Sana, beni görmen için rehberler verdim.

Sana, beni duyman için sözlerimi onlara emanet ettim.

Sana, kendini gerçekleştirebill diye can verdim.

Sana, bir ‘ben’ verdim. Nefisle nefes arasında bir yol verdim..

Sana, rehberinden azlık ya da çokluk değil tamlık verdim.” Dedi…

İnsan insana üstün kılınmazken, zamansız bir alemde yarattığı zaman alegorisi ile devinirken yaşamın aslında ölümcül değil ne kadar yaşanılası olduğunu hep pas geçiyoruz. Evet milyonlarca yıldan bu yana olduğu gibi öleceğiz. Ölüm tadılacak. Ya yaşam? Kaçımız hakkını vererek bir ömrü yaşayacağız?

Bazılarımız var ki içimizde bir kapının anahtarını kilide sokup kapıyı ona açsak da bir kapıdan girmeyi bilmez. Bazılarımız ise kilidi dokunmadan açar, hatta kapıyı açmadan arkasındakini bilir. Biri diğerinin varlığından rahatsız olsa da varlıkları bir bütünün içinedir. Yaşamak sadece beş duyu ile sınırlı değilken.. Kimimiz nefes alamayız, kimimiz tam duyamayız. Tüm bunları yapıp bir de farklı duyularla çalışanlar da vardır aramızda. Ne büyük işkencedir onlara en güvendiklerinin yalanlarını duymak bilir misiniz? Ne büyük acıdır en sevdiğinin belki de öleceğini hissedip onun gerçekleşmesi, ne büyük doyumdur onlar için aşk’ın bambaşka işlemesi, sıcak ve soğuk algısının ellerinden kalplerine başka işlemesi, kalabalıklardaki tüm seslerde katlanılamayacak bir desibelde duruyormuş gibi başlarına ağrılar girmesi, öfkeden delirse de her şey normalmiş gibi yanlarında olan kişinin elektriğini almaları ve onu kıpkırmızı görmeleri.. Her şeyi hissedip hiç bir şey yokmuş gibi davranabilmeleri.

Bazılarımız empattır, bazılarımız psişik, telekinezik, bazılarımız rehber, bazılarımız şifacı. Bazılarımız ise hepsi.. Ama hiç birimiz sıradan değilizdir insansoğlu ve mümkünse de zaten sıradan olmamalı insanoğlu..

Çocukluğum kafamdaki sesleri ve karnımdaki ağrıyı anlamakla geçti Karşımdaki konuşmadığı halde içinden geçenler benim içimden bir tren gibi başında dumanlarla çufçuflayarak, raylara vuran demirin gürültüsüyle geçiyordu. Her gerilim mideme mideme yumruklar atıyordu ve ben o sessizce konuşanları konuşturmaya çalıştığımda dünyanın en olgun-en zeki çocuğu oluyordum ki bu zeka değildi.. Bana aynalanan ve içimde bastırıp bastırıp bakın ben de ne kadar sıradan biriyim ip atlıyorum, kör ebe oynayabiliyorum dedikçe rüyalarım bana bilgi vermeye başladı. Neyin bitip neyin başlayacağına karar veremeyeceğimi anlamıştım. Görmemeyi tercih ettiğim on yıllarım var.. İşte böyle başladı yolculuk. Kendime karşı kendimle ve kendime doğru. Bıraktığım ben, vazgeçtiğim ben, itelediğim ben ile.. Sen empat değilsin. Sen şifacı değilsin. Bunlara bulaşmalarla devam etti. Sen zihninin kurgularına yeniksin diyenlerle. Ya da sen her şeyimi nasıl okursun, sen bunu nası görürsün, sen bunu nereden bileceksin ki diyenlerle..

Sonra gönlümün hocası sus dedi. Sustukça duymaya başladım. Kendimi kabul etmeye tüm zaaflarım, tüm yenilgilerim, tüm kıskançlıklarım, tüm saçma sapan sorgulamalarımla.

Anladığım;

İçinde varsa asla kaçamayacağın..

Anladığım;

Hiç bir şey dahi yapmasan sana verdiği içindeki canın bir başkasına nasıl can olduğunu, hayatta kalması gerekene yaşam enerjisini hatırlatabileceği. Birine ağır birine iyi gelebileceğin gerçeği. Dünyayı kurtarmak isteyeceğin ama acziyetini göreceğin anlar… Hiç bir titri benimsemeyeceğin günler. Beni de böyle yaratmış diyeceğin belki de.. Hiç olacağın belkide. Birinin hayatında değil varlığında hiç olacağın.

O senden üstün değil!!!” dedi.

Sen de ondan değilsin!!!”

Kim olduğunu bir görsen, ne kadar değerli olduğunu, bir yarımın değil bir bütünün olduğunu. Uyanmak için sarsıntılar, depremler, kötü süprizler bekleme. Sadece uyan.. İçinde varsa.. ki var teslim ol. Çünkü gayet iyi biliyorsunki teslim olmak için teslim almayı da bilmek gerek. Almak için vermek, vermek için almak gerek. “

Anladıklarımı soruyorsan şimdi bana…

Bıraktıklarıma bak…

Duygu Sayılgangil