Kalbim kırılmıştı…

En çok insanlığa…

Yardım götürdüğünü söyleyerek biraz da öfkesini götürene, bu ad altında gelene saldırıp ateş açmayı kendine hak görene, olayları duyar duymaz nefret çığlıkları yükseltmekte bir dakika düşünmeyenlere, gizliden gizliye gülen savaş çığırtkanlarına

o mavi gözlü güzel adam’ın “bayrak çiğnenmez” sözüne inatmışçasına ne olursa olsun bir ulusun bayrağının üzerinde zevk çığlıklarıyla sarhoş tepinenlere, ellerinin altındaki tüm iletişim platformlarında sınırsızca öfke, nefret kusanlara….

Bir uyanma çağında olduğumuza inanırken bu kadar ilkel duyguları kılavuz edinip davranan, yaşayanların sayıca çokluğuna…

…insan olamayan insanlığa

kırılmıştım….

Facebook’ta geceden beri yükselen çığlıklar arasına şu yazıyı bırakıp, kişisel iletimi “hamuş”a* çevirip çıktım…

“MAVİ MARMARA’NIN YOLCULUĞU…

Güle oynaya güzeller güzeli Avşa adasına gitmiştim onunla… Sene 1997… Gençliğin sıcak günleri… Keyif, huzur, sıcak güneş ve “yol”dan başka birşey yoktu içinde…

Mavi Marmara geçenlerde İstanbul’dan ayrıldı yine… Beş arkadaşı da eşlik ediyordu ardından… Bu kez farklı bir heyecanla.. Arkasından uğurlayanlar daha kalabalık.. daha sıcak.. biraz öfkeli.. biraz ümitli… iyi niyet elçileri kadar öfkenin tohumlarını avuçlarında gizlice götürenler de vardı içinde….

Sonra Antalya’dan uğurlandı.. Heyecanla belki de daha önce pruvasının görmediği sulara çevirdi yüzünü… Kıbrıs’ta biraz canı sıkıldı.. sonra yola devam etti…

Gece içime bir sıkıntı girdi… Huzurlu uykularımı bulamadım sabahlara kadar. Kalkınca her zaman yaptığımın aksine ilk iş TV’yi açıverdim… Haber kanallarında aynı renk.. Kırmızı… Gözlerimden yaşlarla birlikte boşalıverdi elim ayağım… Her ne kadar içinde bir karmaşa barındırıyorsa da, insani yardım adı altında yola çıkmış yüzlerce sivilin gemileri baskına uğramıştı… Güvertelerine kan dökülmüştü…

Mavi Marmara şaşkın, hiç tanımadığı türden bir yolculukta şimdi…

Bir zamanlar mazlumluğu deneyimleyenler zalim olduğunda, “en çok iyilik kılığına girmeyi seven kötülük” maskeler ardında gizlice kahkahalar attığında, din, ırk, millet, ümmet kalıpları “insanlık” sıfatını görmezden gelmeyi sürdürdüğü sürece, bütünü parçalama saplantısı bir’liğe ulaşma güdüsünün önünde durduğu müddetçe, siyasi ve kapitalist hesaplar iyi niyetli insanları kullanıp incittiği sürece….

…Mavi Marmara ve ben ağlamaya devam edeceğiz….. “

…İç sıkıntısı ile başlayan süreç sıkıntının sebebi haberleri alınca yoğun bir kırgınlık, üzüntü nöbetine düşürmüş, bir çocuk gibi ağlatmıştı beni… Moral, keyif, umut kalmamış, bedenime de sıkıntıdan kaşıntılar basmış, durup durup ağlıyor durumdaydım. O gün otomobilimle çıkacağım yola güç toplamaya çalışıyordum ama nafile.

Dedeciğim halime üzülüp, kardeşim teselli etmeye çabalarken anacığımın elindeki işi gücü bırakıp anında evimde bitmesiyle iyileşme sürecim başladı… Annem, gideceğim bol kıvrımlı yollara bu halde otomobille çıkmama gönlü razı olmayıp beni aldığı gibi bir otobüse attı.

Kırık kalbimle bindiğim bana beşik gibi gelen otobüste yol boyunca “O”na seçtirdiğim shuffle/rastgele şarkılar ile kah ağladım kah gülümsedim… Ben Harper’ın sesiyle bana “Sakin sularda da dalgalı sularda da yanındayım, rehberin olacağım” diyordu. Erkan Oğur’un ruhuma merhem etkisi yapan güzel gönlünden nağmeler seçiyordu.

Ardından öfkeye en yakın duyguma nail olmak üzere olan o “mazlumken zalim olmayı seçmiş” halkın ülkenin dilinden bir şarkı patlatmasın mı… Yıllar öncesinde müzikal yönden çok severek play list’ime aldığım bu İngilizce söylenmiş şarkıda “ben sadece arabamda oturmuş kız arkadaşımı bekliyordum ta ki o bomba patlayana kadar” diyordu.

İsrail’in ünlü rock topluluğu “System of a Down”dı bu…

Şaşırdım önce. Öfkemi kırgınlığımı hatırlatmak için mi bu şarkıyı seçmişti 2000 e yakın şarkı arasından? Sonra o ses incecik de olsa geri geldi.. Üzerini bastırdığımızda usulca gerilere çekilen ama hiç kaybolmayan o yumuşak ses “sence 2000de 1 olasılık tesadüf mü? Bu şarkılar seninle konuşmak, yolunu aydınlatmak için seçildi. Bir daha düşün bakalım…”

Biliyordum. Ona da öfke duymamalı anlamaya çalışmalıydım. Her gerçeği kendi koşulları içinde değerlendirmeli, her “taraf” a eşit mesafede durmayı öğrenmeliydim. “Ben ne Türküm ne Rumum ne Ermeniyim….” diyen Mevlanayı sözde değil özde anlamak böyle bir şey olmalıydı… Hatta Nietzsche’nin “İyi ve Kötünün Ötesinde” söylemi, Hayao Miyazaki Usta’nın iki kutuba da BİR bakan bilge animeleri, “gül de diken de birdir bize” dizeleri hepsi birden başımda uçuşan çiçekten bir taca dönüştü ve ben kendimi beşik gibi sallanan otobüsün kucağında şifalı bir uykuya bıraktım…

Uyandığımda kalbimi yokladım; hafif bir kırgınlığı hala taşımasına karşın epey bir hafiflemişti. Bu şifalı uykuya ve otobüse teşekkür ederek vardığımız Güney kasabası terminalinde indim. Çantalarımı omuzlayıp bu küçük terminali gözden geçirdim, bir kahve içmek istiyordum. En uçtaki kafenin adı “Nar” idi. Hoş bir çağrışım yaptığı için oraya yöneldim.

Bir kahve söyledim güleryüzlü garsona. Yükleri sırtlandığımdan farklı bir coğrafyada olmak iyi gelmişti. Ama yine de kalbimin sandukaları hala ağır bir yükün parçalarını taşıyordu. Yan masamda oturan genç çift uzun süre menüyü gözden geçirdikten sonra garsona bir çırpıda “Bize bir Adana bir Urfa” deyiverdiler!  Bir anda kolayca söyleniveren bu cümle bana öyle tuhaf ve ağır geldi ki! Akşamüzeri bir saatte sevgilinle buluşup adı “NAR” olan bir cafede böyle ağır bir et yemeği yeme fikri çok tuhafıma gitti! Uzun süredir doğru dürüst kırmızı et yemeyen biri olduğumdan herhalde böyle karşıladım diye kendimi “yargılamada bulunduğum için” biraz da kınayarak genç çifte tarafsız bir bakış attım.

İkisi de sıkıntılı, renksiz göründü gözüme. Sert birşeyler vardı bakışlarında… Çok et tüketenlerde sık rastladığı birşeyler… “İnsanlar çok et yememeli öfkeden, hırstan kurtulmak istiyorlarsa” diye geçirdim aklıma ve bir anda yine gözümün önüne gemiyi basan ve onlara karşı çıkan öfkeli kalabalık geliverdi! Dayanamayıp benimle ilgilenen garsona yeni bir haber olup olmadığını sordum.

Bildiğim detaylardan bahsetti. “Akşam haberlerinden topluca öğreniriz artık” derken yüzüne tuhaf bir gülümseme yayıldı. Müşteriye gösterilen nezaket gülümsemesiydi bu muhtemelen ama bana bir yandan da adamın bu işi benim kadar ciddiye almadığını da gösteriyordu. “Belki de ben çok abartıyorum” diye geçirdim içimden.. Ama elimde değildi…

Sonra eşim geldi… Onu görmek bir ferah esinti daha estirdi kalbimin kırgın dağlarına. Sarıldım, arabasına bindim. Hiç bahsetmemeyi ummuşken ilk sözümüz olaylardan açıldı… Dökülüverdim… Düşündüğüm bütün boyutlarıyla eleştirisini yaptım olayın. O her  zamanki sağduyulu tavrıyla beni dinleyip yanıtladı. Artık “insanların hepsi iyidir, herşey her zaman iyiye gider” bakışından sıyrılmam gerektiğini söyledi.

Aslında haklıydı, Adım Pollyanna’ya çıkmıştı. İyi ve kötü dengesini kurup herşeyi kabul etmeyi ve eşit mesafede durmayı öğrenmem gerekiyordu. “İyi ve Kötünün Ötesinde” demişti Nietzsche.. 17 yaşındaydım o kitabıyla karşılaştığımda. 17 yaşımın tüm toyluğuyla ve yıllarca kütüphanemde karşılaştığımda bu başlığa bakıp düşünmüştüm “acaba ötesinde ne var?”

29 yaşımdaydım Mevlana’nın “iyi ve kötüsünün ötesinde bir yer var, sizinle orada buluşacağım” sözünü İngilizcesinden duyduğumda…

Beni tekneye getirdi. Denizin üstüne ayak basmak epey bir daha hafifletti. İnanamıyordum, ne çok yük bindirmiştim yumruğum kadar kabime! At, at birmiyordu yükler. Merve isimli o güzel kadın dememişmiydi “kalbini hafif tut” diye… Ne önemli bir uyarıydı, bir özetti adeta…

Kaptan eşim beni alıp gün batarken dünya güzeli bir koyda denizle buluşturdu. Suya girdiğimde attığım çığlığı duymazdan geldi eşim rahatlayayım diye… Koca bir acıyı bağıran çığlığı etrafımı çevreleyen dağlara çarptırıp yumuşak biçimde sakin sulara döktü koy… Epey bir arındığımı hissediyordum bota geri çıktığımda.. Üzüntüden, kırgınlıktan, kızgınlıktan arınmış…

O gece sığındığım limanın kollarında sakince uyudum.

merdivenli2Sabah uyandığımda sakinlemiştim. Deniz koynunda uyuturken temizlemişti beni; tuzlu suya bütün negatif yükünü bırakmış bir doğal taş gibiydim. Gazete ve internetten uzak durma kararı verdiğimi sanırken bu fikrin de rahatsızlık yarattığı hissiyle eşimin teknedeki bilgisayarını açtım.

Gazetelere göz attım. Nefret çığlıklarını manşetlere taşıyanlar da vardı, oldukça sağduyulu ve sakin yaklaşımda bulunanlar da. Yabancı basın manşetlerine göz attım. Onlarda da benzer bir durum söz konusuydu. Sonra “bizimkiler”e baktım. Facebook alemine… Orada da bir kaç ayrı dalga yükselip yandaşlar bulup gidiyordu. Listemde pek olmasa da üyesi olduğumuz ortak gruplardan yorumlarını görebildiğim kimileri

İnanılmaz nefret, kin içeren cümleler kusuyordu… Listemde çoğunlukta olan “spiritüel” dostlar ise bambaşka bir yol benimsemişti: Sevgi enerjisini yaymaya devam ederek dünyayı saran bu öfke ve nefret enerjisini dengelemek… Yine hiçbirşey yazmayarak çıktım paylaşım sitesinden.

Kendimi güneşin kollarına bıraktım. Kulağıma yine “shuffle” müziğimi takarak. Sakin melodiler eşlik etti güneşlenmeme. Sonra yine denize çıktık. Bota uzandım, gözlerimi kapattım. Kapalı gözlerimin altına yine üşüştü düşünceler.  İnsanların tatile çıkarken önce kafa yüklerini bırakmaları gerektiğini iyice anladım. Nereye kaçsan kendini de yanında götürüyordun…

Kaptan’ın “gözlerini aç da şu güzelliklere bak” demesi yine beni kalben duymuş olmasına işaretti. Gözlerimi açtım, doğa tüm sakinliğiyle karşımdaydı. Dağlar hiçbirşeyden etkilenmemiş sakin ve vakarlı yükseliyordu, güneş hiçbirşeyden etkilenmemiş ışıl ışıl gülümsüyordu, deniz hiçbirşeyden etkilenmemiş pırıl pırıl uzanıyordu…

Hepsi “iyi ve kötünün ötesinde” duruyordu.

Bu his kalbime girer girmez büyük bir ferahlamayı da beraberinde getirdi. Dünden beri ilk kez yeniden gülümsüyordum. Ben gülümsedikçe doğa da bana gülümsüyordu, o gülümsedikçe benim kalbim hafifliyordu. Sonra birden kalbime bir his daha düştü “gün batana kadar üç hediye alacaksın, bunlar seni yeniden gülümsetmek için”…

Birazdan eşim bizi bir koya getirdi. “Merdivenli koy buranın adı” dedi. “Neden merdivenli?” dediğimde bilmediğini söyledi… Derken tam karşımda duran antik mağaraya çıkan yıpranmış merdivenleri gördüm. “İşte bu yüzden merdivenli” dedim. Eşim yıllardır avucunun içi gibi bildiği bu koylarda ilk kez merdivenleri farkediyordu… Hiç düşünmeden suya atladım ve yüzerek kıyıya çıktım.

Bakir sahilden yürüyüp merdivenlerin yanına vardım. Çıkmaya başladım yüzyıllardır yıpranmış merdivenleri. Eşim dikkat etmemi söyledi. Bense sadece güveniyordum. Birazdan mağaranın içindeydim . Biraz duraklayıp kalbimi dinledim, “devam et” dedi. Yeniden benimle konuşmaya başlamasının da verdiği güçle Besmele çekip içeriye adımımı attım.

merdivenli2Aman Allahım…. Allahım… Adını yeniden bu huşu ve güvenle anmak ne güzel! Kırgınlıkların ağırlığından kurtulup hafif kalbimle adını anmak ne güzel…  Mağara ufaktı, zemini kum, duvarları kaya… Kaya oyuğu tepede üçgen bir kubbe yapı yükseliyordu. İçinde örümcek ağlarından başka yaşam belirtisi yoktu. ama çok dingin ve çok canlı bir ruh belirtisi vardı. Bir oyuktan aşağı baktım eşim merakla bana bakıyordu, beni gülümser görünce rahatladı.

Tekrar içeri dönüp bir kayaya başımı dayayıp ağlamaya başladım. Allah’ım güzel Muhammedinin mağarası da buna benziyor muydu?”…

Selamlarımı verdikten sonra bu huşu mağarasından indim. Suya girip bota geri çıktığımda öncekinden  bambaşka bir ruh halindeydim. “Bu birinci hediyemdi” dedim içimden. Eşimle “merdivenli koy”dan uzaklaştık…

Teknede gözleme yapan teyze ve ailesinin ayna kıç gezi teknesine konuk olup ev yapımı ayranlarını içerken tekneye şimşek gibi giren gençten bir adam “Şükür” diye bağırıverdi… Şaşkınlıkla kafamı kaldırdım sakince oturduğum köşeden. Diğer köşede oturan yaşça daha büyük görünen hafif kilolu ve açık renk saçlı adam müstehzi bir ifadeyle “ne şükürü” gibi birşeyler söyledi.. Nedense o adamın güvensiz çıkan sesi buğulu sisler ardından geliyor gibi net duyamıyordum.. Şükür eden genç ise çok netti.

“NE VAR, Şükür tabii”, diye gürledi. “Bir tek ihtiyarlar mı şükreder? Ben hep ederim. Her an, her sabah kalktığında da ilk sözün Şükür olmalı”. Köşedeki kilolu ve duyulmayan adam yine tam duyamadığım ama “niyeymiş o” diye tahmin ettiğim birşeyler geveledi. “Niyesi mi var” dedi beriki yine gürleyerek. “Allah isterse sabah seni kaldırmayıverir yatağından. Şükredeceksin… Herşeye…” Eşimin gözlerini kaldırıp bana baktığını hissettim. Bu ikinci hediyemdi. “Herşeye… her gelene…. Şükür etmekten vazgeçme”

Dönüşe geçtik. Hiçbirşey söylemeden, sessizce bu hediyeyi onaylamıştık. Botta yeniden uzandım. Bu kez gülümsüyordum ve gözlerim açıktı. Gördüğüm herşeye ve en çok da “görmediğim” O’na şükrediyordum köpüklü dalgaların arasından süzülürken… Bu şükür selinin ortasında Kaptan birden gaz kesti ve bağırdı “Şunlara bak!” Heyecanla kalktım, hiçbirşey görmüyordum sakin denizden başka. “Yunuslar” dedi “Bizi takip ediyorlar”…

merdivenli3Sağıma soluma dönerek hızlıca aradım, görünürde yoktular… Biraz burukça eşime dönüp “ben göremedim bu senin hediyendi herhalde” dedim. Gözlerime baktı ve yeniden bağırdı “işte oradalar!” Başımı çevirmemle gördüğüm şeyden büyülenmem bir oldu… İki yunus senkronize ve çok sakin bir hareket hızıyla sudan yükselip tekrar dalıyorlardı. Hemen önlerinde bir tanesi de yol gösterir gibi gidiyordu. O da aynı dingin sakin hızla dalıp çıkıyordu. Bu kadar yakından hiç tanık olmadığım manzaradan dilim tutulmuştu. Nedense en çok hareketlerinin sakinliği beni şaşırtmıştı. Atlayan yunuslar düşününce, bunu  hep çok hızla yaptıklarını sanırmışım meğer. Bir süre bizi takip ettiler. Eşim ürkütmemek için epey yavaşlamıştı. Ben bu ahenkli hediyeye teşekkür edip ağlarken o tek yüzen birden yanımda bitmesin mi! Tam benim bottan denize sarktığım tarafta, elimi uzatsam okşayacağım mesafede.. Şükür gözyaşlarım sel olmuşken iki yanımızdan, sakin atlayışlarıyla geçip gittiler… Üç Yunus ve Binlerce Şükür…

Hediyelerimi almanın mutluluğu eski dingin ve huzurlu halime geri döndürmüştü beni. bu şekilde tekneye dönüp güzel bir duştan sonra uykuya daldım. Uyandığımda hala uyuyan eşimi kabinde bırakıp yukarı çıktım. Günlerin yorgunluğunu atan kaptan-ı deryayı uykusundan uyandırmamak için sessiz biçimde bilgisayarını alıp güverteye çıktım. Niyetim internete girmek ve hafif kalbimle olanaları yeniden gözden geçirmekti. Sonra teknenin internet şifresini bilmediğimi farkettim. Eşimi uyandırmayacaktım. Akışa teslim olacaktım. Böylece oturup bu yazıyı yazdım.

Şimdi gün battı ve kaptan mutfakta bize harika ve hafif bir akşam yemeği hazırlıyor. Ben yanımda bir bardak suyumla gıcırdayan halatların şarkıları eşliğinde güvertedeyim. İyi ve kötünün ötesindeki o yer’e acılı bir süreç de olsa bir katre daha yaklaşmış olma ihtimalimin huzurundayım. ve tabii Şükürdeyim. Sadece Güven ve Şükür…