Başlangıçta reenkarnasyona inanmazdım, hatta saçmalık derdim ben. Aslında açıkcası ne olduğunu da bilmiyordum ya bu kavramın… reenkarnasyon diye birşey varsa inandığım ve doğru kabul ettiğim herşey yıkılacaktı ve ben koca bir bilinmezle karşı karşıya kalacaktım. Benliğim bunu kaldırabilecek durumda değildi. Hem nasıl olurdu da bir ruh öldükten sonra yeni bir bedene geçerdi. Saçmaydı bu saçma… Aradan 8 sene geçti ve şu anda reenkarnasyonun var olduğunu biliyorum. Bu yazı size reenkarnasyonun varlığını ispatlamaya çalışacak yada inanmanızı isteyecek bir yazı değildir. İnanıp inanmamanız da size kalmış, zaten kimsenin buna inanıyor yada inanmıyor diye boyu uzayıp kısalmaz. Bu yazı benim şiddetle reddedişimden, “kendi içimde” bilişime doğru uzanan bir serüvenin kısa bir özetidir.
Herşey 1995 yazında başlamıştı. Hayatımın en önemli sapağındaydım diyebilirim. O ana kadar ki tüm Dünya’mı kökünden değişterecek olaylar başlamak üzereydi ve ben özellikle kendimle ilgili bir sürü sorunun yanıtını arıyordum. Mevcut yanıtlar tatmin etmemeye ve yetmemeye başlamıştı açıkcası ve mutlaka daha “fazla”sı olmalıydı diye düşünüyordum. (Bu dönemin ayrıntıları için bkz: “Benim Kıyametim” – sonsuzlukotesi.com”) Böyle karmaşık bir dönemde karşıma çıktı ilk defa ciddi anlamıyla “reenkarnasyon”. Daha önceleri işte TV’lerdeki programlardan duyuyorduk: “Osmaniye’nin bir köyünde ayakkabıcı olduğunu hatırladığını iddia eden küçük çocuk doğruyu mu söylüyor” gibisinden haberlerdi bunlar. (Genelde Star TV’de Saadettin Teksoy’da çıkardı ve yine genelde Adana dolaylarında bol bol bulunurdu). Bu konu hakkında fikirler oluşturmaya nasıl başladığımı hatırlamıyorum, ama hiç bilmediğim bir konuyu toptan reddedişim aklımda. Bir de işin şu boyutu var ki ben dedesi imam olan ve babası namaz kılan bir ailede büyüdüm ve ben de çok dindardım. Hatta o dönemlerde namaz kılar, orucu da aksatmazdım. Reenkarnasyon, dinin bana öğrettiği “yargılanma, hesap günü, cennet-cehennem” gibi kavramları yıkıyordu. Çünkü sürekli gelip gidebiliyorsan bir defa hangi hayatın yargılanacaktı kıyamet gününde ya da cennet-cehenneme gideceğin nasıl anlaşılacaktı vs. En temelinden bu doğruysa “kıyamet” diye bir şeyde olamazdı ki sümmehaşa düşüncesi bile adamı yamultma potansiyeline sahipti. Eh bu koşullarda haliyle reddettim. Sonra bir açılış ve kopuş anı geldi ki hayatımın tamamiyle değişti bir andı; ben aradığım yanıtları farklı kaynaklarda bulmaya başladım. Aslında o gün başladığım yolculuk “insanın ‘gerçek’ kendini arayışı” süreciydi. Bunu aslında birçok kişi yaşamıştı dünyada ve yaşıyordu da. Okuldaki derslerimizde bile okuyorduk bunu “tasavvuf” adında ama aslında neyi anlattığı sadece öğretmenin sesinin kulaklarımızda yansımasıyla sınırlıydı. Sadece tasavvuf mu, dünyadaki tüm dinlerin üst safhalarında bahsediliyordu bu yolculuktan ve 3 büyük dine göre daha az kurumsallaşmış Budizm, Şamanizm, Zen gibi inanç sistemleri tamamen bu yolculuğu anlatıyordu. Sadece din mi, aslında aradan 8 sene geçtikten sora dönüp arkama bakıyorum ki ister bir dine mensup olsun, ister olmasın herkes bu yolda yürüyebiliyor ve birçoğu buna isim koymasa bile “bu yol”un yolcusu.
Işte ben bu sürece girdikten sonra “reenkarnasyon” bir defa daha çıktı karşıma, ama bu sefer toptan bir reddediş yoktu. Bütün bunlar başlamadan önce bir rüya-gerçek arası bir vizyon görmüştüm: 15. yüzyılda Anadolu’da bir köy evi ve içeride yaşlı bir kadın yatıyor. Bu kadın ölmüş ve başında da 3-5 kişi ağlıyor. Ben de tepeden bunları izlerken içimden soruyorum “yahu bu kadın ölmüş ve ööle kabuk gibi duruyor, ee peki nerde ruhu?”. Yanıtı içimden anında geldi: “Salak şu anda ona tepeden bakan kim?”. Iç sesim diye söylemiyorum çok iyi anlaşırız, hatta yediğimiz içtiğimiz bile ayrı gitmez ve bana “salak, itoğluit, kodumun çocuğu…” gibi hitap etmeye de bayılır… Ben bu vizyonu ilk başta hiç anlamlandıramamıştım ve zamanla anlamaya başladığımda da şok olmuştum. “Reenkarnasyon” bana kendini anlatmaya başlıyordu… “Reenkarnasyon” genelde doğu inanışları arasında geçer gibi anlatılır Batı kaynaklarında. Brahmanlar, Budistler vs.’nin inanışına göre insan önce taş, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan olarak gelip giderek evrimini tamamlar en basit anlatımıyla. Buradan bir sürü ayrıntıya gidilebilir ki gidin bunları kitapçıdan alıp okuyun daha iyi. Ben burada kendimin reenkarnasyondan ne anladığımı anlatmak istiyorum kısaca. Bunlar yıllar sonunda benim çıkarttığım ama “kesin” doğru olarak asla nitelendiremeyeceğim düşünceler. “Kesin” diyememenin iki nedeni var: Birincisi Dünya’da neye “kesin” gözüyle baktıysam hepsinin bir süre sonra aslında “kesin” olmadığını ve yıkıldığını gördüm (ayrıca bu putlaştırdığım herşey içinde geçerli. Evren benim putlarımı yıktı durmadan. Zaten kutsal kitaplardaki “putları yıkın” emrinin de ağaçtan bazı pagan totemlerden çok, esas insanın içindeki kendi putlarını işaret ettiğini düşünüyorum). İkincisi ise herkesin “kesin”i kendisinedir bence. Özellikle konu inançlar olunca herkes istediğine “kesin” demekte özgürdür. Zaten insanların kendi görüşlerini size onaylatma çabaları da aslında kendilerine tam inanmamaktan ve çevreden onay alma ihtiyacından kaynaklanır. Ne zaman böyle “kesin”lik tartışmasına girseniz kendilerini onaylatma ihtiyacı içinde olanlar önce “toplumsal düzenin sağlanması için ‘kesin’lerin olması gerektiği” şartını öne sürerler ki kısmen haklıdır. (Kısmen şu yüzden: dediklerine katılırım ama sözü kullanma niyetleri tuzaklıdır, amaçları bu onaylatmayı kullanıp size kendi görüşünü kabul ettirip, sizi mat edip, kendisini iyi hissetmektir) Sonradan da kendi inandıklarının “kesin” olduğunu çeşitli metinleri kaynak göstererek ispatlamaya çabalarlar. (Mesela kutsal kitapları gösterirler. Ama kutsal kitaplar o kadar sembolik bir dil kullanmaktadırlar ki nereye çeksen oraya gidebilirler. Insanın algısının genişliği kadar anlamlar kazanır kutsal kitaplardaki sözler ve hatta kitaplarda şunu der: “gören gözler için burada farklı anlamlar vardır”) Uzun bir antiparantez oldu bu ‘kesin’lik olayı, kısacası herkesin ‘kesin’i kendinedir. Ben, hayat denilen süreci sonsuz boyutlarda bir oyun parkı gibi görüyorum. Sonsuz büyük ve sürekli büyüyen, inanılmaz oyuncaklarla dolu ve bizler yarattıkça yenilerinin doldurduğu, herkesin istediği herşey olabildiği ve aslında tüm amacın “to enjoy” olduğu kocaman bir oyun alanı. Tabii bu hayatı çok kasarak yaşayan, ona büyük anlamlar ve korkular yükleyen bizler için kolayca kabullenilmeyecek bir durum ki zaten ben o yüklenilen anlamları veya korkuları da reddetmiyorum. Bir bilgisayar oyununu düşünün. Mesela Warcraft’ı. Siz bir senaryoyu seçersiniz ve oynamaya başladıktan sonra size çeşitli görevler verilir. Siz bu görevi yapmak için çabalarsınız ve çopu zaman strese bile girebilirsiniz. Oyun çok çok iyiyse siz o kadar kaptırırsınız ki dünyadan koparsınız ve onla bütünleşirsiniz resmen. (Sonra bir bakarsınız kambur olmuşsunuz, boynunuz tutulmuş falan). Peki aslında neden Warcraft oynuyorsunuzdur? Görevleri tamamlamak için mi? ya da insanları orclardan kurtarmak için mi? ya da aslında ortada tehlike altında olan insanlar var mıdır ki? 😉 Tek bir nedenle oynarsınız oyunu: Sizi Eğlendirmesi İçin… Benim kendi düşünceme göre de hayat, kendi kendimizi eğlediğimiz koca bir oyun. Yaratanı konusuna girmeyeceğim, onun kim olduğu konusu binlerce yıldır hayatımızı belirliyor. Ama kişisel görüşüm, evet bir Yaratıcı var ve bizler onun parçalarıyız. Hayat bir oyun parkı gibiyse eğer ve içinde sonsuz sayıda oyun varsa, bizlerin değişik zamanlarda değişik kimliklerle bu parkı ziyaret edip oyun oynamamız gittikçe daha kabullenilebilinir hale gelmeye başladı benle zamanla. Düşünsenize siz aslında kocaman bir sinema dünyasındasınız ve mesela Rober De Niro gibi değişik rollere girip oyununuzu oynuyorsunuz. Amcam birgün polis oluyor, birgün suçlu, birgün kral, birgün dilenci, birgün aşık, birgün eşcinsel ve o kadar büyük oyuncu olmasının tek nedeni; her rolünü yaşayarak oynaması. Ama film bittiğinde yine o Robert de Niro. Reenkarnasyonda da bu oyunu ve oyunculuğu anlatan bir kavram olduğunu düşünüyorum. Oyun alanında istediğiniz rolü oynamakta serbestsiniz. Seç ve gir içeri. Yalnız bu alanın tek bir şartı var ki hem rolunü hakkıyla oynayacaksın, hem de aldığın zevki katlayacaksın: oyuna girerken daha önceden bildiğin herşey ‘geçici’ bir süre aklından silinecek, yani unutacaksın. Eh tabii bu işin riskli yönü de var ki oyuna fazla kaptırınca oyunda olduğunu unutup kendi ‘matriks’inde dönüp duruyorsun. (Hani boyun tutulması meselesi gibi) Neyse ki çevrede sana “oyun”da olduğunu hatırlatan hatırlatıcılar var ve bu hatırlayış süreci de zevkin bir parçası bence. 😉 Şu anda bazılarınızın “hayatı ne kadar hafife alıyorsun” diye düşündüğünüzü biliyorum da düşünün bir kere hayatta en zorlandığımız ve aslında en ciddi problemimiz olan şey: “hayattan zevk almak” değil mi? Yaşamımızı 80 senelik bir hücre hapsi gibi yaşıyor çoğumuz ve etrafınızıza bir bakın hele mutsuz yürüyen cesetler ordularına dönmedik mi?Esas ciddi meseles budur bence: tadını çıkartabilme. Tabii hemen birileri “dışarda millet açken sen nasıl böyle şeyleri rahat yazıyorsun” diye atlayacaklardır. Zaten ben gidip her gece Laila’da eğlensin halkımız gibisinden birşey demiyorum. Ayrıca ruhun da o zorlukları yaşarken ne gibi şeyler tattığını maalesef bu bilinçle anlayamayabiliyoruz. Ama bu algılayamamamız onun olmadığı anlamına gelmiyor ki en zor durumda bile ruhu ayakta dimdik duran ruhlar gördüm ben. Aslında o kişiler için “tadını çıkartma” olayı daha farklı bir boyutta oluyor diye düşünüyorum. Robert De Niro’nun zorluklar içinde yaşayan bir adamı canlandırdığı bir rol gibi. Ama şunu da eklemem lazım bu “millet aç” söylemleri bir çzöüm üretmekten öte, hoşlanmadığı bir durumda karşıdakini susturmak veya durumu kendi inançları lehine çevirmek için kullanılan bir saldırı silahına dönüşüyor; bu da hoş olmayan ve çok sıkı bir tuzak.
Bol bol araya girip açıklama yapma gereği duyuyorum ki mümkün olduğunca az boşluk bırakarak çizmeye çalışayım resmimi. Yıllar ilerledikçe reenkarnasyon kavramıyla ilişkilerim farklılaşmaya ve daha da yakınlaşmaya başladı. Yatakta ölen yaşlı kadın vizyonları gibi vizyonlar daha sık görünmeye başladılar gözüme ve bunlar rüyalardan öte günlük yaşamın içinde yolda yürürken gözümün önüne gelen ve duygularını da sonunda kadar içimde hissettiğim çok gerçekçi görüntülerdi. Ama bunların benim geçmiş yaşamlarından olabileceğine şüphe ile bakıyordum açıkcası ve okuduğum bilgilerin etkisiyle uydurduğumu düşünüyordum. Bunlardan en çok karşıma çıkanı 18. yüzyıl Fransa’da bir düello sırasında öldürüldüğüm olanıydı. Bu görüntülerde Fransız İhtilali’ni yaşadığım, ama ölümümün ihtilalden değil; bir kadın uğruna olduğunu görüyordum. Hatta o kadının ve beni düelloda kılıçla öldürenlerinde şu andaki yaşamımda kim olduklarını görebiliyordum. Ama diyorum ya ben bunları uyduruyorum diye düşünüyordum. Sonra bir gece çok sevdiğim ve az buçuk medyumik yetenekleri olan iki arkadaşım bana geldiler. Muhabbet ederken laf lafı açtı ve bana “hatırladığın geçmiş yaşantın var mı?” diye sordular. Ben de “18. yüzyıl Fransa’sında yaşadım ve düello da öldürüldüm, hem de bir kadın uğruna tam benlik” der demez bunlar ağlamaya başladılar. Ama nasıl ağlıyorlar, birbirlerine sarılıyorlar anlatamam. Korktum da bir an “lan noldu?” dedim, kendilerine geldikten sonra anlattılar. Bunlar kendi aralarında kartlarla medyumvari aktivitelerde bulunurken “bizim Hasan’la geçmiş yaşantımız” var mı diye sormuşlar ve gelen yanıt şuymuş: “Ceren’le var. 18. yüzyıl Fransa’sında yaşadılar ve Hasan bir kız için düello ederken öldürüldü”. Tabii ben de ööle kalakaldım ve uzun süre kendime gelemedim. Insan kendini tanıma yolunda yürürken karşısına öyle olaylar çıkıyor ki kendisi bile inanamıyor.
Bu olaydan sonra yıllar geçti ve ben daha birçok yaşantımı hissettim. Kiminin ispatlarını da yaşadım, kimi sadece bir vizyon olarak kaldı benliğimde. Hatta öyle olaylar yaşadım ki anlatmaya kalksam buyazı daha da uzar ve şikayet edersiniz iyice. Ama önemli olan şu sonuçlar kaldı bende reenkarnasyonla ilgili:
Benim için reenkarnasyon “var”. Bu kavramın da binlerce yıldır kurumlarca reddedilmesini kabul edebiliyorum, çünkü mesela Batı’daki Kilise’nin bunu kabul etmesi tüm varlığını dinamitlemesi anlamına gelecekti. Düşünsenize binlerce yıl halkı korkutarak yönetmişsiniz ve hesap günü korkutmalarıyla istediğinizi yaptırabilmişsiniz, bu kadar büyük bir gücü yokedebilir miydiniz? Ama bu Kilise’nin “kötü” olduğu anlamına gelmesin. Varolan herşeyin evren içinde mükemmel bir işlevi olduğunu düşünüyorum ben. (Katılmamakta özgürsünüz) Reenkarnasyon’un da birşeyler kattığı bakış açısı benim Dünya’yı algılayışımı çok değiştirdi bir kere. Varlığımızın en temel korkusu “ölüm korkusu” bir defa daha hafifledi. (Ama gittiğini iddia edemem, üzerimdeki etkisi azaldı). Ayrıca hayata daha eğlenceli gözlüklerle bakabilmeyi başarmam da yardımcı oldu. Empati kurmama da yardımcı oldu ki iyi ve kötü ayrımlarımda değişmeye başladı. Kimseyi de kolay kolay tam anlamıyla suçlayamaz oldum, geçmiş yaşantılarımda nice canlar aldığımı hatırladığımda ki başkasını öldürdüğünü hatırlamak en zoru, çünkü o noktada çok büyük reddişler söz konusu ve kabullenmek çok ama çok zor. Bu yüzden etraf Kleopatralarla, Mozartlarla, Napolyonlarla dolu. Insanların egoları da çok büyük etken oluyor burada. Bazıları geçmişinde sırada Ahmet efendi olduğunu hatırlamak istemiyor pek. Ama püf noktası şu: Robert De Niro her rolün adamıdır ve çok büyük bir oyuncudur ister kral olsun, ister dilenci.
Haa son olarakta şunu söylemek istiyorum. Diyeceksiniz ki “madem var, ben niye hatırlamıyorum?”. Buna net bir yanıtım yok, çünkü ben de hiç hatırlamıyordum. Zamanla içimdeki bazı şeyleri keşfedince ortaya çıkmaya başladılar kendiliklerinden ve gösterdiğim bir özel çabada olmadı. Bilmiyorum, belki birgün hatırlarsınız. Ama önemli olan şu: kim olduğunuz yada olduğunuzu hatırlamanız değil, bu kavramın hayata bakış açınıza katabileceği genişlik. Geçmişiniz de Sezar olmanız, şu anda ev sahibinizin evine kılıç çekerek el koymanızı sağlamıyor haliyle, ama aslında her şeyin büyük bir oyun olduğunu hissetmeniz, size bazı streslerin ve zorunlulukların etkilerini azaltma fırsatı verirken; bir yandan da oyunun gidişatını “sadece düşüncelerinizle” bile etkileme şansı verebiliyor. Geçmişte kim olduğunuzu bilmeniz sizi eğlendirebilir yada bazı tedavilerde işinize yarayabilir, ama esas olan şu anda “kim olmayı seçtiğinizi yaratabilme” fırsatını size hatırlatmasıdır. 🙂
Amma uzun yazdım yahu. Eee konu biraz çetrefilli olunca ancak böyle kısaca anlatabiliyorsun. Benim şu sıralardaki görüşlerim bunlar işte. Ama eminim ki 2006’daki ben bundan daha farklı bir yazı yazacaktır eminim.