Kişisel veya ruhsal gelişim kitaplarında verilen temel mesajlardan biridir: “insanın kaderini elinde tutabileceği ve tüm seçimleri kendisinin yaptığı”. Ben kader ve seçimler ile ilgili düşüncelerimi daha önce başka yazılarımda uzun uzun yazmıştım, fakat bu yazıda, o kitaplarda pek anlatılmayan bir bölümü paylaşmak istiyorum sizlerle. Paylaşmak istiyorum diyorum çünkü anlatacağım konu, öyle “şunu yapın, bunu yapın” gibi önerilerde pek bulunulamayacak bir konu, seçiminizi yaparsınız ve geride kalanını kalbinize gömersiniz… Anlatmak istediğimi çok sevdiğim hocam Ahmet Tolungüç’ten öğrendiğim bir cümleyle daha net anlatabilirim esasında: “Bazı kararlar kan ve gözyaşları arasında alınır…”

Merly Streep’in “Sophie’nin Seçimi” filmini hatırlarsınız. Sophie filmde iki oğlundan birisini seçmek zorundaydı çünkü Naziler, diğer oğlunu öldüreceklerdi ve ona tek bir oğlan için seçim şansı tanımışlardı. Bu bir filmdi belki de ama geçtiğimiz günlerde gazetede okuduğum bir haber maalesef kalbimden gözyaşları akıttı: Doktor olan kocası ve iki oğluyla birlikte, bir köyde yaşayan kadının kocası yanlış hatırlamıyorsam çevre köylerden birine tedaviye gidiyor ve yanına tüm ilaçları alıyor, tek bir penisilin dışında. O uzaktayken 3 ve 5 yaşındaki iki çocuk birden ağır bir biçimde hastalanıyorlar ve annenin elinde tek bir penisilin var. Bir tanesini seçmek durumunda…

Hepimizin hayatında çeşitli derecelerde canımızı acıtmış böyle seçimlerimiz var, çünkü hayat böyle bir şeydir aynı zamanda… Kendinize en güvendiğiniz, en güçlü hissettiğiniz anlarınızda bile böyle durumlar karşınıza çıkabilir ve o andaki kararlarınızı ağlayarak alırsınız, ama almak gerektiğini de bilirsiniz. Geride kalan ise kalbinizde sizinle birlikte mezara kadar gidecek olandır…

Ben de yaptım hayatımda böyle tercihler ve yukardaki annenin durumuyla kıyaslanamayacak durumda da olsa benim de kalbimi çok acıtan seçimlerim oldu. Mesela beni en çok etkileyenlerin başında, bu yazıyı yazmama neden olan ruh halini yaşatan, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ayrılışım oldu. Fakültem benim için bir okul, bir işyerinden öte bir aşktı. Orada on senem geçti ki her bir sene benim için muhteşem anılarla doludur. Fakat 2004 Eylül’ünde hayatım için bir seçim yapmam gerekiyordu. Ben bir araştırma görevlisiydim ve esasında akademik kariyeri istemeye istemeye, kadro sorunları yüzünden bu görevdeydim. Bu görevin de şartı yükseklisans ve doktora yapmaktı ki hiç yapmayı düşünmediğim yükseklisansı tamamlamış ama sıra doktoraya gelmişti. Ama diğer tarafta da artık benim vaktimin büyük bir bölümü kaplayan ve hobi olmaktan çoktan çıkıp, profesyonel bir çalışmaya dönüşmeye başlamış olan dergi yazarlıkları ve daha da önemlisi dergim derKi vardı. Tam bir dönemeçteydim, bir yanda onunla birlikte kalmak için büyük bir bedel ödemek zorunda kalacağım büyük aşkım, diğer tarafta ise hayatımda en çok yapmak istediğim ve muhtemelen ömrümün geri kalanında beni birçok yeni açılıma götürecek bir çalışma vardı. Esasında içsel olarak kararımı çoktan vermiştim ama aşkımdan da kopmak istemiyordum. Bu ruh haliyle “esasında seçimini yapmış olarak” doktora jürisinin karşısına çıktım ve çok da kötü bir performans gösterdim. Eh haliyle de onlar da beni kabul etmediler ki bu karar ilk başta “ulan napacam ben şimdi, işimizden de ayrılıyoruz” gibi bir şok etkisi yapsa da sonradan “oh be, doktoradan kurtulduk çok şükür, özgürüm” sözlerini söyletti bana. Esasında kararımı çoktan almıştım ve bunun sonuçları karşımdaydı, zaten sonradan da bu karar hakkında hiç itiraz falan da etmedim… 6 yaşında başladığım okul hayatı sonunda bitmişti ve 22 sene boyunca ders çalışmaktan nefret ede ede gelmiştim buralara. Bundan sonra yeni bir fakülteye de girersem, akademik kariyer dışındaki görevleri düşüncem dedim kendi kendime. Fakat işin diğer bir yönü de vardı, aşkımdan da ayrılmıştım…

 

Uzun yıllar boyunca birlikte olduğunuz sevgilinizden ayrıldığınızda, ilk zamanlar pek bir şey hissetmezsiniz, fakat sonradan vurmaya başlar etkiler, tıpkı depremden sonra gelen tsunami gibi ve o dalga insanın canını yakmaya başlar. Eh eninde sonunda da geçer bu dalganın etkisi ama mutlaka geride izler bırakır. Okuldan ayrılırken de sevgili hocam Sobacı bana “elbet tortular kalacaktır, ama artık önünde yeni ufuklar var” demişti. Hayatta bazen gemilerini limana çekmiş ve iplerle sıkı sıkıya bağlı ürkek denizciler gibi davranıyoruz. Altlarımızda son model tekneler olsa bile önümüzdeki uçsuz bucaksız denizlere açılmak konusunda ürkek davranıyoruz, çünkü zaten doğduğumuzdan itibaren tüm yaşam süremiz boyunca “güvenli limanlara demir atmak” üzerine bir öğreti öğretiliyor size. Hele ki ülkemizdeki gibi “inşallah, maşallah, hayırlısı olsun” toplumu içindeyseniz iyice renkleniyor durum. Çevrenizdeki insanların hepsi birbirinden ödlek ve sizi de sürekli “aman ha, otur oturduğun yere, kıçını sağlama al, sonra görürsün gününü” üzerine güdülüyorlar. Ülkenin yarısı devlet memuru olup, kendini güvene alma derdinde; diğer yarısı ise Sayısal Loto’dan gelecek paralarla kurtaracağı hayatının hayalinde… Eğer siz çıkıp çok cesurca bir şeyler yaptığınızda ya da teşebbüs ettiğinizde ise ya sizi vazgeçirmek için herkes üstünüze çullanıyor, ya da baltalamak için elinden geleni yapıyor. Çünkü sizin altınızdaki gemiyle denizlere açılmanız demek, onun sıkı sıkıya limanda “güven” içinde duran teknesinin, o limandaki varlık nedeninin çökmesi demek ve kendisinin de kendisiyle yüzleşmesi, korktuğunu kendine itiraf etmek durumunda kalması, daha da ötesi kendisinin de denize açılabileceği gerçeğiyle yüzleşmesi demek ki bu en büyük korku, komik bir biçimde. Fakat amcam farkında değil ki limandan hiç açılmayan ve sürekli bağlı kalan teknelerin tabanı bir süre sonra çürür… İşte “güvenli” sandığımız ve sığındığımız limanlarda korkuyla sıkı sıkıya bağlı kalmanın sonucu da çoğunlukla 40’lı yaşlarda gelen ruhsal çöküntüler oluyor ve avuç avuç Prozac yutuyor benim çevremdeki büyüklerim.

Bu bağlamdan bakıldığında en doğru seçimi yaptım çünkü okulum bir yandan da benim için güvenli bir limandı ve sonunda hadi açılma vakti geldi diyerek açıldım oradan. Ama bu demek değil ki kalbimden silip attım onu. ASLA!!! Az önce fakültemin web sitesine girdim ve bir türlü çıkmak istemedim oradan. Oradaki her bir resim, benim hayatımında bir 10 yılının resmi ve ben harika bir fakülte hayatı geçirdim. Açıkcası orayı halen deliler gibi özlüyorum, fakat yaptığım eylem limana geri dönmek için çaba göstermek değil, kalbimdeki ve gözümdeki yaşları silerek gemimin dümeninin başına geçmek ve ufka doğru ilerlemek… Ben de bilmiyorum o ufuk bana neler getirecek hani, çünkü ben sadece gemimin yönünü kontrol ediyorum, karşıma çıkacak diğer gemi veya karaları değil. Ama biliyorum ki bir daha o Eylül ayına gitsem gene aynı seçimi yapardım…

Ben kendi seçimimi böyle açıklayabildim ve size de pay çıkartmaya çalıştım bir yandan, fakat ne Sophie’nin seçimi, ne de köyde tek penisilinle kalan doktorun eşi için bir açıklama ya da yorum yapamam. İkisi de küçük çocuklarını seçtiler ve ikisi de ilk çocuklarını kaybettiler. Buna denilebilecek tek şey: “Allah kimseleri böyle seçimler yapmak zorunda bırakmasın!…”