İnsanı diğer canlılardan ayıran üç önemli özellik var. Düşünme, düşündüğünü yaratma isteği ve bunu madde dünyasında gerçekleştirebilme becerisi. Sanıyorum Ademoğlu’na “kendini dünyanın tartışmasız efendisi” zannettiren de bu yetenekler.
Dünyada insan yaşamı nasıl başladı? Bu sorunun yanıtını henüz kimse veremiyor. Ancak elimizde var olan belge ve bulgulara dayanarak bir çeşit medeniyet dediğimiz şeyin gelişimi ile ilgili kronolojik sıralamadan söz edebiliyoruz. Tarihsel kronolojiden söz etmeyi başkalarına bırakıp, kendi kurguladığım bir hikaye ile bu “tartışmasız efendiye” bir bakmak istiyorum.
Karnını doyurmak için ilk olarak toprakta yetişen sebze ve meyveyi yiyen insanoğlu, her nasılsa bir gün kendi çocuğuna saldıran bir hayvanla mücadele etmek zorunda kaldı. Yerden kaldırdığı ağır taşı, o hayvanın üstüne doğru sallayıp fırlattı. Hayvan korkup acı içinde geriledi. Adam yerden bir taş daha aldı, hırs ve korkuyla tekrar salladı. İyice canı yanan hayvan daha da saldırganlaştı. İlk avı olan çocuğu bıraktı, kendisine saldırma cesareti gösteren adama doğru bir hamle yaptı. Adamın korkusu büyüdü, bütün bedenini sardı. Daha önce hiç duyumsamadığı bir duygu fırtınası içinde buldu kendisini. Yerden kaldırıp fırlatabileceği en iri taşı aldı. Bu güçlü korku duygusunun kendisine sağladığı yeni ve daha önce hiç tanımadığı büyük bir güçle ileriye doğru fırlattı. Fazla düşünmemişti bunu yaparken. Sadece var olmayı sürdürmenin yolu bu vahşi hayvandan kurtulmaktı. Var olmak için atmıştı bütün taşları. Bir taş daha attı. Hayvan yine biraz durakladı. Çok canı yanmıştı. Kısa bir aradan sonra, can havliyle adama doğru yeni bir hamle yaptı. Belki de artık açlıktan değil, korkudan saldırıyordu…
Adam hayvana doğru yeni bir taş attı, ayaklarıyla geri geri giderken. Bu arada yerde yatan küçük çocuk da toparlanıp ayağa kalkmıştı. Babasına baktı. Onun tek örnek modeli olan babasını taklit etmesi gerekiyordu. O da yerden bir taş aldı. Keyifle ileriye, can havliyle daha da saldırganlaşan hayvana doğru fırlattı. Sonunda taşlardan iri ve ağır olan bir tanesi hayvanın öyle bir yerine isabet etti ki, hayvan geriye doğru düşüp canhıraş sesler çıkararak canını teslim etti. Baba/oğul pek keyiflendiler. Ne de olsa bu kadar güçlü bir hayvanla ilk kez dövüşmüş ve onu öldürmeyi başarmışlardı. Babası oğluna, “o sana saldırmasaydı, ben onu öldürmeyi aklıma bile getirmezdim” demedi. Zafer kazanmışlığın sarhoşluğuyla oğluna sarıldı “gördün mü biz ondan bile güçlüyüz, bundan sonra onlardan korkmamıza gerek yok” dedi.
Bu ilk taş, belki de insanoğlunun tüm yaşamını değiştiren ve cesaretini silahlarla sağlamasına sebep olan yeni bir yolun başlangıcı oldu. Onu oydu, sivriltti, keskinleştirdi ve derken bir gün, başka bir hayvanı “kendini korumak için” öldürdüğünde, zafer sarhoşluğu ve hırsla karışan duygularına hakim olamayıp, elindeki taş bıçakla onu parçaladı. İnsanoğlu savaşçılığı tanıdı.
İnsan, bu kadar uzun bir mücadeleden sonra karnı acıktı. Ortalıkta toplanıp yenebilecek bir meyve görünmüyordu. Diğer etobur hayvanları pek çok kez yemek yerken izlemişti. Belki o da bu etten yiyebilirdi. Ağzına küçük bir parça attı. Çiğnemek zordu. Üstelik tadı da yediği başka hiçbir şeye benzemiyordu. Zar zor çiğnedi ve sonunda yutmayı başardı. Bir lokma ve bir lokma daha… karnı doymuş, içine bir keyif duygusu dolmuştu. Kalan et parçalarından taşıyabileceği kadarını toplayıp evine doğru koşmaya başladı.
Yolda midesi bulandı. Bedeni hiç de alışık olmadığı bu yeni şeyi reddediyordu. Birden içi iyice karıştı, başı istemi dışında eğildi ve olduğu yere kustu. Böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamamıştı. Çok korktu. Olduğu yere çöktü ve sakinleşmeyi bekledi. Kendisini toparladıktan sonra, ganimetiyle birlikte evine döndü. Ev halkına bu deneyimi anlatırken yediği şeyin ne denli lezzetli olduğundan söz ediyordu. Kusma kısmından hiç söz etmedi. Eşinin ve çocuklarının gözünde “tuhaf varlık” olmak istemiyordu. Hepsinin et yemesini buyurdu. Yediler, kustular ve sonra yine yediler. Sonunda bünyeleri eti kabul edene dek, yiyip kusmayı sürdürdüler. İnsanoğlu “etoburluğu” tanıdı.
Soğukta üşüyen eşinin ısınmasını sağlamak isteyen savaşçı/avcı erkek, elinde kendi yarattığı ve avlanmada kolaylık sağlayan ok ve yayını alarak yola koyuldu. Gidip ormandaki en zararsız ve en tehlikesiz varlık olan geyiği öldürdü. Bunu defalarca yapmıştı. Onun için çok kolaydı. Bu zaman dek etinden yararlandıkları bu hayvana yaklaştı. Bu kez sadece etinden yararlanmayacaktı. Kürkünü üzerinden sıyırdı ve gururla eşine hediye etti. Etini de akşam yemeğinde yemeyi önerdi. Geyikten bunun için özür bile dilemedi. Artık eşi soğukta üşümeyecek, açlıktan kıvranmayacaktı. Ayrıca, kendisine ısınma ve yeterince doyma olanağını sağlayan eşi için daha da büyük bir sevgi besleyecekti.
Savaşçı/avcı arkadaş artık eşi tarafından daha çok sevilip sayılmanın yeni bir yolunu öğrenmişti. Çok mutlu oldu. Eşi kürkü sarındı ve ısındı. Erkeğine teşekkür etmek istedi. O güne dek hiç hazırlamadığı kadar güzel bir sofra hazırladı ona. Mağaranın önündeki yüksek taşın üzerine çevredeki ağaçlardan izin isteme gereği duymadan topladığı geniş yaprakları yaydı. Taş çok şenlenmişti. Daha önceden eşi tarafından içleri oyularak hazırlanmış tahta kapları, izin almadan toplanan ağaç yapraklarıyla renklendirilmiş taş sofraya yerleştirdi. Kapların içi, kendilerini yiyecek olarak bu aileye sunuyor olmalarına teşekkür edilmeden toplanmış yiyeceklerle ve -bu kez- kürkü için avlanmışken, etinden de yararlanılan geyiğin parçalarıyla doluydu.
Kadın eşini memnun etmekle o denli meşguldü ki, küçük bir ayrıntıyı, “bütünün bir parçası olan sevgili geyiğin onları ısıtmak ve doyurmak adına kendisini feda ederek verdiği hizmetten dolayı kutsanması gerektiğini” unutuverdi. Tabii, diğer sebze meyveyi de kutsamadı. O gece yemeklerini yediler, erkek eşini ısıtmanın, kadın eşini daha güzel bir sofrada ağırlamanın huzurunu taşıyordu. Mutlu oldular. Sabahleyin yine karın ağrısıyla uyandılar. Yemekleri nedense ağır gelmişti…
Aradan geçen birkaç gün içinde, aynı olay daha başka onlarca hanede yinelendi. Her erkek kendi eşini ısıtmanın iyi olacağına, her kadın da eşini daha önce denenmemiş bir yöntemle memnun edip, davranışını ne kadar takdir etmenin gerekli olduğuna inanmaya başladı. Aralarından birkaç çift hariç, hepsi, dünya nimetlerinden yararlanırken, o nimetlere teşekkür etmek gerektiğini unuttu. Giderek daha çok insan sabahları karın ağrısı veya çeşitli kalın bağırsak sorunlarıyla karşılaşıyor, yine de olana bir anlam vermeye çaba göstermiyorlardı.
Her şey böyle mi başladı? Bunu elbette bilmiyorum. Bu bir varsayım. Bu ya da buna benzeyen bir adım, insanlar arasındaki rekabetin başlangıç noktasını oluşturmuş olabilir pekala. Önemli olan nasıl başladığı değil, “birlik bilinci yerine, ayrılık bilincinde” yaşamanın bizleri nereye götürdüğü…
Bu tür “benim yaptığım daha özel ve daha güzel olmalı ki eşim daha mutlu olsun” yaklaşımı giderek o kadar çok yaygınlaştı ki, insanlar kendilerinin ne denli önemli ve değerli olduklarını anımsamak için, karşı taraftan bir takdir ve iltifat davranışı beklentisine girdiler. Her yapılan kısa sürede eskiyor ve yeni bir buluş gerektiriyordu. İnsan daha fazla sevgi almak ve daha çok takdir edilmek adına sürekli bir yenilik düşünmeye mecbur kaldı. Beğenilme ve sevilme arzusu, diğerinden daha alımlı, daha hoş, daha güzel görünme isteğini doğurdu. Sonunda, farklı gereksinmeleri karşılamakta kullanılan değiş tokuş yöntemi işe yaramaz oldu. Buğday, pirincin karşılığı olarak işe yarıyordu ama onlarca metre kumaştan yapılan süslü ve diğerlerinkinden daha farklı, daha özel bir giysi elde etmek, depolardaki buğdayın büyük bir bölümünü hibe etmeyi gerektiriyordu. Üstelik terzinin de buğdaya değil, domatese gereksinmesi vardı. Sonunda para icat oldu.
Daha iyi evler, daha güzel atlar, daha süslü elbiseler için, daha çok çalışmak, daha çok kaynak üretmek gerekiyordu. “Her şey eşim için” düşüncesi yavaş yavaş yerini “her şey topluca yükselmek için” düşüncesine bırakmaya başladı. İnsanların büyük bir bölümü, sadece eşi tarafından kendisine sunulan takdir ve iltifat davranışlarıyla tatmin olamıyor, kendisine verdiği değer azaldıkça, dışarıdan gelen beğenilme arzusu giderek artıyordu. Artık daha cesur, daha zengin, daha bilgili ve her hangi bir başka şeyin “dahası” olmak gerekiyordu. Hemen her insan mutsuzdu. Kimse bu mutsuzluğu dile getiremiyordu. Olmak istemedikleri tek şey kısacık “daha mutsuz” tümcesine sığıyordu.
Sonunda bir gün, bir tanesi yaptığı her şeyi “eşi ve kendisi değil, insanlık için” yaptığını söyledi. “Ben daha çok ………. üretiyorsam, bunu ailem için değil, tüm toplum için yapıyorum. Benim ürettiğim bu şey, sizlerin daha tok/mutlu/huzurlu, vs. olmasını sağlıyor” diyordu. İşin ilginç yanı, yanında karın tokluğuna çalışmakta olan onlarcası da bu söyleme hiç itiraz etmiyordu. Sonra bu söylem, neredeyse tüm toplum tarafından takdir gören ve teşvik edilen bir yaklaşım biçimine dönüştü. Böylesi bir yaklaşımın ahlak kurallarını giderek eriteceğini düşünmekten aciz binlercesinin arasında, bu durumu ayrımsayan ve ilk zamandan beri bu oyuna katılmayı reddeden birkaç birey dışında, çoluk çocuk toplumdaki her insan bu oyunun içindeki kör dövüşüne katılmaya gönüllü oldu. Her insan daha başarılı olmak söylemi altında saklı olan “daha çok sevilmek takdir edilmek” isteğini içten içe ayrımsıyorsa da kimse bunu dile getirmeye cesaret edemiyordu.
Toplumsal kaynaklar tükendikçe yeni kaynak arayışına giriliyor, gemiler balık avlamak yerine başka ve daha zenginlik sağlayıcı limanlar keşfetmek için kullanılıyordu. İlk olarak eşini ısıtmak için bir hayvanı, onun iznini almadan öldüren insanoğlu, şimdi, toplumda daha iyi bir yer kazanmak ve kendisine daha çok saygı satın almak için, henüz kendi ulaştığı “uygarlık!!!” seviyesine ulaşmamış insanları öldürüyor, esir alıp, köle gibi çalıştırıyordu.
İnsanlar bu dönemi de atlattıktan ve karınlarını da iyice doyurmaya başladıktan kısa bir zaman sonra, sömürülen topluluklar, kendilerine haksızlık edildiğini düşünecek zaman buldular. Yer yer küçük gruplar halinde “sömürüye hayır” yaklaşımları ortaya çıktı. Başkaldırı kısa zamanda toplumun tüm bireylerindeki özgürlük ateşini yaktı. Sömürenler birer birer sömürgeleri serbest bırakmaya başlamak zorunda kaldılar. Aslında artık onları serbest bırakmak çok fazla bir kayıp sayılmazdı. Sömürenler, diğerlerine modern yaşamın nimetlerini sağlamış olmanın kıvancıyla, mutlu, mesut yuvalarına çekilirlerken, sömürülenler arasına “ayrılık bilinci” neredeyse bir daha sarsılamaz bir biçimde yerleştirmiş olduklarının da farkındaydılar. Bu zavallı insancıkları uzaktan kumanda ile sömürmenin başka yollarını bulmak pek de zor olamayacaktı nasıl olsa… Sömürü düzenine devam etmek, ancak her insanı yapılanın doğru olduğuna inandırmakla olasılık kazanabilirdi. Yeni bir akımın başlamasının zamanı çoktan gelmişti.
“Her şey toplum için” tümcesi yerini “her şey insanlık için” söylemine bıraktı. Ne olduysa bundan sonra oldu. Ahlak kuralları neredeyse tamamen yok oldu. İnsanlığın topluca yükselmesi en önemli hedef halini aldı. Dünyayı bizlerle paylaşan tüm diğer varlıklar, “bütünün sadece insana hizmet etmek üzere var olan birer parçası” olarak algılanmaya başlandı. Çiçekleri istediği gibi toplayıp vazolara yerleştirmek, solmalarını bile beklemeden yerlerine yenilerini koymak, hayvanları büyük av partileri düzenleyerek telef etmek artık gündelik yaşamın birer olağan parçası haline geldiler.
İnsanoğlu değersizlik ve yetersizlik duygusunun içine kolayca itiliverdi. Kişinin değeri toplumdaki üretimiyle eş orantılı bir şeymiş gibi tanıtılmaya başlandı. Yerini çoktan kağıt paraya bırakmış olan kişiye özel altın miktarı bile, belli kesimlerin arasında yer tutmaya yetmemekteydi. Aristokrat olmayanlar, para ve güç aracılığıyla isim satın almak adına akla gelmedik oyunlara başvurdular. Hırsızlık, rüşvet, her türlü ayak oyunları, akla gelebilecek her yol mübahtı… yeter ki daha üst seviyede bir yer sahibi olunsundu. Aralarından bazıları, daha “yüksek” sınıflara katılmayı başardıysa da büyük çoğunluk toplumun dışında kaldı.
Her şey insan içindi… insan da insan için olmalıydı bu durumda. Başkalarını kişisel arzuları için kullanmak, yozlaşmış toplumda bir erdem olarak yükselmeye başladı. İnsan kullanmak, özellikle bunu kişisel çıkarına yarayacak biçimde yaparken, diğerinin ağzına da bir parmak bal çalıyorsan, en erdemli davranışlardan biri sayılabilirdi. Ne de olsa insan insan içindi ve o da aptal olmasaydı da sana bu fırsatı sağlamasaydı….
Her şey insan için aldatmacası kısa zamanda, neredeyse tüm gönülleri fetheden bir söylem haline geldi. İnsanlığı değil ama insanı yüceltmek ve ilerletmek adına atılan her adım, daha da önem kazanmaya başladı. Tüm sistem yeniden yapılandırılmaya başlandı. Yeni yasalar, yeni araştırmalar, yeni yaklaşımlar… adeta yeni bir yaşam biçimi yaratıldı. Fütursuzca kullanılan kaynakların hiç tükenmeyeceği sanılıyordu. “Aslolan insan hayatıdır, insanı korumak zorunluluktur” sözleriyle tüm diğer kaynakları soğuranlar, kimseye fark ettirmeden insanı da sömürmeye devam ettiler. Bir kesim insan, bu sömürü düzeninden o kadar rahatsız oldu ki, yeni bir sistemi devrimlerle yerleştirmeye çabaladı. Bu devrimler de yeni sömürü düzenlerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Daha akıllı toplumlarda ise, devrimler yerine daha yumuşak ve sadece belli bir kesime hizmet ettiği, daha zor ayrımsanan yollar denenmeye başlandı. İnsan, işçi, kadın, çocuk hakları söylemleri havada uçuşmaya, birbirlerini suçlamak, yararsız, değersiz göstermek, hatta öldürmek için yeni sebepler bulunmaya başlandı. Her yerde, çok çeşitli konularda hizmet etmeyi vaat eden sivil toplum kuruluşları yeşerdi.
Sendikalar işçi haklarını savunmak adına kendi bünyesinde bulunan kişilere “işçi sınıfı” demeye başladı. Sınıf ayrımını bizzat liderlerinin ağzıyla yaratan bu insanlar, daha iyiyi almak adına mücadele ettiklerine tartışmasız inandıkları bu liderleri o kadar takdir ettiler ki, sonunda “sendika mafyası” doğdu.
Hekimler “en önemli şey insan sağlıdır” dediler, modern araç gereçlerle yepyeni teşhis yöntemleri geliştirdiler. Kimse, “en iyisini yapmış olsaydınız, şimdi daha iyisini araştırmak zorunda olmazdınız” demediği için, her geçen gün yeni bir teşhis aracı ortaya çıktı. İnsan sağlığı en değerli ve en önemli şey olduğuna göre, en çok parayı da bu alana aktarmak gerekliydi. Eczacılık da bu işin tedavi kısmını oluşturuyor olduğuna göre, bu pastadan onlara da pay düşmeliydi. Böylece, tıp mafyası doğdu.
Hukukçular “hukukun üstünlüğü” dediler, insan eliyle hazırlanmış ve çeşitli açıkları olan yasaları, çeşitli mafyaların aklanmasına yardımcı olacak biçimde kullandılar. Gerçekten “suç” işlemiş olduğunu bildikleri pek çoklarını, yasaların çeşitli açıklarını kullanarak cezaevinden çıkardılar. Böylece hem “saygın” hem de zengin oldular.
Gazeteciler “haber alma özgürlüğü” adı altında, yapacak haber bulamayınca “asparagas” haber üretmeye başladılar. Başkalarını çekinmeden karaladılar. Bu o kadar yaygınlaştı ki, artık “ay yanlış olmuş, özür dileriz” deme gereği bile ortadan kalktı. Bu da yetmeyince, ortaya magazin basını dedikleri bir şey attılar. Hemen her insan, ünlü olmuş kişilerin yaşamlarını merak ediyordu. Ünlüleri izleyip, özel yaşamlarını ifşa etmeye başladılar. Hala “halkın haber alma özgürlüğü” söyleminin arkasına saklanıyorlardı. İnsanların neredeyse tuvalette ne yaptığına kadar yazma ya da televizyon ekranına yansıtma işi o kadar çok izlenmeye başladı ki, sonunda reklama gereksinme duyan her kişi bu basın mensuplarını kendi yaşamlarını izlemek adına evlerinin kapısına davet eder hale geldiler.
Sosyal danışanlar “kadın ve çocuk hakları” dediler, kendilerinden yardım isteyenleri kapalı kapılar ardında sömürdüler. Bu kurumlara aktarılan bağışların nereye harcandığı konusunda bırakın açıklama yapmayı, soru soranları bile türlü tehdit hatta entrikalarla sindirip, istedikleri gibi at koşturmaya devam ettiler.
Giderek artan bu kurum ve kuruluşlar, “birlik bilinci” yerine “ayrılık bilincini” körükledikçe, insanoğlu değişmeye, en ilkel haline geri dönmeye başladı. Artık “her şey insan için” söylemi önemini yitirmiş, kişilerin zihninde “var olmak istiyorum, önemsenmek istiyorum, saygınlık kazanmak istiyorum, bu durumda üzerinde yürüdüğüm yoldaki her kaynağı bu uğurda kullanmalıyım” düşüncesi yeniden filiz vermeye başlamıştı. Böylece “her şey benim kişisel gelişimim için” dönemi başladı.
Her yerde çeşitli “kişisel gelişim” yöntemleri hakkında bilgiler, seminerler sunan merkezler türemeye başladı. Artık yeni bir sektör doğmuştu. Üstelik bu sektör genellikle toplumda sağlam bir yer edinmeyi ana amaç edinmiş ve belli bir gelir düzeyinin üstündeki insanlara hizmet eden “elit” bir sektördü. Her yerde “Yoga, Meditasyon, Reiki, Shiatsu, Tai Chi, Aikido, ……terapi” ve benzeri bir sürü konuda hizmet veren, ana konusu “toplumda birey” olmasına karşın, tanıtımda “birlik bilincinde yaşamak” söylemini ön plana çıkaran kuruluşlar baş göstermeye başladı. Yıllarca “ilkel ve aptal” olarak adlandırılan Hint ve Tibet insanları birdenbire, toplumdaki en doğru insanlar gibi gösterilmeye başlandı.
Yıllarca en önemli mesleklerden biri sayılan hekimlik, neredeyse “tü kaka!” zihniyetiyle bir tutulmaya başlandı. Buna karşılık, “Alternatif ve Tamamlayıcı Tıp” adı altında ortaya konan ve sanki tababetin alternatifi olurmuş ya da bu yöntemler yeni keşfedilmişler gibi bir yaklaşım, modern tıbbın yerine geçmeye başladı.
Öğretmenler, inşaatçılar, kasaplar, çiftçiler, balıkçılar ve aklınıza hangi meslek geliyorsa hepsi “her şey insan için” söyleminin ardına saklanıp, kendi zenginliğini yaratmanın peşine düştü. Okullarda gerçek öğretim yerine “…. öğretim kurumu sınavını nasıl kazanabilirsiniz” dersleri verilmeye başlandı. Balıkçılar tüm denizin dibini öldürecek yöntemlerle avlandılar. Kasaplar, sağlık koşullarından uzak yerlerde, ne idiğü belirsiz hayvanları kesip sattılar. İnşaatçılar, çimentodan demirden çalıp, kolayca çöken binalar yapıp fahiş fiyatlata sattılar. Çiftçiler ürün çabuk büyüsün diye hormonu kat kat fazla kullandılar. Elbette bu örnekler, toplumun her kesiminden insanı içine alacak biçimde kolayca çoğaltılabilir.
Üniversitelerde öğretilen ekonomi dersleri, görünüşte tüm toplumun üretime katılıp top yekun yükselmeyi desteklese de ilk öğretilen şey “kaynakların yetersiz olduğu, her şeyin bir başka şeyin hesabına geldiği” oldu. İnsanoğlu bilinçsiz bir biçimde elde ettiği “yetersizim” duygusunu şimdi “sadece sen yetersiz değilsin, her şey yetersizdir” düşüncesiyle pekiştirmeye başladı.
Bu durumda yapılacak tek şey kaldı. Var olan kaynaklardan olabildiğince çok pay almak ve bu aldığı payı da kaynakların iyice tükeneceği güne dek ortaya çıkarmamak. Bu yaklaşım “var bilinci yerine yok bilincini” yaratan bir toplumda ortaya çıkan doğal bir sonuçtu. Elbette böylesi bir yaklaşımın da, kendi sonuçları olacaktı….
Yok bilincinde yaşayanların, daha sonra, ancak gerekirse ortaya çıkaracağı tüm kaynaklar, ortadaki havuzdan çekildi. Havuzdan çekilen ve gizli köşelere konan kaynaklar, her geçen gün büyüyen pastanın, dilimlerinin giderek küçülmesine sebep olmaya başladı. Pastanın iştah kabartan ve görünürde olmayan bu kısmına dikilen gözler, her dakika yeni bir ürünün ortaya çıkarılmasına, tüketimin her an biraz daha teşvik edilmesine neden oldu. Gereksinmeler, teknolojinin hızla gelişmesine, bundan yüzyıl öncesinde hayal bile edilemeyecek ve yaşamı gerçekten kolaylaştıran binlerce ürünün ortaya çıkmasına, bu ürünler ise, kaynakları gizli tutanların iştahlarının kabarıp, varlıklarını sandıklardan çıkarmalarına neden oldu.
Bütün bu olanlar, olaylara bakış açınıza göre “iyi” ya da “kötü” olarak adlandırılabilirler. Bakış açınızda hoşgörü ve iyi niyet bolluktaysa, “yok ve ayrılık bilincine girmeseydik, daha az üzüntü yaşayacaktık ama, bütün bu yaşamı kolaylaştırıcı ürünlere sahip olamayacaktık”; bakış açınızda hoşgörü yetersizliği ve kötü niyet bolluktaysa “var ve BİR’lik bilincini sürekli taşısaydık, o kadar mutlu olacaktık ki, bütün bunlara zaten gereksinme duymayacaktık” diyebilirsiniz.
Bir de “orta yol” var. Hani en baştan beri her koşulda kendine değer vermeyi ve sevgiyi satın almak yerine, zaten var olduğunu bilerek yaşamayı seçenlerin yolu. Bu insanlar hiçbir başka söyleme girmediler. İnsan varlığının ilk gününden başlayarak, bugüne dek hep aynı yolda ilerlediler. Batı toplumunda çok uzun yıllar boyunca azınlıkta kalan ve doğu toplumunda da giderek azalan bu insanlar “her şey bütüne aittir ve bütün için vardır” söyleminde yaşadılar. Belki hiçbir zaman mal ve para zengini olmadılar. Belki hiçbir zaman toplumda sağlam!!! bir yer edinmediler. Belki eşleri kendilerini komşunun eşi kadar takdir etmedi. Onlar yine de “her şey bütün için vardır” söyleminden vazgeçmediler.
Sanıyorum bu insanlar, diğerlerine göre daha fazla sevgi, daha fazla mutluluk içinde yaşadılar. Modern yaşamın kendilerine sunduğu nimetleri sevgi ve coşkuyla kabul ederken, hala masalarında var olan besin maddelerine teşekkür etmeyi sürdürdüler. Yüksek katlı, akıllı ve insan sağlığına cidden zarar veren binalar yerine, alçak, az akıllı ve sağlığı destekleyici binalarda yaşamlarını sürdürüp, kendilerinden sonra gelen nesli sevgi ve saygıyla yetiştirmeye devam ettiler.
Sözünü ettiğim bu orta yol, bütün aşırılıkları bir potada eritip, her kaynağın bütüne ait olduğunu kabul etmekle başlayabilir.
Bireysellikten bütünlüğe geçiş, vicdanın gerçek sesinin ortaya çıkmasını, öğrenilmiş doğrudan, fark edilmiş gerçeğe geçişi sağlayabilir. O zaman balıkçı, çiftçi, hekim, hukukçu, gazeteci, eğitmen, öğretmen, işçi, memur, kısaca her meslekten insan gerçekten kendi işini, kendi kapasitesinin izin verdiği en iyi ölçüde “insan için değil, bütün için” ve kaygısızca yapabilir…. mi acaba?