Düşünmesi sebebiyle olmalı, ya da yazgısı yaratılıştan gelen, lakin insan “bir yere varmak” için doğmuştur. Bu varma, kimi insan için para kazanıp, trilyoner olmaktır, kimi için anne olmak… Kimi hayvan-sever olup hayvan haklarının en azılı savunuculuğunu hedefler, kimi olimpiyat şampiyonluğu için hayatının diğer tüm faaliyetlerinden vaz geçer ve ender insan için varma yeri derin maneviyattır…
Ama insan, illa ki bir hedefe tutunur!
Ve hedefe tutunmasının gücü ölçüsünde de, hayata tutunur…
Bu hedefin iyi veya kötü olması, insanın hedefe varma motivasyonu düşünüldüğünde, aslında hiçbir şeyi değiştirmez. Ve hatta en kötü hedef bile hedefsizliğin kaosundan daha iyidir!
Hayatınızda kötü diye adlandırdığınız zamanlara dönüp bir baktığınızda, karşınızda karasız, belirsiz anları bulacaksınız. Kaybolmuşluk hissine dolanan hedefsizlik zamanlarıdır bizi oradan buraya sürüklenen yapraklar gibi başı boş bırakan. Elimizi bile kıpırdatamaz olduğumuz zamanlar hedefimize ulaşamayacağımızı düşündüğümüz anlarımızdır ve öyle zamanlarda hayatın başımıza çöktüğünü, her şeyin ters gittiğini, kadersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi, beceriksiz olduğumuzu hissederiz. Çünkü hedefimiz bizden veya biz hedefimizden uzaklaşmışızdır… Biliriz, bir şeyler bulanıklaşmaya başlamıştır, ayağımız artık çokta sağlam basmaz yere… Adım atmak elzemdir de, hangi yöne?
İşte eğer hata denilen bir şeyden bahsedebilseydik, hata tam da burada kendisini bir insan veya bir ideoloji olarak bize tanıtır. Birine aşık oluruz, birine hayranlık duyarız, birilerinin hedefine asılmaya çalışırız, birinin hayatına asalak olmayı deneriz, birinin ideolojisi kendi ideolojimiz oluverir… Bilerek değil, sadece uçan bir yaprak misali zeminsizken, sağlammış gibi duran herhangi ağaçta hayatımızı devam ettirmeye çalışırız. İçgüdüseldir her şey! Bu durum bazen o kadar vahim hale gelir ki, aşık olduğumuzu sandığımız kişiye bağımlı oluruz ve hatta saplantı haline getirebiliriz. Peşinden sürüklendiğimiz ideoloji bizi uğrunda ölmeye kadar sürükleyebilir veya başkasının canına kast etmeye…
İnsanın varma güdüsüyle doğmuş olduğunu anlamak çok önemlidir. Çünkü bu özellikle ana-babalara ve öğretmenlere çok önemli sorumluluklar yükler. Ana-baba çocuğuna en baştan, karakterine ve yeteneklerine uygun ufak ufak görevler verip, onu ödüllendirdikçe, çocuk özgüvenli olur ve kendisinin farkına vararak, kendi için hedefler koyabilme yeteneği kazanır. Ana-baba çocuğa her şeyi dikte ederse, çocuk kendi hedeflerini değil, ana-babanın hedeflerini yaşar hale gelir. Kimi ana-baba kendi yaşanmamışlıklarını, kimi kendince doğru olanı, kimi ise toplumun, ya da genel deyimle, başkalarının doğrularını çocuğuna hedefletir. Koçluk yaptığım süreçlerde sürekli karşıma bu “kendi olmama” durumu çıkar: Ana-baba o kadar çocuk için karar vermiştir ki, genç adam/kadın artık kendi için karar veremez haldedir. Toplum baskısı o denli yüksektir ki, örneğin, aşk denilen duygular bütünü olması gerektiği gibi yaşanamaz. Saygı kavramı içine koyulan eylemler bütünü o kadar fazladır ki, insan kendi kendinin zindanını yaratır.
Bu durum çok hüzünlüdür gerçekten… Çünkü bir insan için en vahim durum ve en acı zaman, günün birinde hedefinin başkaları tarafından belirlendiğini fark edip, o güne kadar ki hayatının aslında hiçbir zaman kendisinin olmadığını anladığı andır. Buna kimileri kırk yaş sendromu da der… Her zaman kırk sene beklemez lakin bu farkındalık ve kanımca, aklın kalbe dokunması da denilebilecek bu durum, giderek hız kazanarak daha erken yaşlarda deneyimlenmektedir.
Bu aslında kutlanılası bir dönüşüm zamanıdır! Çünkü başkaları için yaşanmış, başkalarının hedefleri için harcanılmış bir hayattan daha anlamsız [merdiven] hiçbir şey yoktur bu dünyada. O sebeple, kaç yaşında olursa olsun insan, dönüşüm kapısını çaldığında, korku ve kaygılarını bir kenara koyarak, mutlu olmalıdır…
O halde içinizden yeniden üniversiteye dönmek mi geliyor, yaşınıza aldırmayın. Herhangi sanatla mı uğraşmak istiyorsunuz, yapamazsın telkinlerini dinlemeyin. Hayatınız, tabiri caizse, saçınızı başkalarına süpürge etmekle mi geçmiş, kesiverin gitsin bağınızı… Sizi engelleyen ne varsa, sizi siz olmaktan alıkoyan, içinizde boşluk yaratan, kalbinize sormaya cesaret edemediğiniz her ne eylem veya his varsa… Konuşun onunla, Kalb’iniz size ışık olsun, aklınız da Yol’unuzu belirlesin…
Çünkü insanı her durumda ayakta tutan, sadece ve sadece kendi hedefleri ve onlara ulaşma umudu ile başarının sonunda elde ettiği hazdır! Büyük veya küçük, önemli veya önemsiz, anlamlı veya anlamsız; her ne olursa olsun, insanın hayatı boyunca kendi başarısını yazmasından daha önemli hiçbir şey yoktur.
Hazır yıl sonu da yaklaşıyorken, bu hafta kendi kendinize vakit ayırın. önümüzdeki yıl neler yapmak istersiniz, neler ertelediniz bugüne kadar ve neleri daha fazla bekletmek istemiyorsunuz, lütfen bir soruverin kendinize… Gelecek yıl, sizin için ne anlam ifade edecek? Yapraklar gibi salınacak ve kaderin sillesi diyerek bir yerlere mi getirilmeyi dileyeceksiniz, yoksa ayaklarınız sapasağlam ve isteklerinizin tam farkında olarak, kendi hedefleriniz için mi ilerleyeceksiniz? Sonuçta öyle ya da böyle, kum saatinin kumları gibi elinizden akıp giden sizin hayatınız. Kararınızı verirken, iki kez düşünerek verin!