Gülistan demek ne demek? Güllerin diyarı mı sadece? Yoksa ruhundaki gülü keşfetmiş olanların bir araya geldiği ilahi bir bahçe olabilir mi? O gül ki bitkiler aleminin şahıdır. En yüksek frekanslı çiçeğidir. Sembolizmasına girersek anlatmakla bitmez… Aşkın sembolüdür, kalbin sembolüdür, yanmışlığı, aşıklığı maşukluğu anlatır. Çiçeği Cemalidir, dikenleri Celali… Bir bütündür ikisi… Cemale giden yol celalden geçer diye de yorumlayabilirsin, o Cemale ermek için özenli davran, öyle kabaca avuçlamaya kalkarsan dikenlerim canına okur, Edep Ya Hu! diye de okuyabilirsin…
Ne kutludur ruhundaki gülü keşfedebilmiş olan… Ve de ne mutludur güllüğünü Hakk’ın Gülistan’ında deneyimlemek nasip olan…
Nasip işidir bu bilenler bilir. Öyle kibirle, ben oldumlarla, beni böyle takip ediyorlarla falan giremezsin o kapıdan. Talip olursun ve kapıyı çalarsın. “Kim O?” derler. “Ben onlarca kitabı, binlerce takipçisi olan şuyum” dersin. Eminsindir. Onca alkış tebrik sertifika söyleşi konferans seminer… seni almayacaklar da kimi alacaklar diye düşünürsün. Dünyada senden röportaj almak için asistana yalvarıyorlardı, bireysel çalışmaların tonla bedeldi. Beklersin hürmetle karşılanmayı, hatta şöyle dik hale geçersin. Hazır olursun. Ama tık yok. Belki binlerce yıl beklersin ama kapı açılmaz.
Sonra bir daha çalarsın. İçeriden bir daha “Kim O?” derler. “Ben Şuyum. Dünyada şu kadar ibadet ettim, bu kadar yardım ettim, yoksulları besledim, hayır işleri yaptım” sayar dökersin. İçinde bir şüphe başlamıştır ama yine de düşünürsün “Ben iyiyim. Yap denilenleri yaptım işte. Puanları topladım.” Beklersin… Ama yine tık yok.
Dünya’da olsan yıkarsın ortalığı, “Benim kim olduğumu biliyor musunuz?” diye bağırırsın. Ama burada o afra tafralar kimseye sökmez. Yok orada bile halen söylenmeye devam edersen o kapıda bekler durursun öylece; ama teslimiyete geçersen anlarsın ki “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” aslında bir had bildirme cümlesi değilmiş, sen de çevrene sorup duruyormuşsun “Ben kimim bilen var mı?” diye… İşte soruyorlar “Kim O?” diye ve yanıtın yok, bilmiyorsun…
Yanmaya başlarsın, mahçubiyet içindesindir, olduğun yere kıvrılıp kalırsın anne karnında gibi, gözyaşların sel olur, “Bilmiyorum, Bilmiyorum” haykırışları hıçkırıklarına karışır. Tüm kimliklerin, inşa ettiğin tüm benlikler çökmüştür. Öylece kalakalmışsındır…
Yattığın yerden son kez tıklarsın kapıyı son bir umut. Ama önceki gibi sert ve güm güm değildir kapıya vuruşların, cılız ve ümitsiz… Yapacak başka bir şeyin, gidecek başka yerin olmadığı için… Niceleri vardır kibirlerini bırakamamış da hırsla dönmüşlerdir bu kapıdan ve şimdi kimbilir nerdedirler? Ama içinde bir yer bilir, gidebilecek başka hiçbir yerin yoktur. Ve tıklatırsın kapıyı… Bir farenin kapıyı tırmalaması gibi… Fare bile fareliğini yapıyordur, varlığını gerçekleştirir; ama sen kimsin ki? Fare bile değilsin… Bilmiyorsun kimsin neysin ne yapıyorsun. Hatta bu satırları okurken bile için sıkışıyor kimi kibirden hadi canım diyerek, kimi bilmezliğinin samimiyetinden…
Kapıyı tıklarsın, hatta tırmalarsın hafifçe. İçeriden yine net bir “Kim O?” sesi gelir. Ne yanıt vereceksin? Bilmiyorsun ki… Ne diyeceksin? Kalırsın öylece… Dudaklarından çok ama çok cılız bir ses gelir: “Bilmiyorum ki… Ben hiç bir şeyim… Olsa bende hiç olur. Hiçin de Hiçi… Daha da hiçi…” Artık teslim olmuşsundur ve razısındır. Buraya kadardı dünyaya ait olan her şey ve bitti işte. Geriye kalan yalnız kapının önünde yatan bir hiç. Hiçlerin de hiçi ve daha da hiçi… Teslim olmuşsundur bu hiçliğe… Ve sonra bir gıcırtı gelir… Kapı aralanmaya başlar… Ağır ağır… Gıcırdaya gıcırdaya… Nasıl gıcırdamasın ki binlerce yıldır kapalıydı o… Ama şimdi açılıyor ve içeriden bir ışık sızıyor dışarıya doğru…
Varlığındaki Gülistan’a işte ancak böyle girebilirsin. Onu da öyle manipule falan edemezsin, kandırmaya kalktığın yalnız kendin olursun ve bedelini de bitmeyen bir hasretle ödersin. Ve o kapıya gelebilmek bile öyle bir nasip işidir ki o nasipten haberin olsa gece gündüz yalvarır durursun sadece orayı tıklayabilmek için bile…
Nasip olduysa ve görebilmişsen o kapıyı, işte o kapıdan ayrılma asla. Açılana kadar her ne varsa üzerinde soy gitsin ve Hiçlerin Hiçinin Hiçi olarak kal. O vakit Kapı aralanabilir sana ve içeri adım atabilirsin…
Sonrası mı? Hakk’ın Gülistan’ında bir gül olabilme fırsatı… Fakat kapısı böyleyse içerisi bir nasıldır düşün yani… Çok emek ister çok… Ama aldığın doyum hiçbir şeye benzemez… Vazgeçemezsin bir daha… Bir eline Ay’ı, diğerine Güneş’i verseler de vazgeçmezsin oradan… Sonra anlarsın uluların neyi anlattığını… Sen de hakiki ululuğu keşfetmeye başlamışsındır da bu başka bir hikayedir Gülistan’da…
**
19 Ocak, ilahi Gülistan’ı bize yeryüzünde hatırlatan ve deneyimleten Sathmahâl Gûlîstan’ın doğumgünü. Size Gülistan’ı anlatıp duruyoruz, zannediyor musunuz ki bunun amacı tanıtımdır. Tek arzumuz vardır, nasiplendiğimizden siz de nasiplenin diye. Kavuşum arayışınıza somut bir yanıt olsun diye… Gelenler neyi kastettiğimizi iyi bilirler…
Haber etmesi bizden olsun, gerisi size kalsın…
Başta Gülistan’ımızın dünyadaki inşası için çok büyük emek veren ve sürekli de vermeye devam eden sevgili üstadımız Fatma Meryem Suna ve eşi Serdar Çakır’a teşekkürlerimizi bir kez daha sunarız. Ve de Gülistan’ımıza nice emekler, hizmetler vermiş tüm canlara; Gülistan ailemize teşekkürlerimizle birlikte kocaman bir ‘İyi ki Doğduk” diyoruz koca koca…
İyi ki Doğduk…
Sizi de bekleriz bu ailede var olduğunuzu hatırlamaya… 🙂