Bu yazımızda, yıllardır izlediğimiz ‘Dördüncü Yol Düşüncesi’nden ve onun mimarı George Ivanovich Gurdjieff’ten edinebildiklerimizi, anlayabildiğimiz kadarıyla sunmaya çalışacağız. Bu konulara kısmen de olsa, ilk kez derKi’de yayımlanmış olan ‘İnsanın Dört Boyutu’ başlıklı yazımızda değinmiştik. O yazının oldukça ilgi görmüş olması, bize istenç ve tekâmül konusundaki bu özet çalışmayı hazırlama görevini vermiştir.

Hepimizin bildiği gibi, evrensel (ya da tanrısal) yasalar değiştirilemezler. Ancak, kendini yeterince geliştirebilmiş olanların üstesinden gelebilecekleri, fiziksel ya da tinsel gelişmişlikleri sonucunda aşabilecekleri sınırlar veya üstesinden gelebilecekleri bazı kısıtlamalar olabilir. Bu durum, bütün varoluş unsurlarıyla birlikte bizlerin de bağlı olduğumuz doğa kanunlarının bir takım istisnaları ya da boşlukları olduğu anlamına gelmez. Bunlara daha ziyade, mevcut koşullar karşısında kendilerini geliştirebilenlerin, bazı kıstlamaları kısmen aşabileceklerinin göstergesi ve bu anlamda da gelişme ve tekâmülün gerekliliğinin, hattâ zorunluluğunun kanıtı olarak bakmak daha doğru olacaktır. Ya da bütün bunlara, genel yasalar karşısında kişinin kendi konumunu ve durumunu değiştirmesi, fiziksel ve ruhsal bakımdan gelişip güçlenmesi; bu şekilde de onlara gücü oranında müdahele edebilir hâle gelmesi denilebilir. Gerçekte bu durumdan çıkarılabilecek bir başka sonuç, ‘kurtuluşun mümkün olduğu’dur. Tabii bir diğer önemli husus, sonunda nereye varılacağını bilebilmek mümkün olmasa da, bu tür kazanımlarla ne yapılabileceğinin veya onların elde edilmesi durumunda nasıl ve hangi amaçlarla değerlendirileceğinin öngörülmüş olmasıdır. Yani her yerde olduğu gibi burada da ‘doğru bakış’ın önemi kendini göstermektedir.

Sadece sıradan ya da ‘mekanik’ enerjilerini kullanabilen insanda özgür irade gelişmemiştir. Yeterince bilinçli olamadığından istekleri, özlemleri, tutkuları da gerçek-kendi’ne ait değildir. Aşırı derecede ‘bireyselliğe’ gömülmüştür. Oysa ki adına ‘bireysellik’ denen şey bu anlamıyla ‘gerçek-kendine yabancılaşmak’ ve giderek ‘evrenden soyutlanmak’ demektir. Yani ‘tekbaşınalık’ anlamındaki ‘kendini bulmak ve gerçekleştirmek’ten çok farklıdır. Tekbaşınalık’ta amaç, ‘varoluşa katılmak’; yalnızlaşma demek olan bu anlamdaki bireysellik ise toplumdan ve varoluştan ‘soyutlanmak’tır. Bu gibi kişiler görünüş itibarıyle sürekli ‘kendini kurtarma’ peşinde olsalar da, bu konulardaki bilgileri gerçekte kendisine ait ya da kendi çıkarımlamaları olmayıp, sadece ‘yüklenmiş’ ya da ‘dayatılmış’ kanaatlerdir. Özlemleri gibi inançları da ‘yapay’, ‘dışsal’ ve bencilcedir. Kolayca anlaşılacağı gibi, ruhsal gelişmişlik bakımından geri kalmışlardır. Bu aşamada ‘diğer bedenleri’nin farkında olmaları da doğal olarak olanaksızdır.

İşte henüz böylesine daha ruhsal ve astral bedenlerinin dahi farkında olmadan ruhaniyet yolcusu olduklarını söyleyebilenler ya da ‘guruluk’ taslayanlar, maalesef kendileri gibi başkalarını da kandırabiliyorlar… Onlar henüz ‘araba’yı dahi bilmeyenlerdir. Sonra ‘at’ı tanıyıp öğrenecekler, daha sonra ‘sürücü’yü anlayabilecekler ki ardından ‘efendi’ olabilsinler. “Kimin?” derseniz, tabii ki ‘kendileri’nin. Ardından sıra ‘ben’den ‘ortak irade’ye, sonra ‘zihin-beden’in farkındalığına, oradan bilince (şuur), daha sonra da ‘birlik bilinci’ içinde ‘nedensel’ (kozal) ortak bedene erişebilecektir ki, ‘Varlığın Birliği’ kavranabilsin…

Üst şuur düzeylerinin bilinebilmesi veya algılanabilmesi, o düzeye erişilmedikçe gerçekte mümkün olamaz. Belki yapılmış yorumlar değerlendirilebilir; o düzeylere erişebildiğine inanılan ya da algı boyutları ve algılama olanakları daha ileri düzeyde olduğu kabul edilen kimselerin sözleri irdelenerek onlardan ipuçları elde edilmeye çalışılabilir; ama hepsi de o kadardır. Çünkü hiç kimse kendinde varolmayanın ya da varolsa bile henüz farkında olamadığı birşeyin gerçekte ne olduğunu da, nasıl bir şey olduğunu da bilemez. Keza bilinmeyen bir şuur düzeyi tanımlanamayacaktır. Bilince erişimin farklı aşamaları olduğuna göre, bilinçliliğin de farklı tekâmül düzeylerinin olması doğaldır. Bu konuda bilebileceğimiz tek şey, bu şuur hâllerinden her birine ancak sırasıyla ulaşılabileceğidir.

Öğrenmeye hazır olmak önemli ve gereklidir, ama yeterli değildir; sürecin doğru işleyebilmesi için sorgulamaya da hazır olunmalıdır. Bunun için hiç kuşkusuz öylesi bir birikim ve donanıma gereksinimimiz vardır. Oysa ki insanlarımızın önemli bir bölümü ne kendilerinin kim olduklarını ne de yaşamın amacını bilebildikleri gibi; toplumdaki hareketliliği ve onu yaşayan bir organizma haline getiren dinamizmi de algılayamayacak, toplumsal olayların nedenlerini ve sonuçlarını sorgulayarak çözümleyemeyecek durumdadır. O nedenle de çoğu zaman, bütün bunları güya tüm toplumun yararına ve üstelik kendilerinden çok daha iyi yapabileceklerine inandıkları dinsel ve siyasal liderlere bağlanıp onları hayranlıkla izlemekten başka birşey yapmıyorlar. Bunu yaparken bağımlılıklarının temelinde gerçekte sevgi değil korku, hayranlık değil yüklenilmiş acziyet olduğunu göremiyorlar… Toplumsal evrime kimi zaman engel olup yönünü değiştirenler de bu iki tip önderlerdir. Çağdaşlıktan vazgeçmenin temel nedenleri çarpık çıkar ilişkileri, güdümlü umutlar ve tutkularımızla, her zaman olduğu gibi korkularımızdır. Asıl unutulmaması gereken önemli bir gerçek, inançlarımızın ölüm korkusu nedeniyle icat edilmiş olmalarıdır. Oysa ki çoğu zaman çatışmaların esas nedeninin başkaları tarafından tasarlanmış ve bizlere dayatılmış, dayanağı hattâ gerçekliği tartışmalı bu tür sıradan inançlarımız olduğu gerçeğini gözden kaçırırız. Teşhis yanlış olduğunda tedavinin de yanlış olması kaçınılmazdır.

Korkularımızdan kaçınmaya çalışırken inançlarımıza yoğunlaşmanın gerçekte içsel çatışmalarımızı artırdığını neredeyse hiç farkedemeyiz. Bunlar, yanlış ve yetersiz enerji kullanımı nedeniyle içsel dünyamızda depolanmış olan yararsız ve zararlı düşünceleri beslemekten ve onları güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. İşin ilginç yanı, kendi icadımız olan yapay inançların, onlara kaynaklık eden korkuların doğru anlaşılmasına engel oluşturmasıdır. Çünkü korkularımız, ‘onlara bir türlü dokunulamadığı için’ zamanla tabu olmuş, onların ‘dokunulamaz’ oluşu doğrudan teması giderek engellemiş; ilişki kurma mümkün olamayınca ‘çözümlenemez’ olarak kalmalrı kaçınılmaz olmuştur. Oysa ki korkuyla yaşamak, biz bir türlü kabul etmesek de gerçekte ıstırap çekmektir; özgür olamamak, zihinsel bakımdan ölü ya da en azından ‘aşırı derecede bağımlı’ olmaktır. Çünkü korkunun kaynağı, nedenleri ve oluşum süreci doğru anlaşılmadıkça ondan özgürleşebilmek mümkün olmayacaktır. Korkulardan özgürleşilmediği sürece ruhsal gelişim olanaksızdır.

Hep söyleriz ya; ‘bağımlılık bağımlılıktır’. Bu madde bağımlılığı da olabilir, inançsal bağımlılık da. Oysa ki klasik dinlerde yaşamın her alanını etkileyen katı kurallara ve onların neden olduğu zihinsel olumsuzluklara yol açan türde bağımlılığa, örneğin Tao/Zen düşüncesinde de, sufîlikte de rastlayamazsınız. Çünkü Ortadoğu kökenli inançları benimsediğinizde dinselleşir, dinselleştikçe hoşgörünüz azalır, eleştiriye karşı gittikçe tahammülsüzleşirsiniz.

Tarihe tarafsız bir gözle baktığımızda toplumsal dinamiklerin barbarca sindirilip bastırıldığı, özgür ve aydınlık düşüncenin engellenerek gelişmenin durduğu dönemlerin, aynı zamanda dinsel taassup ve zorbalık dönemleri olduğu görülecektir.

Her gün aynı şeyleri, üstelik defalarca tekrarlayarak içsel gelişimin sağlanabileceğine inanmak ciddi bir yanılgıdır. Bu sayede hiçbir zaman ileriye doğru gelişemez, çevrenizden yansıyan olumsuz etkilerle baş edebilseniz bile sonuçta ancak yerinizde sayarsınız. Çünkü öylesi bir durum varsayımların sanıya, sanıların inanca, ön kabuller ve halüsinasyonların sanal-gerçekliğe dönüştüğü yapay bir süreç olup çıkacaktır.

Aydınlanmaya farklı uygulamaların yardımıyla ulaşılabilir. Ama en kötüsü, bir ustadan aşırı biçimde etkilenerek onun yoluna girdiğini sanmaktır. Halbuki başkasının eylemlerini, kılık-kıyafetini, görünümünü, sözlerini ve yaptıklarını taklit ederek uyanabilmek mümkün değildir. Bir diğer önemli yanılgı da günümüzde artık yaşamdan, onunla ilgili her türlü ilişki, haz ve görevlerden feragat edilerek tekâmül edilebileceğinin sanılmasıdır. Doğru ve önemli olan, herhangi bir öğretinin biçimselliklerini izlemek değil, özünü kavramak; keza yapay ve sıradan bir sözde-uzlaşma’ya varmak yerine düşüncenin-öğretinin esasına girerek ondan alacağı güçle yola koyulabilmiş olmaktır.
Klasik tektanrılı Ortadoğu dinlerinin her zaman yaratılandan ayrı, ama ‘muhatap alınabilir’ tanrıları olmuştur. Hal böyle olunca, tanrı kavramı bir yandan içinde varolduğumuz evrenden ve tabii ki ‘insan’dan da ‘ayrıştırılmış’; diğer yandan ise kaçınılmaz biçimde ‘kişiselleştirilerek’, kazâ ve kaderi tâyin eden, her şeyi ve herkesi hem gözetleyip hem isterse koruyan; yani bir anlamda ‘taraf olan’ ve ‘taraf tutan’, ama olan-biteni de kayıt altına alarak günü geldiğinde herkesten bütün edim ve eylemlerinin, sadece yaptıklarının değil yapmadıklarının, hattâ düşündüklerinin de ‘hesabını soracak olan’; her şeyin sahibi, ‘baba’ ve ‘efendi’ bir tanrı kavramının kökleştirilmesine neden olunmuştur. Böylesi bir anlayış ve inanış ise, kişiden kişiye farklılık göstermekle birlikte, kaçınılmaz olarak bir yandan ezilmişlik ve kaderciliği, diğer yandan ise kendini ona daha çok beğendirme kaygısının, hattâ yarışının neden olduğu açık ya da gizli bencilliği körükleyerek egoyu güçlendirmiştir.

Gurdjieff’in şu sözlerinin Osho’nun söylemleriyle ne denli uyumlu olduğuna dikkat ediniz: “Aradan geçen sürede Batı dinleri öylesine bozulmuştur ki, sonunda yaşamsallıklarını da yitirmişlerdir… Her türden okült ve mistik derneklerle yararsız spiritüel deneyler (bizi ‘bütün’ün bilgisinden uzaklaştırdıkları için) hiçbir zaman olumlu sonuç vermeyecektir.”

Kendini gerektiği kadar geliştirebilenler nasıl fiziksel, zihinsel ya da ruhsal bedenlerinde kapasite artışı sağlayabiliyorlarsa; bütün bunların sonucunda aynı biçimde, algılama, anlama, sorun çözme ve daha duyarlı olma konularında da olağandışı gelişim sağlama imkânlarına sahiptirler. Zaten öylesine özgür, güçlü ve duyarlı hâle gelinmedikçe üst algılama düzeylerine çıkılamıyor ve o türden yeni-gerçekliklere de, onların gelişmiş bilgisine de erişilemiyor. Dinsellerle inkârcıların ruhsal bakımdan gelişememelerinin nedeni budur. Her iki tür de, her ne kadar kabul etmeseler bile, özünde kadercidir. İçsel gelişime kendilerini kapatmış olmaları nedeniyle özgür de olamadıklarından, öylesi ‘tutucu’ zihinsel yapıları nedeniyle gelişemeyecek ve tabii ki aydınlanamayacaklardır.

Dinseller de, fanatik spiritüalistler de, hiç değişmeyen ve aslâ yokolmayacağına inandıkları ‘kişisel bir ruh’un varlığını kabul ederler. Ederler ama, öylesine değerli olduğuna inandıkları ve güya aslî varlık olduğunu düşündükleri böylesi bir değere gereken özeni göstermezler, daha yakından tanımayı ise akıllarına bile getirmezler. Böyle olmasa, onca yasaklamalara ve korkulara rağmen yine de ‘günah’ işlerler miydi? Ama bu onların kusuru olmaktan çok, öğretilerinin ‘iki yüzlü’, ‘bencil’ ve artalanlarının gerçekte ‘kişisel çıkar gözetmeye yönelik’ olmasındandır. İsa’nın müritlerine sıkça sorduğu sorulardan birisi şuydu: “Tüm dünyayı kazandığını sanıp, karşılığında ruhunu kaybetmiş olan insan, gerçekte ne kazanmış olabilir?”

Dinsellerin temel yanılgılarının en başta gelenlerinden birisi, her türlü gelişim ve değişime farklı biçimlerde açık olan ‘ruh’u, ondan daha ötesini bilemedikleri ve araştıramadıkları için ‘öz’ sanmalarıdır. Oysa ki ‘öz’ dediğiniz şeye zihinle de sıradan bilgiyle de varamaz, doğaldır ki algılayamamış olduğunuzu anlatamazsınız. Çünkü bir defa kendinizi uzam ve doğrusal zaman kavramlarıyla sınırlamış ve kısıtlamışsınızdır. Yani bir başka ifade ile, zaman ve mekâna hapsolmuş, o nedenle de kendi olanakları çok kısıtlı bir araçla daha üst gerçekliklerin araştırılacağı bir yola koyulamayacak, dolayısıyla da sonuç alınamayacaktır. Eski ve yeni bütün ustaların ‘zihinlerinizden kurtulmadıkça hakikate erişemezsiniz’ derken kastettikleri budur. Ama Yûnus gibi ipucunu da verirler: “Hepimizde, o bilinen ‘sıradan ben’den içeride ve daha derinde ‘bir başka ben’ daha vardır.” Zaman ve mekâna sıkışmış olan zihin, kendi dışında olup da algılayamadığı her şey gibi işte bu ‘öz’ü, yani içimizdeki cevheri de salt kendi kısıtlılığı, bir bakıma mahpusluğu yüzünden, ondan gelebilecek yansımaları algılayamayacağı için ‘yok sayar’. Algılayamadığından dolayı yoksaydığı için de onun imkânlarının ne denli sınırlar ötesi, kapasitesinin ise sonsuz olduğunu idrak edemez.

Şöyle de söyleyebiliriz: Bu tür sınırlamalardan henüz işin başında iken kurtulabilme olanağı yoktur. Ama o kısıtlamaları esnetmek, düşünce ve farkındalık alanımızı genişletmek mümkündür. Bunu pekâla yoga ve meditasyonla, doğru reiki ve gerçek feng-shui ile… ve daha pek çok araçla başarabilirsiniz. Çünkü bizleri kısıtlayan, baskı altında tutan öylesi kalıplardan kurtulamadıkça ‘üçüncü basamak’tan daha yukarılara çıkabilmek mümkün olmayacaktır.

Fred Alan Wolf, ilginç bir sorudan sonra önemli bir saptamada bulunuyor: “… En geç 2050 yılında yeryüzünde 10 milyarı aşkın ruh olacak. Bütün bu ruhlar nereden geliyor? Yeryüzünün bu kadar ruhu kaldıramayacağı ortada. Bunların hepsi birbirlerinden bağımsız, her biri ayrı haklara sahip ruhlar mı?” ve kısa bir açıklamanın ardından ekliyor; “Tek bir ruh tüm yaşam biçimlerinde varlığını sürdürüyor… ‘Ruhum göç edecek mi’ diye merak edenleriniz olabilir. Tek ruhun verdiği yanıt şu olacaktır: ‘Elbette! Çünkü ben aslâ ölmem ve hiç doğmadım!’ “

Açıklama hayli çarpıcı, ama bu önemli fizikçinin önceki tanım ve yorumlarıyla kimi yerde ciddi biçimde çelişiyor. Ancak bu çelişkinin asıl nedeni kullanılan jargondan ve ruh tanımından sonraki eksik anlatımın neden olduğu anlam kaymalarından kaynaklanıyor. Hemen düzeltelim: Tekâmül eden kuşkusuz ki ruhtur. Ruh, aslî hayatiyet unsurlarından birisidir, öyle ki o olmadan kişinin fiziksel evrende yaşadığını söylemek mümkün değildir. Buraya kadar hiçbir sorun yok. Ama aslâ ölmeyen, hiç doğmamış bir şeyin, bu boyutta yer alan insanlar tarafından geliştirilmesi ya da eğitilmesi nasıl mümkün olabiliyor? İşte o temel sorun tam da burada baş gösteriyor. Çünkü ana kaynaktan kişilere yansıyanın üzerine, o insanın yaşamında edindiklerinin katılmasıyla oluşan ruh, artık ‘kişisel ruh’ olmuştur. Ancak onun tek başına, diğer bedenler ve araçlardan bağımsız, kendi başına eylemde bulunma gücü olmadığı gibi tek başına yaratıcılığı da yoktur. O nedenledir ki bugünkü insanları andıran ya da bizlere benzeyen atalarımızın dünya üzerindeki sayıları bundan 300 000 sene kadar önce diyelim ki en fazla 40 ilâ 60 bin kadar iken bugün 7 milyarı aşmış olup, 2050 yılında 10 milyarı geçecektir. Ruhların sayısındaki böyle bir artışı tümünün birden yaratılmasıyla da reenkarnasyonlarla da açıklayamazsınız. Yani ruh göçü de olsa, yeniden bedenlenmeler de olsa bu büyük artışı ‘yeni ruh oluşumları’nı kabul etmeksizin izah edemiyoruz. Aksi halde, kutsal kitapların öngördüğü gibi hepsi birden, yani bir defada yaratılmış, bu dünyada bedenleninceye kadar bir yerlerde bekletilen yüzmilyarlarca ruh olduğunu kabul etmek gerekecektir. Üstelik tektanrılı Ortadoğu dinlerinin klasik ve ortak inançlarına göre dünyaya sadece bir defa gelebilen, bedeni ‘öldü’ denildikten sonra da kıyamet gününe kadar doğrusal zamana göre tekrar yüzbinlerce yıl (belki daha da uzun bir süre) ‘beklemeye’ çekilecek milyarlarca aylâk ruh;… bu düşünce size mantıklı geliyor mu?… Kaldı ki kısacık bir dünya yaşamı için doğmadan önce ve öldü denildikten sonra, yani iki kez, yüzbinlerce yıl boşu boşuna bekletilmek… ilâhi adaletin planına pek de sığar gibi görünmüyor.

Bütün bu karmaşayı ortadan kaldıracak açıklama şudur: Wolf, diğer konularda ne denli haklı olursa olsun burada genel kuramla çelişmiş, büyük olasılıkla işin içinden çıkamamış, veya kim bilir belki de okuyucusunu düşündürmek istemiştir. Çünkü geride daha ‘uzay-zaman’, ‘zamanda eğilmeler’ ve ‘paralel evrenler’ gibi kuramlar var. Konumuza dönersek; temel varoluş unsurlarından olan ruh, insanın dünyada varolduğu andan itibaren oluşumunu ve gelişimini sürdürür. Tâ ki bedenden ayrışıncaya kadar. Asgari gelişimini tamamlayamamış olanlar bir süre sonra yeniden enkarne olur, ruha gereksinim duyan bir bedenle buluşabilir. Sadece üç boyutlu ve bir de zaman boyutunun dahil edilmiş olduğu bir evrende bunları tüm açıklığıyla kavrayabilmek bugünkü bilgimizle mümkün görünmüyor; ancak bazı işaret ve ipuçlarıyla akıl yürütmede bulunabiliyoruz. Ama biliyoruz ki hayatiyet kazanan ceninin ruhu varolmaya ya da oluşmaya başladığı andan itibaren gelişmeye de başlar. Bize göre ruh Varoluş’tan, yani Boşluk’tan yansıyan bir tür enerjidir; sürekli olarak hem geldiği hem de hâlen varolduğu ortamdan beslenen, gelişip tekâmül edebilen bir yaşam unsurudur. Eğitilip geliştirilebilir ve ‘inceltilebilir’ olduğu gibi, olumsuz koşullar nedeniyle tekâmülü durabilir hattâ geriye de gidebilir.

Kısaca özetlersek; ‘iyi’ veya ‘kötü ruh’ olabilir, ama ‘kötü bilinç’ten söz edilemez. Ruh acılardan, tutkulardan ve onların neden olduğu yanılsamalardan etkilenir; evrendeki tüm etkilere ve yansımalara açıktır. O nedenle de ‘koşullara bağlı’ ve sürekli bir oluşumdur. Bedenlenir, göç eder, diğer varoluş unsurlarıyla etkileşerek tekâmülünü sürdürür. Aydınlanıp tekâmül ettikçe ‘bilinç’lenir. Bu aşamada ruh ile ilgili söylenebilecekler bu kadardır.

Yukarıda kastedilmek istenen, ama sonra karıştırılan şey ise ruh değil; çok daha üst düzeyde, temel, hattâ tanrısal unsur olan ‘bilinç’tir (şuur). Kargaşa da zaten (hiç gerekmediği halde) bu nedenle çıkmaktadır. Ruhsal bedenimizin fiziksel bedenimizle ilişkisi olduğu gibi (örneğin, psiko-somatik etkiler), zihinsel, astral ve eterik bedenlerimizle de ilişkisi vardır. Ayrıca bütün bu bedenlerimiz, gelişebilmeleri için birbirlerine az ya da çok gereksinim duyarlar. Kendi kendine varolan; başlangıcı ve sonu, öncesi ve sonrası ile sınırları olmadığı için zamana ve mekâna bağlı olmayan şey, işte çoğu kez daha alt unsur olan ruhla karıştırılan ‘bilinç’tir. Bedenlenmiş her ruh fiziksel, zihinsel, astral ve eterik bedenlerle kendiliğinden temas edebilir. Ruhun gelişimi, bir ölçüde fiziksel bedenin sağlığıyla, doğru bilgilenme ile, bireysel aklın ve zekânın gücü ve kapasitesiyle de ilişkili ve onlara az ya da çok bağımlıdır. Yani ruh, sanıldığı kadar özgür ve özgün değildir. Oysa ki aslî tanrısal unsur olan bilincin bunlardan hiç birisine ihtiyacı olmadığı gibi, onlardan etkilenmez de. Kaldı ki esasında bütün diğer varoluş unsur ve yansımalarının amacı önce bilince ulaşmak, o sayede de Varlığın Birliği’ne katılarak onunla ‘Bir’ ve yekvücut, yani ‘O’ olmaktır. Ancak o zaman ‘Ben O’yum’ ya da ‘Ene’l Hakk’ diyebilirsiniz…

Nasıl sonunda atoma ve atomaltı parçacıklara dönüşmesi nedeniyle, onları idrak edemeyen yetersiz bilgili sıradan zihin ve gelişememiş beyin tarafından her şeyin ‘yok olduğu’ sanılıyor ve böylesi bir dönüşüm kolay kolay anlaşılamıyorsa; yokoldukları sanılan her türlü nesnenin, uygun koşulların oluşması durumunda tekrar vücut bulabileceğinin anlaşılabilmesi de aynı derecede zordur. Aslına bakılırsa zamanla eskiyen, bozulup çözülen, eriyen, hattâ yanarak ‘dönüşen’ nesnelerin tamamen yokolduklarını sanmak da bir tür inkârcılıktır… Tanrıya şükür ki bilimsel bilgimizdeki artış, bireysel olarak da, kitlesel olarak da ‘Varlığın Birliği’ni nispeten daha doğru kavramamıza yardımcı olmaktadır.

Gurdjieff de, ruh fiziği ile uğraşan pek çok çağdaş biliminsanı gibi, geçen yüzyılın başlarında ruhun, insanın tüm yaşamı boyunca yapmış olduğu eylemlerinin ve edimlerinin doğal sonucu olarak sürekli oluşup değişime uğradığını kabul etmiştir ki; bu anlayış Budha’nın, İsa’nın, hattâ Mevlânâ gibi mistiklerin öngörüleriyle de uyumludur. Yani ruhsal yapımızın statik değil de ‘geliştirilebilir’ olduğu kabul edilmedikçe ‘ruhsal tekâmülü’ de onun nedenselliğini anlamak da mümkün olamıyor. O nedenledir ki dinsellikte zihinsellik ve ‘stabilite’, dindarlıkta ise ‘dinamiklik’, bilinçlilik ve ‘içsel gelişim vardır’ diyebiliyoruz.
Ve yine üstada göre ruhsallığımızın da, bir bütün olarak ruhsal bedenimizin de niteliği, onu oluştururken gösterdiğimiz çabaların kalitesine ve yoğunluğuna bağlıdır. Gurdjieff’in bu söylemlerine bakıldığında, ‘Dördüncü Yol’ düşüncesinin hem ‘varoluşçu’ hem de ‘diyalektik’ ve ‘evrimci’ temellere sahip analitik bir düşünce sistemi olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz.

Keza ‘Dördüncü Yol’ düşüncesinin önemli isimlerinden John Godolphin Bennett (Mustafa Kemal’e, Bandırma vapuru ile Anadolu’ya geçiş izni veren o zamanki genç ingiliz istihbarat subayı), bu konuyla ilgili olarak bir takım eklemeler yapıyor: Özetlersek, “Tekâmül söz konusu olmadığında insanın varoluşunun amacı kaybolur. Yaşama genellikle daha alt aşamalardan (yedi basamağın ilk üçünden) başlanır, gelişerek yukarılara çıkılabilir. Nasıl ilk aşamadaki insan ‘bedensel’, ikinci aşamadaki ‘duygusal’, üçüncü aşamadaki ‘düşünsel’ olarak tanımlanabiliyorsa; bu genel değerlendirmeyi yedi gelişim aşamasına kadar sürdürebiliriz (tabii bu yedi aşama Gurdjieff’in kuramında da, tıpkı sufîlikteki gibi, kesin ya da belirgin sınırlarla ayrıştırılmış olmayıp, anlama ve anlatım kolaylığı sağlama amacıyla yapılmış bir açıklamadır). Her sonraki adımda bilgelik de erdemlilik de artış gösterir. Hepimiz daha üstün varlıklar olma potansiyeli ve imkânına sahibiz; çünkü ‘düşünebilen’ organizmalarız… Sıradan insanlar duyguları ve güdüleriyle hareket ederler; geliştikçe aklın, mantığın, bilincin önemi ve ağırlığı artar. Basit bedensel ve fiziksel gereksinimlerin yerini daha nitelikli enerjilere yönelme ve onları doğru kullanabilme becerisi almaya başlar. Duyguları, heyecanları, coşkusu, amaç ve beklentileri, bütünüyle değişime uğrar… Bu, her aşamada kendini biraz daha aşmak demektir.” Bennett şunu da ekler: “Hepimiz kozmik bir amacın parçalarıyız. İçimizdeki tohumu nasıl kullandığımıza bağlı olarak ya gelişim aşamalarının aşağılarında kalarak tutsak olur, ya da yukarılara çıkarak hizmetlerimizi sunarız. Tutsaklık, yok oluşa; özgürlük içindeki tekâmülse, varoluşa uzanır”. Özetleyerek çevirdiğimiz bu düşüncelerin, gelişme yolundaki çağdaş ve bilinçli insanın duygu ve amaçlarıyla çelişmediğini; aksine uyumlu olduklarını tahmin edebiliyoruz.

Gerçek bir mistik, bilmeden inanmayı hiçbir zaman erdem saymaz; o nedenle sürekli araştırır, hakikat yolunun durağının da sonunun da olmadığını bilerek… Gurdjieff düşüncesi de insanın önünde yürünecek sonsuz bir yola işaret eder; önce kendini tanıma ve bilme ile başlanacak yolculukta, yolu değil ama nasıl yürünmesi gerektiğini anlatır. Ve kimi güncel, sözde çağdaşlık kazandırılmaya çalışılmış, teknolojik terimlerle süslü ‘işte en doğrusu benim’… ‘geri kalan herşey benden türemiştir’…vb. sapık savlar içeren; bilmeden itaate dayalı ve açıkca söylenmese de pratikte dinselliğe batmış uydurma kuramların ne kadar boş ve aldatıcı olduğunu kavramamızı kolaylaştırır.
Gerçekten de olanca enerjimizi ve yaratıcılığımızı, zihinsel-düşünsel-ideolojik-dinsel fanteziler ve uydurma teoriler oluşturma yerine; doğru gözlemle, temiz bir zihinle, bilimsel anlamdaki kuşkuculuk ve olabildiğince özgür akılla, önce kendimizi sonra da doğayı koşulsuz ve doğru anlamaya verebilseydik; bugünkü olumsuzluklardan, acılarımızdan, ıstıraplarımızdan da büyük ölçüde özgür (münezzeh) olabilecektik… Bunu bir başarabilsek, gerçekte ‘öz’ümüzün ne kadar iyi ve zengin olduğunu da, nasıl bir potansiyele sahip olduğumuzu da farkedebileceğiz… O zaman erişilebilecek olan ‘denge durumu’, bastırılmış, kararsız veya zorlama-denge değil de, hem içsel özü aracılığıyla ‘bilinç’le hem de doğayla (veya yaratılmış her şeyle) oluşturulabilecek gerçek-denge olacaktır. O durum, gerilimlerin sona erdiği, tam anlamıyla huzurlu ve ‘kararlı denge’ durumu olacak; artık hiçbir dışsal etkenin gücü ya da şiddeti onu bozmaya yetmeyecektir. Ve önemli bir ayrıntı; dışsal etkilerin yanıltıcılığından kurtuldukça artık tepkilerimizin yanlışlığı da boşunalığı da söz konusu olmayacaktır.
Özetle, gerçeklerden kaçınarak, onları göz ardı ederek veya yoksayarak gelişebilmek mümkün değildir. Nedeni, o zaman enerjileri doğru kullanamayacak ve özümseyemeyecek olmamızdır. Yani aslında erdem ve bilgelik de ‘doğru enerji kullanımı’na bağlıdır.

Jiddhu Krishnamurti, bir sunumunda şöyle söylemişti: “Yaşamı tekdüze, büyük ölçüde de sığ ve boş olanların dinsel bir inanca sığınmalarını anlayabiliyorum. Ama bu, bilinmeyene açık olmak değil, aksine bilinmeyenden kaçmaktır… Zihinsel boşluk ve güvensizlik içerisinde iken, öylesi bir koşullanmışlıkla ve gelecek korkusuyla bir şeye sığınmaktır… Oysa ki ‘din’ böyle bir şey olmadığından ‘dindarlık’ da bu olamaz.”
Yeri gelmişken burada düşünme sürecinin yapısına ve işleyişine bir göz atalım… Düşünülen ya da düşünüldüğü sanılan şeylerle ilgili izlenimler ‘düşünme’ sürecinin sonunda zihne gerçek ya da sanrı olarak yansırlar. Zihnin bu durumda niteliksel bir ayrım ya da değerlendirme yapabilme becerisi yoktur. O beceriye sahip olabilmek, aklın ve zekânın kapasiteleriyle ve doğru işleyip işlemedikleriyle ilişkilidir. Edinilenlerin doğrulukları da, gerçeklere erişilebilme düzey ve olanakları da iki şeye bağlıdır. Bunlardan ilki, düşünmeye konu olan şeylerin gerçeklikleri ve algılanabilir-çözümlenebilir olup olmadıkları; ikincisi ise düşünme sürecinin ve yönteminin doğruluğudur. Yani bilginin gerçekliği yanında, sürecin de doğru anlaşılması ve gerçeğe uygun biçimde sürdürülmesi, varılacak sonucun sağlıklı olup olmadığını belirleyecektir. Edinilenlerin nasıl değerlendirileceği de aynı biçimde zihnin yapısı ve önceden oluşturulmuş kalıplarla değer yargılarına, beynin işlem kapasitesine ve zekânın gelişmişliğine bağlıdır.

Herkes ulaştığı kanaati doğru sanır. Önemli olan onların öznel bakımdan değerli veya işe yarar olmalarından çok nesnel bakımdan doğru olup olmadıklarıdır. Çünkü bu yansımaların öznellikleri ile nesnelliği, gerçekte örneğin anlamlı/anlamsız, doğru/yanlış, güzel/çirkin… gibi değerlendirmelerde bulunulduğunda farklılaşabilir.
Ama nedense konu din veya dinsellik olduğunda bu süreç de onun işleyiş biçimi de ya unutulur ya da çalışmaz; çalışsa bile doğal olmayan inançsal engeller süreci sabote ederler. Çünkü işin içine iman ve kutsallık gibi olağandışı ön kabullerle her türden korkular karışmıştır. O nedenle dinsel konularda bir türlü özgürce düşünemeyiz. Hattâ benimsediğimizin dışındaki tüm diğer inanç ve düşünce sistemlerini kıyasıya eleştiririz de kendimizinkine toz kondurmayız…

‘Dördüncü Yol’ düşüncesinin önemli saptamalarından birisi de ‘dışarıdan edinilmiş yapay kişiliğin, kişinin kendisine ait olan gerçek-öz’üne erişimini engellemekte olması’dır. Çünkü edinilmiş kişilik yapaydır. Bu görüşe hak vermemek elde değil; nedeni, doğduğumuzda henüz kişiliğimizin olmamasıdır. Ancak bir takım kalıtımsal özelliklerimiz söz konusudur ve kimi inanç sistemlerinin kabullerine göre de geçmişten şimdiki yaşama taşıdığımız ‘karma’larımız. Ve gerçekte kendimizin olmayan dışsallıkları ne kadar çok benimser isek, kendimizin olan şeyi algılamakta o kadar başarısız oluruz. Nedeni de ya ondan uzak düşmemiz ya da onun gölgelenmiş veya karartılmış olmasıdır. Zihni ne kadar yanlış ve zararlı besinlerle beslersek, bütünsellik yerine ne kadar ayrımcı ve düalist düşünme alışkanlığı edinirsek yanılma ve sonunda bilinçten uzak kalma olasılığımız o kadar artacaktır.

Günümüz ingiliz fizikçi ve düşünürü Donah Zohar’a göre; “Tıpkı kuantum kuramındaki dalga-parçacık ikiliği gibi, öznel farkındalığımızın yetersizliği nedeniyle ‘zihin-beden ikiliği’ oluşmaktadır”. Bize göre de, gerek kendimize gerekse yaşadığımız dünyaya olan yabancılığımızın nedeni, eğitim ve bilgi adına yıllardır bize dayatılmış olan bu yapay ve eksik, ikilemci-ayrımcı (düalist) tezlerdir. Kaynağın aynı ve farklılıkların sadece görünürde, çoğunun da geçici ve değiştirilebilir koşullar nedeniyle oluştuğunu kavradığımızda; Tao’nun/Budha’nın/Bodhidharma’nın/İsa’nın/Mevlânâ’nın/Einstein’ın… ortaklaştıklarını doğru bakıp-anlama ve doğru bilip-çözümleme yoluna gireceğimiz açıktır.

Gelişmiş bir zihnin ‘nedenselliği kavrama’ yeteneği ve becerisi doğal olarak artar. O zaman sürece kapasitesi ve niteliği artırılmış, doğayla uyumlu ve gerçekliklere saygılı, arayış içindeki böylesi bir zihnin dahil olmasının sakıncaları azalacak, zihin arındıkça zamanla tüm olumsuz etkileri de ortadan kalkmış olacaktır. Nedeni, gelişmiş bir zihnin doğru çözümleme için artık doğru ve gerekli malzemeleri depolayacak olmasıdır. Dolayısıyla içsel çatışmaya neden olmayacak bir zihin artık daha ‘güvenilir’ hâle gelmiş demektir. Ancak böyle olabilirse sürecin yönetimi, o eski engelleyici zihinsellikten, duyguların baskısından ve onlara bağlı düşüncelerin esaretinden kurtularak bilincin, yani önce ‘sürücü’nün sonra da ‘efendi’nin kontrolünde olabilecektir. O vakit kadim ustaların “Etki altında kalan ve savrulup duran değil de, önce özgürce ‘izleyen’, sonra da şuurla hareket eden ol!” tavsiyesine uyum mümkün olacaktır. Zaten kişi de kendisindeki nitelik değişimini farkedecek, çatışmalardan sıyrıldığını, gittikçe daha yüksek ve nitelikli enerjileri (Yaratıcı, Birleştirici, Aşkın) kullanarak ‘yol’da daha bir güvenle ve ‘şuurlu bir inançla’ yürümekte olduğunu farkedecektir… Esasında ‘gelişmişlik’ bu demek olduğundan, konuya böylesine anlaşılır biçimde yaklaşamayan; zihinsel tutsaklık ve sınırsız aidiyet, yani bir anlamda şuursuz bağlılık ve bağımlılık öngören öğretiler veya düşünce ya da ‘kişisel gelişim’ sistemleri gerçekte kimseye bir yarar sağlamayacak; dolayısıyle onun tekâmülüne de yardımcı olamayacaktır. Tabii o zaman böylesi bir zihinsel boşluğu dolduracak olan şeylerin, o kişinin zihinsel yapısına uygun düşen bir takım sanal-gerçeklikler, korkuyla karışık umutlar, sıradan ve boş vaadler; bütün bunların neden olduğu bir takım halüsinasyonlar… kısacası yanılgılar ve doğal sonucunun da düşkırıklıkları olması kaçınılmazdır. Gerçekteyse bu durum, ruhsal olmaya çalışırken zamanla daha çok ‘gerçek-kendine yabancılaşmış’ ve miskin, sözde bilinçlenmeye çalışırken de gittikçe daha çok zihinsel olmak demektir. Hele de işin içine durağan ritüeller, sürekli tekrarlar ve o tekrarların neden olduğu alışkanlıklar karıştığında, sadece esaretin türü ya da biçimi değişmiş olacak; kişisel gelişim adına ulaşılabileceğine önceden koşullanılmış olan her şeyle birlikte, çok değerli olan zaman ve onca emek heba edilmiş olacaktır.

Her edim ve eylemimizde bizi harekete geçiren gücün ne olduğunu doğru anlayabilmek son derece önemlidir. Aksi halde koca bir yaşamı adeta bir türlü ayırdına varamadığımız bir tür hipnotik trans durumunda ve farkındalığın hayli uzağında geçirmiş oluruz. Oysa ki bilinçlenme ve farkındalık yolunda olduğunu sanırken, gerçekte giderek şuursuzlaşıp gerçek-kendi’nden uzaklaşmak, bir fikrin ya da kuramın tutsağı olduğunu farkedememek ne kadar hazin birşeydir.

Gurdjieff’in dinlere bakışı da son derece özgün ve oldukça şaşırtıcıdır. Ona göre, zaman içinde biçimlendirilmiş olan mevcut dinler ile, bu dinlerin temelini oluşturan esaslar birbirlerinden ayrışmış, hattâ tamamen farklılaşmış olabilirler. Bugüne ulaşan öğretiler, gelenekselleşmiş ritüeller ve ibadet biçimleri, çok sayıda el değiştirerek bizlere ulaşabilmiştir. Öyle ki, zaman içinde şekilselliğin ön plana çıkması nedeniyle, kimi dinlerde esas unutulmuş veya kaybolmuştur. Mezhepler, tarikatler ve onlara bağlı kollar ile düşünce ve yorum farklılıkları böyle oluşmuş, her yeni organize oluşum dinlerin biraz daha bozulmasına neden olmuştur. Bugün hiçbir din özgün biçiminde değildir. Kitaplar, zamanında inançların temelini bilenler için yazıldığından, bugün aksine bu esasları bilmeyenlerin kafalarını karıştırarak daha büyük yanılgılara düşmelerine neden olmaktadır. Böylelikle de kimse gerçekte nasıl dindar olunacağını bilemez hâle gelmiştir.
Gurdjieff, bu yorumlarına uygun bir de örnek verir: “Örneğin bir hristiyan, Mesih’in buyruklarına uygun biçimde yaşayan bir insan olmalıdır. Sizce kaçımız gerçek hristiyan sayılabiliriz?” Can alıcı saptamasını yapmaktan da çekinmez: “Bu hâlimizle gerçek bir hristiyan olmayı isteyebilecek iradeden yoksunuz.” Biz de her fırsatta dinsellerin dindar olamayacaklarını söylerken, onların içsellikten uzak kaldıklarını ve kolaycılığa kaçarak şekilselliği yeğledikleri için de bilinç yerine gittikçe zihne yöneldiklerini belirtmişizdir. Dindarlık da her şey gibi doğru algılanmaksızın erişilemeyecek bir şeydir; ve farkındalığı doğal olarak zihinden zihne değişecektir. O nedenledir ki herkes dinselliği de dindarlığı da farklı yaşayacaktır; üstelik izledikleri ritüeller, inanç ve ibadet biçimleri görünüşte tamamen aynı olsa bile. İşte böyle bir durumda ‘yeniden doğuş’un gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Bennett da, dinlerin günümüzdeki durumunun ‘tam bir trajedi’ olduğunu belirttikten sonra, şunları ekler: “Dinsel bölünmeler, insanların inançları, düşünce ve yaşam tarzları ile temel yönelimlerinde gerçekte içsel anlamda pek de fazla bir değişikliğe neden olmazlar. Asıl etkileri dışsallıklarında gözlemlenir. Dışsallaştıkça da esaslarından uzaklaşırlar. Geriye doğru bakarsanız göreceğiniz şudur: Hristiyanlığın tarihi, maalesef savaşların, fetihlerin, kitlesel zulüm ve şiddetin tarihidir. Bugün de kiliseler İsa’nın gerçek öğretilerini anlatmamakta ve uygulamamaktadırlar.” Ve yine çok önemli bir noktaya parmak basar: “İncil’de ‘din’ sözcüğü gerçekte bir kez bile kullanılmamıştır. Ama (bozulmuşluğun göstergesi olarak) kitap metni yaşayan dillere çevrilirken, kasıtlı bir biçimde ve gerçekte başka şeyleri anlatmakta (tapma, tapınma, hayranlık) kullanılan diğer sözcüklerin yerine, üç kez ‘din’ sözcüğüne yer verilmiştir.” Zaten bilebildiğimiz kadarıyla İsa da öğretisi için ‘hristiyanlık’ adını kullanmamıştır. En çok kullandığı sözler, ‘tanrının yolu’, ‘tanrıya giden yol’ ve özellikle son zamanlarında da ‘cennetin krallığı’ olmuştur.

Peki çözüm ne olabilir? Çözüm herkesin zihinsel yapısı ve birikimleri ile, o yapının niteliğine ve gelişmişliğine bağlı olduğundan, kimse bu konuda herkes için uygun olabilecek ‘hazır reçete’ler veremez. Yine de öneri istenirse, seçtiğiniz yolda yürüyebilme gücünüzü artırabilecek yöntem ve uygulamalar arasında ilk akla gelenler şunlar olabilir:
Zihnini sürekli arındır.
Kendini bil.
Özgür, Açık ve Cesur ol.
Yoga yap.
Meditasyonu ihmal etme.
Bir süre sonra uygulamanı çeşitlendir…

Bu aşamada artık kundalini, taoculuk, budacılık, Zen, mistisizm… sadece
yan varyantlardır. Esas ve makbul olan, her zamanki gibi ‘yolda olmak’tır.