Ne zaman “bizim zamanımızda şunlar vardı şunlar yoktu” şeklinde bir yazı yazsam, kesinlikle bir arkadaşım arar ve beni eziklikle suçlar. Yazdıklarımın eziklikle filan alakası olmadığını anlatmaya çalışmam imkansızdır. Ama bu gibi zamanlarda hep “kartopu teorisini “ düşünür ve biraz rahatlarım.
Aslında çok şanslı bir kuşaktan olduğuma inanıyorum ama her kuşağın yaşadığı şanssızlıklar da yine en fazla biz 70-75 arası doğanların başına gelmiştir herhalde . Niye böyle bir giriş yaptım diye soracak olursanız, “İnsan olmak” deyince aklıma yine eski zamanlar geldi de o yüzden .

Benim gibi 74’lülerin ortak çilelerinden biri, kime sorarsanız sorun, bizim zamanımızda en kötü yaşın 13-17 arası olmasıydı, çünkü o zamanlarda kızlar saçlarını yandan 2 bukle şeklinde bağlamaz, pikaçu tokaları takmaz ve küçük kolejli kız etekleri giymezdi. Bizim zamanımızın modası “büyük olmak”tı.
Nasıl bir şeydi büyük olmak?
Fazla konuşmayan, ölü köpek bakışına sahip sessiz ve esrarengiz tiplerdi büyükler. Cem Yılmaz o devirlerde piyasaya çıksa eminim iş yapamazdı. Bir “temiz serseri” imajı hakimdi. James Dean gibi olmak lazımdı. Yani kot yırtık olacak ama asla kokmayacaksın, sakalın kısa olacak dişlerin pırıl pırıl olacak. Az konuşman ve mistik olman gerekirdi. O yüzden bara girdiğinde bir ölüm sessizliği hüküm sürerdi. İçeri giren bir bara oturduğunda bira isterken konuşur bir de hesabı çıkarken konuşurdu. Millet nasıl anlaşırdı, nasıl arkadaşlık kurardı, o hala açıklanmayan büyük bir gizemdir.
Büyük olacaksın ya , çizgi roman filan yasaktı. Çizgi romanı herkes okurdu aslında ama arkadaş çevresinde bunu kimse itiraf edemezdi, etmezdi de zaten.
Yaşıtımız olan kızlar, bizim ağabeylerimize bakarlar ve bize burun kıvırarak “büyü artık, büyük adam ol” derlerdi. Zaten tabiat ananın kıllığı sayesinde bizden evvel boy atarlardı, bize tepeden bakarlardı, biz de sinirle büyümeye, büyük adam olmaya çalışırdık.
Sonra zaman geçti , bizde serpildik, büyüdük. Çoğumuz şehir dışında üniversiteleri kazandık.
Bu seferde babamız bizi karşımıza aldı ve “adam” olmamız gerektiğini söyledi.
Nasıl bir şeydi peki “adam” olmak ?
Dersler çalışılacaktı, okul 4 senede bitecekti. Kız arkadaş, eğer çok gerekliyse olabilirdi. Ama asla Nebahat Teyze’nin oğlu gibi küpeli veya uzun saçlı gelinmeyecekti. Kadıncağız mahalleye adım atamıyordu onun yüzünden. Aman ha… Bu arada en aşağı ayda bir eve gelinecek, rapor verilecekti. Gurbete giderken reçel, tarhana makarna götürülecek, gurbetten dönerken ise kirli çamaşırlarla ve temiz notlarla gelinecekti.
Şehir dışına çıkıp ta üniversiteye kapak atınca ise “adam” olmanın gerçek anlamını bir ay içinde öğrenirdik.
Sıfır kız ve ineklemek.
Adam olamayacağız. Kendi istediğimizi zaten olamayacağız. O zaman mecburen biz de tiyatrocu olurduk..
Tiyatrocu olmak basitti. Bir üniversite kimliğin olacaktı, bir de aile kimliğin. Aile kimliği, ailenin yanına gittiğinde büründüğün kimlikti. Yani adam olmak.O problem değildi.
Esas sorun üniversite kimliğiydi. Yani üniversitede tanındığın kimlik.

Üniversite kimlikleri genelde bölümlere, veya senin yakın bulduğun çevreye göre değişiyordu. Ve basit bir şey değildi. Sadece sağcı, solcu, metalci, dinci, nihilist vs.. olmakla iş bitmiyordu. Bunlarda kendi aralarında dallara ayrılıyordu.
Metalcilikten örnek vereyim:
Şu an herhangi bir öğrenci 2-3 grup dinleyerek rockçu olduğunu iddia edebilir. Ama 80 sonları 90 başlarında en aşağı 10 grup ezbere bilinirdi ve bu adamların elemanlarından solo albumlerine kadar her şeyini bilmek gerekirdi ve maalesef bu gruplarda sürekli kendi içlerinde çatışmalar yüzünden bizi sersem ederlerdi. Bir ortama giderdin, “Ben Metalciyim, Anthrax” dinliyorum derdin, birisi ordan çıkıp “Anthrax son albümünde rap yaptı oğlum ne biçim metalcisin” dedi mi bütün karizma sıfıra inerdi.
Siyasal kimlikte de aynı şey geçerliydi. Solcu dedin mi Profesör Kıvılcım’ın ekolünü takip edenlerden Marksistlere kadar bir sürü değişik solcu bulunurdu. Apolitik demek en kesin çözümdü. Ama o zamanda iki imaj arasında seçim yapmak zorunda kalırdın. Ya “ben anlamam bilader” deyip “aptal” imajına katlanırdın ya da “ben çok okudum çok gördüm bu ülkede bir şey olmaz” deyip “bilinçli” imajını gururla sergilerdin. Tabii bu seferde sürekli sorguya çekilirdin…
Az çok çekilen kimlik sıkıntısını anlatabildim herhalde.
Bu ikilemler içersinde bir şey olmaya çalışarak büyüdük, sonunda mezun olduk . Ama dertlerimiz bitmedi maalesef .
Hemen iş bulduk ve bekar birisi olarak bir mahallede ev tuttuğumuzu farz edelim. Öyle ya ömrümüzün sonuna kadar ailenle yaşayamazsın ya. Alimallah bu sefer de “süt kuzusu” hatta daha da kötüsü “gay” imajı yeme tehlikesi var.
Neyse, evi tuttuk, bir kaç kez işe gittik geldik diyelim. Bu sefer de giderken hem mahallenin “pencere kızı Mahmure” stili koca popolu klasik Türk kızlarının ilgisinin çekeriz ve de onlara bakıp duran mahallenin “kurtlar vadisi” delikanlılarınınkini.
Aradan bir hafta geçmeden bu “deli yürekler“ tarafından dostça bir uyarı alınır: “Akıllı ol”.
Akıllı olmak nedir, işe usluca git gel, sağa sola bakma, ortalarda dolanma ve sakın eve kız atma, ne olur yoksa mahallenin namusu? Ayıp, ayıp.
Bitmez kardeşim bu çileler… Evlenirsen “koca olmak” kavramı gelir, çocuk yaparsın “baba ol” kavramı yüklenir.
Eminim öldüğümüzde de “ölü olmak” kavramı vardır. Şöyle yatma, soluna dönme, fazla mezarlık bekçisiyle konuşma vs…
Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de “insan olmak” bu ayın konusu.
Sevgili editörümüz Hasan’ın da sert uyarısı var , konuyu düzgün anlat diye… Ne yaparsın, emir yüksek yerden, yoksa ben bu ay meşhur porno yıldızı John “Long “ Holmes‘dan bahsedecektim. Neyse, gelecek ay artık.
Yine iyi aslında bu “insan olma “kavramı, çünkü bu üstümüze belli kalıplarla oturtulan ve herkesin uyma zorunluluğu olan bir olgu değil. Ama diğerleri gibi yüzeysel olarak geçiştirilemeyecek kadar da derin bir mevzu.
Hadi canım dediğinizi duyar gibiyim. Basit gibi gözüküyor değil mi?
Peki nasıl insan olunur? Mesela sevgiyle yaklaşalım, çocukları sevelim, insanları sevelim, o zaman iyi bir insan oluruz
Peki ya yoldaki tinercileri? Ya da kapkaççıları?
Onları da mı seveceğiz ?
Eğer gerçekten insan olacaksan onlar için bir şey yapman lazım. Mesela onları eğitim yuvalarına götürüp eğiteceksin değil mi? Ama oraya girenlerin sadece %90 i sokağa geri dönüyor. İstatiksel olarak kanıtlandı bu. O zaman sokağa dönenlere iş vereceksin, eğiteceksin. Peki o çocuk zaten eğitilmek istese kaçar mıydı? Hadi bu rahatsız edici soruları geçelim, daha basit sorulara gelelim. Çocuk sokak satıcısı olursa ondan boncuk alır mısın almaz mısın? Alırsan çocuğu sokakta kalmaya ikna etmiş olacaksın. Ama almazsan da akşamki kazancı az olacağından abisinden dayak yiyecek. Hadi sen almama kararını verdin, peki ya senin arkandaki? O alır mı almaz mı? Hangisini yaparsan insanlık olur? Fazla duygusal mı geldi ?
O zaman duygusallığı bırakıp mantıklı düşünelim. Ama işte o zaman da aşırı radikal çözümler dışında pek çözüm yok gibi geliyor. Hitler’in bir zamanlar “devletin yararı için” diyerek Yahudileri yakmasının mantıklı bir sebebe oturtulması gibi. Zaten her kötülüğün arkasında bir mantık yatmaz mı?
Hem duygu hem mantık beraber yürümeli o zaman. Hem tüm insanlığın yararları hem de dengeyi bularak hareket etmek lazım. Yani tam bir satranç oyunu gibi düşünmek lazım ve sürekli attığın adımın arkasındaki adımlara bakman lazım ve attığın adımlarda kimseyi ezmemeye özen göstereceksin. Ama o zaman da aklımıza şu soru geliyor. Daha dar bir çerçeveye göre mi düşüneceğiz yada daha evrensel mi? Sadece bir konuda bir bireyin üstüne mi yoğunlaşacağız, ya da her şeyi mi toptan ele alacağız? Bunları alırken başka şeyleri yok edeceğiz yada ezeceğiz, peki bunları yapmanın “insanlık” olduğu ya da olmadığına kim karar verecek?
Yoruldunuz mu?
O yüzden size önereceğim çözüm şu: Yazının başında “kartopu teorisinden“ bahsettim. Nedir kartopu teorisi? Dünya bir milyon yıl sonra büyük bir kartopu olacak, o yüzden boşver gitsin.
İşte çözüm.
Git, varını yoğunu sat. Sonra da tüm paranı dolara çevirip Kalifornia’ya uç. Hemen bir tane de karavan satın al. Çek abi karavanı sahil kenarına, sabahtan öğlene kadar döner yapıp para kazan, öğleden akşama kadar da sörf yap, güzel kızlarla takıl. Akşam da bira içerek hamağına kurul ve kumsalda yat.
İşte gerçek hayat bu.
Kim sallar insanlığı…

Tunç Pekmen