tempolarını yakalayacaklardır ama bunun tokat veya bir sürahi su sistemiyle gerçekleşmesi muhtemeldir. Ama yine maalesef birçokları defalarca tokat yemelerine veya bir havuzu boşaltacak kadar su başlarından dökülmesine rağmen halen bildikleri yolda devam ederler. Onları da evren kendi hallerine bırakır. Eninde sonunda yorulacak veya sıkılacaklardır ve tekrar esas rotalarına döneceklerdir.

Tüm bunları yaşayıp ders alan ve içsel tempolarını dengelemeye başlayan koşucular ise bir süre sonra çevreden artık fazla ses gelmediğinin bile farkında olmadan koşmaya devam etmektedirler. Aslında o sesler ve kişiler her zaman vardır, ama koşucu kendi yoluna konsantre olduğu için onları algılamamaktadır bile taa ki bir yerlerde temposu bozulana dek. Zaten koşarken çevresine baktığında da artık sadece keyifle onu seyreden kişileri görüyordur. İçsel tempo dengesi algılama eşiğini değiştirmiş ve artık o çevresindeki bağıran çağıranları -tıpkı kulağın belli seviyeden aşağı bazı titreşimleri algılamaması gibi- işitmez olmuştur. Algı frekansı onu, sadece kendisi gibi içsel dengesini bulmuş kişilerin titreşimlerini hissetmeye yönlendirmiştir. İşte artık çevresiyle işi kalmadığı bu noktada antrenörü ona der ki “az sonra bir yol ayrımına geleceksin ve istediğin yerden yoluna devam edebilirsin, seçiminde özgürsün. Önünde koskoca bir şehir var ve bunun tadını istediğin kadar çıkartabilirsin. Fakat benim önerimi soracak olursan “şu” yoldan git. Çünkü sana esas keyif verecek yol orasıdır ve zaten bu koşunun rotası da orası. Ama seni kimse zorlamaz oradan koşmaya buna ancak sen karar verebilirsin”.

Bu, günlük yaşamda Boğaz köprüsünde koşan bir koşucunun durumu gibidir. Pek de seçeneği olmayan bir yolda sağa sola sapmadan köprünün sonuna vardığında karşısına çeşitli tabelaların olduğu yol ayrımlarına gelecektir. Oraya kadar ki yolu mutlaktır ve aslında seçeneği olduğunu zannetse bile köprü üzerindeki çeldiricilere takılmıştır. Eninde sonunda köprünün sonuna varmalıdır. Vardığında ise karşısına birçok yol seçeneği çıkar ve ona zorunlu olmamakla birlikte önerilen bir yol da vardır. Fakat koşucular, insani yapılarının gereği önce önerilen yolu değil, kendi istediklerini seçerler çünkü kendilerinin seçim yapabilme gücünü ve serbestliğini görmek istiyorlardır ve önerilenden bambaşka bir yola saparlar. Eeee İstanbul güzel şehir sonuçta, gez gez bitmez ve bir sürü de güzel yeri mevcuttur. Koşucumuz kendi içsel temposunda ve kendi kaderini eline almasının mutluluğu için de keyifle koşarken etrafının da tadını çıkartır. Hatta mutluluk çığlıkları atarken çevresinde gördüğü kişilere de bu özgürlüğün güzelliğini anlatır, fakat onların neden gülümseyerek veya bön bön baktığını anlayamaz. Anlamamasına da pek aldırmaz aslında ve yoluna devam eder ve ha babam gezer. Fakat bir süre sonra birşeylerin yanlış olduğunu farketmeye başlar, daha doğrusu herşey güzel olmasına rağmen bir eksiklik vardır ve bir türlü de adlandıramıyordur hani. Bir süre sonra da bu eksiklik duygusu büyür ve birden panikler, çünkü “kaybolmuştur”. Nerede olduğunu bilmemektedir. Antrenörü yanında değildir ve etrafında tanıdık kimse yoktur. Yer yön sorduğu insanlar da iyi niyetli olsalar bile ya onu anlamamakta ya da yanlış yerlere yönlendirip durmaktadırlar. İşte o anda koşucu pes eder ve olduğu yere çöküp ağlamaya başlar. Yaşadığı herşey o kadar hızlı gelişmiştir ki başı dönmüş ve kendini kaybetmiştir özgürlüğün sarhoş eden şarabından tattıktan sonra.

Ağlama sonrası suskunluğu yaşarken yavaş yavaş başını kollarının arasından kaldırır ve etrafını izlemeye başlar. Bir süre sonra da etrafında koşarken dikkat etmediği bir sürü ayrıntıyı gözüne çarpar. O, hayatı kendi temposu üzerinden algılarken, aslında hayatında kendi bir temposu olduğunu ve koşarken sadece içsel temposuna göre hareket etmenin, dış dünyanın temposuyla uyumsuzluklar nedeniyle birçok önemli noktayı kaçırmasına ve kaybolmasına neden olduğunu farkeder. Evet o içsel olarak dengeli biridir, fakat koştuğu yol ve yollarında bir temposu olduğunu görmüştür artık ve şimdi sıra onunla uyum halinde koşmaya gelmiştir. İşte koşucunun içsel temposunun, dışsal dünyanın temposuyla uyum halinde olması ve bu uyum içinde koşması haline “teslimiyet” denir.

Koşucu, bu “teslimiyet” sürecini hissedip aslında çevresinde koşarken gördüğünden daha fazlası olduğunu anladığı vakit ayağa kalkar ve anlamsızca herhangi bir yöne doğru koşmaya başlar. Bu koşuşun belli bir yere varma amacı yoktur. Sadece üzerinden geçtiği ve herşeyini gördüğünü sandığı yolda aslında görmediği ne kadar çok şey olduğunu farketmenin şaşkın ifadesiyle öylesine koşup durmaktadır ve işin daha da ilginci içsel ve dışsal tempo da uyum halini gittikçe daha fazla yakaladığı için bu “yeni” dünyadan aldığı keyif de artmıştır. Derken daha önce önünden birkaç kere geçtiği bir sokağın önünde bir kırmızı tabela dikkatini çeker ve ona yaklaşır. “Hayret, ben buradan defalarca geçtim ama nasıl oldu da bunu farketmedim” diye kendine sorarken tabelada yazanlar kendisini iyice şaşırtır: “Aradığın Yol – 3 Km”.

Koşucu hayretler içinde sokağa girer ve koşmaya devam eder. Bir süre sonra da karşısına çıkan birkaç kırmızı tabelayı da takip ederek bir yol ağzına gelir. Eh yolun ağzında kimin beklediğini tahmin ediyorsunuzdur hani. Antrenörünü gören koşucu sevinç çığlıkları atarak ona sarılır ve “nasıl iyi gezdin mi evlat?” sorusuna, “çoooook, hem de çooook gezdim. Artık teslimiyet nedir onun anlamını da biliyorumi, yaşasın” diye yanıtlar. Antrenörü ise gülümseyerek yanıt verir.

Biraz nefeslendikten sonra koşucu tekrar yoluna koyulur. Artık önüne birçok seçenek çıksa bile ona antrenörünün önerdiği yoldan gitmektedir ve aslında gittiği bu yolun kendi performansını da nasıl arttırdığını görüp, neden daha önce buradan gitmediğine de şaşırmaktadır. Yolun yapısı, çevresindeki ortam, iklimi tam da kendi donanımlarına uygundur ve karşısına çıkan zorlukları bile rahatlıkla aşmaktadır. Antrenörü tekrar konuşmaya başlar:

– Sen tüm eğitimini aslında bu yolun ortamına uymak için aldın ve bu nedenle karşına çıkan zorlukları rahatça aşıyorsun, çünkü eğitimin tam da bu zorluklar için ve performansın da bu yüzden artıyor. Ha başka yollardan da koşabilirsin hem de artık kaybolmadan, fakat oradaki koşullara hazırlık yapmadığın için zorlanabilirsin veya takılabilirsin. Evrendeki insan sayısı kadar koşu rotası vardır ve herkes koşuya başlamadan önce kendi rotasını ve o rotaya en uygun donanımları kazanmak için gereken eğitimleri seçer. Ayrıca da illa ki her ortamda koşmam gerekli diye düşünme. Çölde hiç koşmaya niyetin yoksa çöl koşullarına uyum programını almak gereksiz bir yük olur senin için. Bırak onu da çölde koşmak isteyenler alsınlar. Ha sen ormanda koşu eğitimi alıp çölde koşmaya kalkarsan tabii ki zorlanırsın. Ama yolunun orman olduğunu anlayana kadar da çöllerde de koşmaya kalkarsın, kutuplarda da…

İşte kişinin “kişisel menkıbesi”ni kabul etmesi demek aslında kişinin koşmak için geldiği esas yola girmesi demektir. “Kişisel Menkıbesi’nde teslimiyeti yaşamak’ ise yolun temposuyla uyum halinde koşmaktır. Ha bir de koşarken yolu gösteren çeşitli kırmızı tabelalar ve tabelacıklar vardır ki bunlara ‘hediyeler’ veya “mucizeler” tabelası adı verilir. Bunlar koşucunun zaman zaman temposunun bozulduğu veya az biraz yoldan sapma tehlikesinin başgösterdiği hallerde karşısına dikilir veya direk yolgösterici olur. Hepsi de yaşam içinde pırıltılar içinde de belirmez ve hatta bazıları ağır deneyimler gibi de gelebilir, ama koşucu artık ilk şoku atlattıktan sonra o olayların ona ne gibi yön gösterildiğinin farkına varmıştır ve acıyı fazla yaşamadan o yöne doğru döner ve tabelanın gösterdiği yönde yoluna devam eder. Ama o son sert tabelaya kadar yolu gösteren ve daha yumuşak olaylar ve hediyeler içeren tabelalar da olmuştur, ama koşucu onları görmemeyi veya algılamamayı seçmiştir. Çünkü “teslimiyet” bazen çok yanlış anlaşılır ve koşucular “nasılsa yolum belli” diyerek bir rutin içinde koşmaya başlarlar ve artık tabelaların üzerlerinde yazana bakmaya bile gerek görmeden otomatik koşu moduna girerler. Halbuki teslimiyet öyle vitesi boşa alınmış traktör gibi kendini bayır aşağı salmak değildir. Bayır aşağı salınan traktörü bile kontrol eden bir adam mevcuttur ve o adam traktörü devirmemek için dikkatli olmak zorundadır. Koşucu da teslimiyet sandığı rutinlik esnasında o an yolun durumu ve ne yapılması gerektiğini anlatan tabelalara aldırmadan koşabilir ve mesela ağır gitmesi gereken bir yerde hızını arttırıp kendine zarar verebilir.

Teslimiyet, yolla uyum halinde olmaktır, kendini salmak değil. İçinde dikkat, gözlem, akıl, uyum ve harekete geçme yetisini barındırır. Yok öyle sana teslim oldum evren, aha da kıçımı devirdim yattım havaları. Sana yolu, koşu ayakkabılarını, tabelaları, antrenörünü, çevredeki ağaçları, koşmaya başlaman için gerekli tokat ve su şoklarını falan evren sağlar ama senin koşmanı sağlayamaz. Boşuna dememişler atı zorla suyun başına götürebilirsin ama zorla su içirtemezsin diye. Evrenin çalışma prensibi de budur işte. Seni zorla suyun başına götürebilir gerekli hallerde, ama senin su içmeni sağlayamaz. Sadece sen istersen içebilirsin. Sonuçta seçim senin elinde ve kaderini de belirleyen işte bu ve buna benzer seçimlerin.

Koşucu öğrendiklerinin etkisiyle etrafına ve tabelalara dikkat ede ede koşusuna daha sağlam ve keyifli adımlarla devam ederken antrenörünün geride kaldığını ve ona arkasından bağırdığını duyar:

– Hiç durma ve yoluna devam et. Artık eğitiminin sonuna geldin. Bundan böyle yolunda bir eğitimci değil, başın sıkıştığında destek olan bir dost olarak belireceğim ara sıra. Yalnızlıktan da çekinme, bir süre sonra bir yol kesişimi var ve orada birisiyle buluşacaksın. Uzun yıllar birlikte koşacaksınız ve yol arkadaşlığını paylaşacaksınız ve daha fazlalarıyla da yollarınız kesişecek başka isimler ve kimlikler altında. Hadi bakalım koşmaya devam et. Yolun daha çoooook uzun… Hayırlı yolculuklar sana…

Ha unutmadan sana son bir şey daha “Hayırlısı olsun” demek, yaşadığın tüm bu koşunun yola çıkmadan önce planladığına en uygun biçimde gerçekleşmesini dilemek anlamına gelir. “Hayır” ise kaybolduğunda seni planladığın rotaya sokan ve o rotada kalman için destekleyen her türlü olay, tabela, kişi vs.’nin adıdır. Tüm bunlara dünyada “şans” adını verirler belki ama şunu da hiç unutma: Şans, Tanrının, adını kullanmak istemediği zaman attığı bir imzadır. 😉

Şimdi koşuna devam edebilirsin.

Hasan 'Sonsuz' Çeliktaş

18 Kasım 1976'da Mersin'de doğdu. Toros Koleji'ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ne girdi. Fakültesini çok sevdiğinden mezuniyeti sonrasında oradan ayrılamadı ve asistan kadrosunda eğitim hayatına devam etti. 2005'te ise İzmir'e yerleşti. 2001 yılında "Sonsuzlukotesi" mail grubunu kurmasıyla başlayan yazarlık hayatı, önce 2002'de sonsuzlukotesi.com'u, daha sonra da 2004'de derKi.com'u kurmasıyla devam etti. Bir yandan da Cosmopolitan, Esquire, Yeni Aktüel, Zodiac, Akşam Brunch gibi dergilerde ve Akşam Gazetesi'nde serbest yazar olarak yazıları yayınlandı. 2011'de ise Anadolu topraklarından doğup Amazon.com'da yayınlanan ilk Türk Spiritüel dergisi "The Wise"ı oluşturdu. Halen yazmaya devam ediyor. Duru Sonsuz ile Özün Dünya'nın babası sıfatıyla onlara rehberlik yapmaya çalışıyor...