Evet, dünya gerçekten de bir ‘imtihanhâne’dir. İlk amacımızsa gerçek özümüzü bulabilmektir. Bulabilirsek bir üst sınıfa geçer, bulamazsak sınıfta kalırız. Ama unutmayın ki ‘eksiler’ çoğalırsa, o dönemin sonunda bir alt sınıfı yeniden okumak dahi vardır. Amaç tekâmül olduğundan yapılması gereken şey önce doğruları kavrayabilecek doğallığa erişmektir; yapaylıklardan, tek gerçek burasıymış ya da zihnimize biteviye doldurulanlarmış cehaletinden kurtulmaktır. Yani hem katı bir hristiyan, musevi, müslüman, hindu… olmak; hem de özüne dönebilmek; işte bu mümkün değildir. Organize dinlerin insanlar üzerindeki en olumsuz etkileri, Var Olan’ın doğru anlaşılmasına engel olmaları ve tamamen yapay da olsa aralarında saflaşma ve giderek çatışma yaratmalarıdır. Yani rekabet, varlıklarını sürdürme nedeni ve önemlerini koşullandırarak artırma aracı haline getirilmiştir. Kesin olan şudur: Tutucu olunursa aydınlanma gerçekleşemez.
Önceki yazılarımdan birinde tek cümlede özetlemiştim ve çok da ilgi çekmişti: “Teist de ateist de aydınlanamaz!”… Aydınlanamayışının temel nedenlerinden birisi budur. Çünkü o durumda hem bir yerde saf tutmuş, hem de önyargılarınıza veya size belletilenlere şuursuzca teslim olmuşsunuz demektir.
Bir an için dünyanın irili ufaklı bütün ülkelerinin katı-şoven milliyetçilik ve koyu dinsellik güttüğünü düşünün. İşte o zaman dünya gerçek bir cehennem olurdu. Bugün uluslararası teröristlerin de din ve milliyetçilik adına yaptıkları bu değil midir? Oysa ki o fanatiklerin karşısında siz kendi milliyetinizi veya inancınızı (ya da inançsızlığınızı) savunamaz, anlamlı da anlamsız da olsa üstünlük taslamaya kalkamaz, onlarınkini ise eleştiremezsiniz bile…, çünkü buna hakkınız olmadığını düşünecek ve hemen saldırıya geçeceklerdir. Tek doğru, haklı ve üstün olan kendileri ve kendi inandıklarıdır. Bu nedenle dinsel-ulusal fanatikler samimi olamazlar, sürekli ayrımcı ve bölücüdürler; çünkü koşullanmış zihinleri sürekli bunu emreder durur.
Düşünce, belleğin yanıtı; zihnin ve aklın işlevi ve aynı zamanda becerisi; öte yandan da nörolojik-psikolojik bir süreç olduğuna göre, demek ki aydınlanmaya kodlanmış ya da normatif düşünce yoluyla da varılamaz. Çünkü zihninizin tümü geçmişinizle ilgilidir; yaşanmış bitmiş olan herşeyin izlenimi orada depo edilmiştir ve eğer bilince yöneltilememiş ise orası yararlı-yararsız, gerekli-gereksiz birikintiler ve olumlu-olumsuz tortulardan oluşmuştur. Salt bu nedenledir ki geçmişten gelenlerle, ya da geçmişin mirasıyla aydınlanılamaz. Önce tüm bunlardan arınmak gereklidir. Muhtevası kolay kolay anlatılamasa da yöntemsel bakımdan aydınlanmanın başlangıçta söz konusu edilebilir iki yönü vardır. Birincisi, yol’la ilgili olması nedeniyle “ileriye dönük”; ikincisi, gerçekleşeceği merkez itibarıyle de “içeriye dönük” olmasıdır. Yani hem tüm geçmişinizden kurtulacaksınız hem de içinizde ilerleyeceksiniz ki biryerlerde bir ışık yanabilsin; …kısacası kolay kolay herkesin başına gelebilecek birşey değil; ama kesinlikle dışarıda değil içeride olabilecek bir şeydir. O halde hemen bir yönünü daha ekleyebiliriz; zamanıysa ‘şimdi’dir. Çünkü ‘yaşam’ da ‘yaşayan her şey’ de ‘şimdi’dedir. Ortam bakımından genel olarak söz konusu edilen diğer hususlar da ‘özgürlük’ ve ‘farkındalık’tır.
Kısaca toparlarsak; aydınlanma yol’a girmekle başlar, içsel gelişimle mümkündür; bunun için de zihninizden özgür olmanız ve farkındalığınızı her an artırmanız, son olarak da ‘şimdi’de olmanız gerekir.
Çeşitli gelenekler aydınlanma kavramına farklı anlamlar vermişler, daha doğrusu bu kavramdan farklı şeyler anlamışlar ve onu farklı biçimde tanımlamışlar, hattâ farklı zihin ve ruh halleriyle özdeşleştirmişlerdir. Ama yine de mistik geleneklerin tümünde, isimleri farklı da olsa bir ‘aydınlanma’ kavramı mevcuttur. Örneğin sufîlikte de aydınlanma vardır ve ‘gönül gözünün açılması’yla başlar. Bunun Anadolu dervişliğindeki adı ‘kalp gözü’, karmakarışık bir budistik sisteme sahip Tibet’in bazı mezheplerinde ise ‘Üçüncü Göz’ oluverir…vb.
Aydınlanmanın ilk şartı ‘kendini bilmek’tir. Öyle ya, başka türlü nasıl gerçekleşebilir ki…
Kendini bilebilme yıllar süren sabırlı çalışma ile gerçekleşebilir ve olaylarla olgulara doğru tanı koyabilmek için gerekliliktir. Aynı anda yol’da yürümeye de devam etmelisiniz. Bunlar birlikte yürütülebilirse yolunuzun aydınlığı artmış olacak ve ikisi birden, aslâ çelişmeksizin sizi aynı hedefe doğru götürecektir.
Unutulmaması gereken bir başka nokta sizin henüz ‘dışarıda’ olduğunuz, anahtarınsa ‘içeride kaldığı’dır. Aklın değil de işte o yüreğinizin anahtarına (miftah) ulaştığınızda tüm yaşamınız değişecektir. Yaşarken ‘yeniden doğuş’, ya da ‘büyük dönüşüm’ denilen şey budur. Yaşamımızın değerli, anlamlı ve yararlı olabilmesi tamamen kendimize kalmıştır; yani bu anlamda da kaderimiz rehberimizin, şeyhimizin, üstadımızın değil kendi elimizdedir; ve ancak zihni ve benliği aşmakla mümkün olabilir. Sadece ve sadece sevgiye açık olmakla gerçekleşebilir ki zaten aksi halde egonuz sizi bırakmaz.
Bu yolculukta düşülebilecek bir tek yanılgı ya da risk söz konusu olabilir, o da kendimizi ararken yaşamdan kaçmak veya soyutlanmaktır. Çağdaş yaşamda artık böyle bir şeyin gereği de yararı da yoktur; manastır, mabet, mağara aramak boşuna olduğu gibi, bugün için marifet insanlarla bir arada ve toplumla iç içe iken aydınlanabilmektir. Hem böylesi bir gelişme çok daha sağlıklı, gerçekçi ve insancıl olacaktır. Kaçınıklık dönemi, bir lokma bir hırka anlayışı yüzyıllar öncesinde kalmıştır.
Yapılacak şey, gerçek doğamızın özde olduğunu bilerek çeperden merkeze doğru sabırla ve sebatla yol almaktır. Bu yolculuğun hiçbir ânında doğrulara erişmekten çekinmeksizin ve onlarla yüzleşmeye hazır olarak, cesaretle yol alabilmeliyiz. Bugüne kadar bizi sarıp sarmalamış olan bütün kalıplardan ve yapaylıklardan kurtulmalı; tüm koşullanmışlıklarımızdan sıyrılabilmeli, önyargılarımızdan, hattâ aydınlanmaya koşullanmışlıktan dahi arınabilmeliyiz. Bunu başarabilirsek korkularımızdan da giderek soyutlandığımızı; endişenin yerini sevginin, tedirginliklerin yerini şefkatin, boşvermişliğin yerini merhametin almaya başladığını farkedebileceğiz. Önyargılı farkındalık olmaz, o nedenle önyargıların baskısından dan kurtuldukça farkındalığımızın boyutlarının giderek büyüdüğü görülecektir. Hiç merak etmeyin, ‘yolun bilgisi’ arttıkça daha zor sorunların çözümü de kolay hâle gelecektir. Bu bir bakıma ‘bilince yolculuk’tur. Keza kişiliğimiz üzerinde koşullu zihnin, duyguların ve tutkuların etkisinin azaldığını görmek bir anlamda varoluşun gizemlerine vâkıf olmaya başladığımızın da farkedilmesi olacaktır.
Bütün büyük üstadlara şöyle yüzeysel de olsa topluca bir bakınız; öğretilerini bilebildiğiniz kadarıyla hatırlamaya çalışınız. İsimlerini teker teker saymamız gerekmez. Acaba onlar kendileri için mi birşeyler istemişlerdir; yoksa insanlara yol’u göstermek miydi amaçları. Kral mı olmak istediler, imparator mu? İnsanları ve ülkeleri yönetmek miydi arzuları? Hayır, hiç birisi değil. Zaten bu yollara sapanlar, tarihsel ve dinsel unvanları ne olursa olsun üstad değildirler; tam aksine olsa olsa mensubu oldukları ya da temsil ettikleri inancı kişisel çıkarlarına, hırslarına ve ideallerine alet edenlerdir. Gerçek üstadların, ustaların, mistiklerin tümünün de tek bir amacı vardı: İnsanın kendini tanımasına, bilmesine ve bulmasına yardımcı olabilmek… ve biliyorlardı ki gerçek insan ve gerçek insanlık henüz (ama her devirde) olması gereken yerde değil. Onlara göre en büyük fütuhat, insanın kendi kendine karşı kazandığı zafer olacaktır. Böyle bakarsak Tao’nun da, Buda’nın da, İsa’nın da; hattâ islamın ilk yıllarında Muhammed’in de bu temel konuda aynı şeyleri söylediğini görürüz. Dahası var; şaman da, zerdüşt de, kızılderili de, eski mısırlı da… hep böyle düşünmüştür… ‘Kaynak tektir ve aynıdır’ derken kastettiğimiz hep buydu… Geçmişin bütün üstadlarına bu gözle bakarsak aslâ yanılmayız.
Farkındalık ve aydınlanma bir ideoloji değildir; o nedenledir ki bir ideolojinin peşine takılmışken oraya varılamaz. Hem zaten statik, adresle, navigatör kullanılarak, veya reçeteyle bulunabilecek bir ‘orası’ da yoktur. Belirli bir ‘yer’den ziyade ‘hâl’dir söz konusu olan. Çünkü dünya ve evren durağan değildir. Durağan olan dinler, ideolojiler ve onların biçimlendirdiği zihinlerdir. Farkındalık ve aydınlıkta sadece yol vardır; ve önemli olan o yolda olabilmektir. Başka türlü Yûnus’un Tapduk’a saygısını da; Mevlânâ’nın Şems’le aydınlanan aşkını da; Bodhidharma’nın, müridinin kafasına sopasını nasıl olup sevgiyle indirdiğini de anlayamazsınız. Bunun belirli bir yöntemi yoktur, olamaz da. Olsaydı, aksine o gerçek yol olmazdı. Çünkü gerçek daima tazedir ve her an yenilenmeyi, yeni olabilmeyi gerektirir. Mevlânâ’nın o çok ünlü dizelerinde,
“ …dünle beraber gitti cancağzım,
ne varsa düne dair;
Bugün yeni şeyler söylemek lâzım”
derken kastettiği işte buydu.
Bu konuda sufîlerin eşsiz bir özdeyişi vardır: “Söz konusu olan öyle aramayla bulunmaz, yine de onu ancak yolda olanlar bulabilir.”
Yöntemler kişilere, çağa, ortama göre değişebilir. Ama hem güvenilir, hem de binlerce yılın deneyimlerinden süzülerek gelmiş, bu yolda istenen pekçok şeyi karşılayabilecek ve en önemlisi mistik gelişmenize engel teşkil etmeyecek bir başlangıç yöntemi arıyorsanız, herkesi kucaklayabildiği için hiç tartışmasız kabul görecek olan bu ‘çalışma’ şimdilik ancak yoga olabilir.
Yoga sayesinde hem gelişimi çok kısa sürede farkedebilirsiniz, hem kendinize güveniniz gelir; hem de yalnız bedeninizde değil zihinsel faaliyetlerinizde de esnekleştiğinizi gözlemlersiniz. Bu çalışmanın daha başlangıçtaki doğal ürünü ‘hoşgörü artışı’ olacaktır. Keza bedensel stresle birlikte zihinsel ve ruhsal stresin de yumuşayıp gevşediğini hissetmeniz fazla zamanınızı almayacaktır. Bundan sonrası ise önce size, sonra hocalarınıza kalmıştır. İşte aydınlanma yoluna girdiniz bile…
Aydınlanma uğruna, belli bir düşüncenin öncellerine ve resmî görevlilerine özenerek onlar gibi giyinmeye, takıp takıştırmaya; onlar gibi traş olmaya, yiyip içmeye; kim bilir belki de “ben aydınlanmaya gidiyorum!” diyerek belirli bir coğrafyada inzivaya çekilmeye kalkabilirsiniz. Kendinize tapınak bile arayabilirsiniz…, hattâ bir de dilenme tası buldunuz mu işlem tamamdır. Halbuki bunlar sadece geçmişteki ve ancak o zaman için doğru olabilen yöntemlere ilişkin biçimselliklerdir; bugün yinelenmeye kalkılırsa adı sadece ‘taklitçilik’ olabilecek basit ayrıntılardır.
Aslâ unutmamak gerekir ki aydınlanma doğal olarak gelir ve kaynağı dışarıda değil içinizdedir; dışarıdan gelebilecek ‘olumlu’ etkenler onu sadece ‘hızlandırabilir’. Kaldı ki yöntem de çağa ve zamana uygun olmalıdır. Aydınlanmışlığınızı sizler ölçemezsiniz; çünkü o sizin için ölçülemez, hesaplanamaz ve kıyaslanamaz birşeydir. Boşu boşuna kimse kalkıp da kimseye “ben aydınlandım” dememelidir. Aydınlanmışın hâlini ancak aydınlanan bilebilir. Eski metinlerde sürekli yinelenir: “Yanınızdan bir Buda geçse, farkedebilir misiniz?”
Ama son zamanlarda, adına kişisel gelişim denen yayın türlerinin artmasıyla insanlarımızda bir aydınlanma ya da aydınlanmış olma tutkusu gelişti. Tüm diğerleri gibi böylesi hazırcılık, ısmarlamacılık ve kolaycılıklar da gelip geçecektir, ama gerçekten çok yazık oluyor. Ortada ciddi bir zaman ve kaynak ısrafı var. Oysa ki bunlar komik bile değil. Hadi siz de gidin, bir yabaninciri ağacı bulup altında günlerce, aylarca oturun. Aydınlanacağınızı değil ama, bir süre sonra ruh ve sinir hastalıkları kliniğine kaldırılacağınızı garanti edebilirim.
Kendi kendinizle ilgili hiçbir deneyim yaşamadan, geçmişin ustaları-büyükleri o zaman için böyle söylediler diye siz de kalkıp ‘ben enerjiyim’, ya da ‘ben tanrıyım’, ‘ben evrenim’ gibi şeyler mırıldanırsanız bunların hiçbir anlamı olmaz. Çünkü o vakit bu tam bir önyargı olur; bilmeksizin inanmaktan, şuursuz imandan hiçbir farkı kalmaz. O zaman herhangi bir dinin ve onun yargılarının yerine, işlevi tamamen aynı olan başka bir şeyi, kendi yargılarınızı ve kabullerinizi koymuş olursunuz. Şöyle de söyleyebiliriz; “Üstad belki öyledir de, bundan size ne…; yani ‘siz’ gerçekte neredesiniz?”
Suzuki’ye sürekli “Aydınlanma nerededir, nasıl oluşur Üstad?” diye sorulduğunda sıkılır, bunalır ve bir türlü sonu gelmeyen ısrarlar üzerine öğrencilerini şöyle yanıtlar:
“Otur ve çalış; önce kendinin nerede olduğunu ve kim olduğunu bil; hiçbir zaman aydınlanmaya takılıp kalma; sadece anladığını sanmakla yetinme, anla; ama tâ en içten ve kendin olarak anla; zihnini sabitleştirmeyi öğren…” … saymaya devam ederken ilginç bir şey daha söyler; “… hiçbir şeye ve hiçbir yola bağlanmadan, gerçeğe bile aldanmadan, olabilecek herşeye hazır durumda, hayatının kıymetini bil ve ondan zevk almaya bak.” Ve işte burada, tam öğrenci biraz olsun rahatlamışken asıl bombayı patlatır: “Benim dediklerimin hiç birisine güvenme! Hattâ mümkünse unut onları gitsin!” Öğrenci birden altüst olmuştur, ama onca yıllık Zendo ve Zazen eğitiminden sonra ancak hocasını anlayabilecek ve böylelikle de aydınlanma yoluna girebilecek duruma gelmiştir.
Bugün için, ruhanî liderleri olan büyük insan 14. Dalai Lama’ya olan saygımızdan hiç birimiz olumsuz birşeyler söylemek istemiyoruz ama, ‘Dünyanın Damı’ denen o müthiş, uçsuz bucaksız Tibet topraklarını ve o ülkenin insanını acılar içinde yoksul ve miskin bırakan da; özgünlüğünden uzaklaştırıp şekilciliğe ve törenselliğe boğazına kadar batıran, dört ana geleneğe ve onlarca alt sektöre ayrılıp bütün ülkeye ‘dilenci kültürü’nü hakim kılan da; tıpkı diğer resmî dinler gibi kurumsallaşarak ‘organize olmuş’, köklerinden koparıldığı için amacından da uzaklaşmış, yani ‘bozulmuş’ olan sözde budizmdir. Yüzyıllardır Lamaizm’i asalaklığın zirvesine taşıyanlar, her yerde olduğu gibi orada da ruhban sınıfıdır. Bu sözlere de yine birileri kızacak ama, lamalara göre, ülke içinde ve dışındaki sayısız Tibet tapınağında, büyük lamaların (!) önderliğinde her yıl yüzlerce keşiş ve rahip durmaksızın ‘aydınlanıyor’. Onlar aydınlanıyor da Tibet’in hâli neden bu denli karanlık ve gerçekten yürekler acısı?
Sanayi üretimi neredeyse yok, ya da durmuş; hemen tüm tüketimleri dinsel turizme ya da dışarıdan gelecek yardımlara bağlı. Tibet köylüsü sersefil ve perişan, uyuşturucu tüketimi gittikçe artıyor. Ama orada sözde binlerce, onbinlerce aydınlanmış insan var. Hani, nerede…? Çin’in acımasız işgalinden ve katliamlardan sonra Batı’ya kaçanlardan kimileri orada servet peşinde; büyük paralar karşılığı konferanslar verip âyinler düzenliyorlar, mâbetler kurup insanlardaki ruhsal boşluğu istismar etmekle meşguller. İyi niyetli olanlarsa dünyanın geri kalanının vurdumduymazlığı nedeniyle acınacak halde kaderlerine razı olmuş durumdalar. Kim ne derse desin, biz yine diyoruz ki organize olmuş budizm de, en az hristiyanlık ve diğer Ortadoğu kökenli ibrahimî dinler kadar bozulmuş; onlar kadar köklerinden uzaklaşmış, amacından sapmıştır. “Yaşayan tek gerçek din Zen’dir” diyenler herhalde bilmeden konuşmuyorlardı. Ama gelin görün ki Zen izdeşlerinin büyük çoğunluğu da kendi inançlarına ‘din’ demiyorlar. Tabii bu biraz da içeriğindeki Tao’culuğun dozuna bağlıdır.
İnsanlarımız maalesef uzun süreli çalışmalara katlanamıyor, yeterince sebat gösteremiyor; düzenli, dinamik ve sabırlı çabalar yerine alâminüt çözümler arıyorlar ki kendini bilme söz konusu olduğunda böylesi kolaycı ve ‘instant’ çözümlerden söz edilemez. Kendini tanıma ve bilme çabası gelip geçici bir hobi de olamaz; ‘süreklilik’ arzeden bir uğraş olmalıdır. Kaldı ki doğru gözlemden çekiniyoruz, hattâ belki de korkuyoruz. Koşullu zihnin işine geleni veya dayatmış olduğunu tercih ediyoruz. Gizem’e ve gizemli olan’a bir yandan ilgi duyuyor, bir yandan da gizli gizli tedirginlik hissediyoruz. Yine kolaycılıktan olsa gerek, hep dışsal etken ve unsurlardan medet umuyoruz. O zaman yaşamın doğallığını da olağanlığını da doğru algılayamıyoruz; sanallık ve yapaylık alıp başını gidiyor. Toplumda o gün ne prim yapıyorsa, ya da medya veya gündelik politika bizlere neyi dayatıyorsa, gündemi nasıl belirliyorlarsa sürekli onun peşine takılıyoruz. Zamanımız da enerjimiz de hebâ olup gidiyor.
Yani buradaki kusur da doğanın değil, aksine yine bizimdir. Kısacası yaşamın kendisi tüm kurallarıyla sürüp gider de, onun ne kadarını nasıl yaşayabileceğimiz bize kalmıştır. Neredeyse tüm medyanın sözbirliği etmişcesine yoketmeye ya da biçimlendirmeye çalıştığı zihnimiz üzerinde çalışabilme becerimiz o kadar önemlidir ki, bu becerimizin gelişimi bize zamanla bilincimizi tanıma yeteneğini ve gerçek doğamızı algılayabilme maharetini de kazandıracaktır. Ama böyle olması istenmiyor…
Tek söyleyebileceğimiz şey şudur: Aydınlanmaya odaklanamazsınız; tutkuyla bağlanamazsınız; olağan doğanızı akıldışılıklarla zorlayarak bir yere varamazsınız; özetle ‘zihninizi aşmadan’ hiçbir yere gidemezsiniz…”
Aydınlanmak istiyor musunuz; aydınlanmayı unutun, aydınlanma kastıyla hiçbir şey yapmamayı, ya da her ne yapacaksanız onu aydınlanma kastı olmaksızın yapmayı öğrenin. Tutkuyla isterseniz aydınlanamazsınız; çünkü aydınlanmada tutkuların, hırsların, bağlanmanın yeri olamaz. Peşinden koşarsanız da yakalayamaz, aksine sürekli gerisinde kalırsınız. O kendi gelecektir. Aydınlanma tabii ki sevgi ve şefkat doludur, ama doğası gereği aşk gibidir. Bakınız, en yakın ve sadık izdeşi olan Ananda, Buda’nın sağlığında bir türlü aydınlanamamıştır. Nedeni ustasına aşırı derecede bağlı hattâ bağımlı olmasıydı. Ve yine Büyük Üstad’ın söylediği gibi, onun ölümünden kısa bir süre sonra aydınlanabilmiştir. Çünkü artık bağımlılığından kurtulmuştu. Buradaki incelik çok önemli ve dikkat çekicidir. Aydınlanma kavramının az bilinen, ya da önemsenmeyen ama çok ciddi bir yönüdür bu…
O zihinle ve mekanik akılla bilinemez; bilinç hâlidir; o nedenledir ki hesap edilemez, önceden belirli kurallara bağlayarak planlanıp programlanamaz, yönlendirilemez, hızlandırılıp çabuklaştırılamaz; boyutlandırılamaz, sıradan irade ile bulunamaz birşeydir. Nedeniyse ‘tanrısal’ olmasıdır; gelirse kendi gelir… yeter ki siz yol’da kalın… Buradaki ‘takdir-i ilâhî’yi de lütfen böyle anlayınız. Bu kadercilikten çok farklı, hattâ onunla taban tabana zıt birşeydir. Bir bakıma yol’da olmanın güzelliği de buradadır. Ama yine de yol’da olmadan, çalışmadan, gayret göstermeden bir yere varılamaz, bir şeye ulaşılamaz.
Dünyada sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, tutuculuk ve tabii ki koşullanmışlık nedeniyle gittikçe artan, dinsel ve siyasal boyutları da olan bir kitlesel terör mevcutken; şimdi kalkıp da sorumluluklarımızdan sıyrılırcasına, ya da onları boşvererek kişisel aydınlanmadan sözetmenin yararı ve anlamı var mıdır? Theravada geleneğindeki arhat’lar gibi toplumdan kopuk, yapayalnız haldeki ve salt kendine aydınlanma bugün için söz konusu olamaz. Aydınlanma tabii ki ‘bireysel’dir; ama toplumsal sorumluluklarımızı da ihmal etmeyen, onlara duyarsız kalmayan bir ‘tekbaşınalık’la mümkündür. Yukarıdaki sorunlar kitleseldir; bu nedenle göz ardı edilemez ve onlara bencilce sırt çevrilemez. O halde sadece kişisel aydınlanmaya kafa yormak yerine önceliği de onlara vermeliyiz. Gerçek anlamda yol’da olmak da zaten bu değil midir?